Tüneller ve köprüler

Kendim yaşadım bu hayatı…
Beş parasız kaldım Nice (Nizza) sokaklarında, sahilde yattım, yok kumsal değil…
Sakallımla…
Bir Nice’alı şarabını paylaştı benimle…
Yeminle…
Bugün olsa yapmam, Allah af etsin, iğrenirim ama zorda kalınca…
Uyudum…
Çakıl taşları üzerinde…
Nice sahillerinde kumu arada bul bulabilirsen!

Apartman girişlerinde, havaalanında…
GÖRDÜM…
Kendi gözlerimle görmüşümdür dünyanın dört bir tarafında tünelleri, köprü altlarını mekân edinenleri. Mis gibi yemek kokuları…
Karnım zil çalıyor, canım çekiyor. Şişecek bir taraflarım çocuk gibi…
Cebimdeki para o kadar kısıtlı ki!

Dünyaca tanınmış yardım kuruluşlarından biri…
Tahmin ediyor…
Takribi…
Amerikalıların yüzde biri sokaklarda yaşamak zorunda…
Bir ara takmışlardı ya evangelistlere, yani Protestanlara…
Sayın Dündar’a bile eMail yollamıştım, tepemi attırdı…
Hani bir papaz vardı ya, kuyruklarını salaya salaya yolladılar Amerika’ya…
Hah, iste o evangelistler senede 200 milyar dolar toplayarak yârdim etmeye çalışıyorlar vatandaşlarına, muhtaca…
Charity…
Adı altında!

Ne faaliyet ne faaliyet…
Ah bir bilseniz.

Aslında…
Kimseye karışmayan, bulaşmayan bir mizaca sahibiz ailece…
Dokunman bana, bize…
Kendi halimizde, çoluk – çocuk…
İşimiz – gücümüz…
Yetiyor da artıyor bile, hayvanlar mesela…
Kimseyle uğraşmak için ne vakitte, gerekte, fırsatta kalıyor…
Kin, nefret ile isimiz olmaz bizim…
Sevgi, saygı ve güven ilkelerimiz.

Yeminle…
Hatırlı okuyucularım şahidim…
Anlatmaya çalıştığım hep buydu, tabii…
Bir kadın yüreği, bir kadın duygusallığına sahip olamam…
SÖYLE…
Söyle bana…
Bu dünyada cüzdanın büyüklüğü mü önemli…
Yoksa yüreğin mi?

Okuyun bu Hanımefendiyi…
Okuyun…
Ve başınızı iki elinizin arasına alarak….
Düşünün…
Utanabiliyorsanız, unutmadıysanız…
Utanın!

Ne yaptılar bizimle ne hallere geldik…
Devşirildik!

Sayın Dündar yayınladı bugün:

Umuda yelken açmak!..

Değerli okurlarım,
Bugün size, hepimizin altına imzamızı atacağımız muhteşem bir okur mektubunu, hiç yorum yapmadan sunuyorum:
“Sevgili Uğur Dündar,
Çocukluğumdan bir anı geldi bugün aklıma…
Sekiz yaşında var ya da yokum. Ailemizin ekonomik durumunun iyi olduğu yıllar… Güneydoğu’ya kayağa gitmek için şubat ayında İstanbul’dan arabayla yola çıkmışız. Güzergahı yarıladığımız bir sırada, babam yol sormak için bir dükkâna giriyor. O sırada paçavralar içinde, kucağında bebek olan bir dilenci arabaya yaklaşıyor. Dün gibi hatırlıyorum. Çocuklarını besleyebilmek için biraz para ya da yemek dileniyor annemden. Arabada iki ön koltuğun arasında annemin yol için hazırladığı sandviçler, haşlanmış yumurtalar, paketli bisküviler ve çikolataların bulunduğu bir torba duruyor. (Her yola çıktığımızda annem böyle bir yolluk torbası hazırlar.) Torba her zamanki gibi yine ağzına kadar dolu… Ve kadın yardım istediği anda annem, o torbayı olduğu gibi alıp, dilenci kadına veriyor. Kadının anneme, ardı arkası kesilmeyen teşekkürlerini dinlerken babam arabaya dönüyor ve yeniden yola çıkıyoruz. Ben, neler olduğunu anlamamış halde anneme soruyorum. “Anne, neden tüm yolluğumuzu o kadına verdin.”
‘Çünkü çocukları açtı, kuzum!..‘
‘Ama şimdi bizim hiçbir yiyeceğimiz yok yol için.‘
‘Sorun değil, Biz her zaman markete girip yeniden bir torba dolusu yiyecek alabiliriz… Ama onlar alamadıkları için dileniyor…‘
Bu anı adeta aklıma kazınıyor!..
★★★
Annem her zaman şefkatli ve iyiliksever olmuştur, her ihtiyacı olana eli açıktır. Son on yılda çok sıkıntı çektiğimizden, artık bu kadar eli açık davranamasa da hâlâ kalbinin aynı verici ve iyiliksever duygularla dolu olduğunu biliyorum. Yine de imkanı yettiği kadar yardım ediyor muhtaç olanlara. Ben de onun bu yardımseverliğini örnek alarak yetiştim.
★★★
Türk toplumu, Türk Milleti vericidir. Yurtdışına onlarca sefer çıkmama ve medeniyet seviyesi bizden yüksek olan birçok ülkeye gitmeme rağmen, bizdeki gibi ‘üç beş kuruşun lafı mı olur?‘ diyen başka bir millet görmedim. Dikmesi için götürdüğüm pantolondan ‘Bundan para alınır mı, ablam?‘ diye para kabul etmeyen terzidir, sınavlardan mutlu sonuçlarla çıkıp geldiğimiz için ödül amaçlı elimize mozaik kek tutuşturan mahallemin börekçi teyzeleridir, hayvan sevgisinden, kediler köpekler soğukta aç kalmasın, üşümesin diye sahipsiz her kediyi, köpeği sahiplenen Beşiktaş Çarşı’sındaki esnaflardır, her gün mahallede dolanan evsize sabahları poğaça veren mahallenin dönercisidir, benim kalbimde yatan Türk Milleti… Zorluklar olmasa aslında, bu ülkenin kalbi hep vericidir, iyilikseverdir. Ve yine hiçbir ülkede görülemeyen bir aile bağıyla bağlıdır insanı; herkes bir teyzedir, amcadır, abidir ve abladır bizim için. 80 milyonluk bir ailedir…
★★★
Ama ne var ki bu yardımsever ruhu da malum uykuya yatmış durumda şimdi. Tabii, kimin verecek nesi var ki verebilsin?.. İnsanlar, çeşitli korkularla birbirlerinden uzaklaşmış, ırk, dil, din ayrımına düşmüş ve artık kendi de güç durumda olduğu için, daha zordakileri düşünemez hale gelmiştir. Şu an içinden geçtiğimiz ekonomik sıkıntılarla dolu süreçte gördüğüm en acı nokta da budur. Ülkenin sadece ekonomisi değil, insanlarımızın ruhu da zorluğa sokulmuş ve milletimizin iyiliksever, sevgi dolu yönü uykuya yatmıştır!..
★★★
Bu noktada, benim içim, ekonomideki hasardan çok, Türk Milleti’nin ruhuna verilmiş olan hasara yanıyor.
Zamanında annemin anneannesi, dedesi, sahip oldukları tek değerli mal varlıklarını, yani alyanslarını çıkarıp, devlete bağışlamışlardı. O zamanlarda, devlete, millete olan sevgimiz ve vericiliğimiz için bir nedenimiz vardı elbet. Ve bu sevginin hâlâ hepimizin içinde yattığını biliyorum.
★★★
Size sitem etmek için yazmadım bunları, bu mektubun tek amacı teşekkürdür. Ülkeden hep kötü haberler aldığımız ve içimize kapandığımız bu dönemde, bize yine de hem güzel haberlerden bahsedebildiğiniz, hem içimizdeki iyiliksever ruhu canlandırmak adına Haluk Levent ve arkadaşlarının AHBAP’ı ile tanıştırmanız, bugün ilk kez değerli Yılmaz Özdil’in makalesinden öğrendiğim -ve bunun için kendimden utandığım- Çanakkale Şehitleri Anıtı ve Dumlupınar için başlattığınız seferberlikleriniz, ihtiyacı olanların yardımına koşmanız ve yardımseverlikle yazdığınız makalelerde hep insanların sorunları ve zorlukları konusunda Türk halkını aydınlatma çabalarınız için teşekkür ederim.
★★★
Bazen uyanmak için ihtiyacımız olan şey, şefkatli bir elin dokunuşudur omzumuza.
O dokunuş olduğunuz ve okuyanlarınızın ruhunu da uyanık tuttuğunuz için minnettarım.
Ülkemizde her ne olursa olsun, lütfen, bu ruhun uykuya yatmasına izin vermeyin.
Dilerim, bir gün zorlukların üstesinden geldiğimizde, iyiliksever insanımız, zorluklarla bileğine takılmış zincirinden kurtulur, birlik ve bütünlük emeliyle uykusundan uyanır ruhu. O zaman yeniden bir olmayı hatırlarız umarım.
Saygılarımla,
Şira”

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/ugur-dundar/umuda-yelken-acmak-2700329/

Söylemişti gelecekler diye, hanım doktorda

Dükkân bende, ayakta zor duruyorum…
Leyla gibiyim desem yeridir…
Geldiler…
Ana – kız, kadın ekşimik suratlının teki…
Mel’em akıyor yüzünden, aksilik…
Bir gece elbisesi…
Allah’ım olmaz bu kadar güzellik, bir yakıştı kıza…
18, ya var ya yok…
Ağzı açık ayran budalası gibi bakıyorum kıza, çok hoşuma gitti çok…
Tabii iltifatların bini bir para…
Anasının yüzü değişti, gülümsemeye başladı.

İnsan aslında hiçbir şeyin değerini bilmiyor…
En azda gençliğinin kıymetini…
Yıllar o kadar çabuk geçiyor ki, bırak tazeliği, güzelliği bir yana…
Sağlık gidiyor sağlık, oran buran ağrımaya başlıyor, hareketlerin yavaşlıyor…
O…
Güzelim yüzler dönüyor …a!

Bak bir devletin bahçesinin yüzüne…
Alıcı gözüyle bak, bak pezevenge…
İğrençlik akıyor yüzlerinden, iğrençlik, sahtekârlar, dolandırıcılar…
İnsan aslında hiçbir şeyin değerini bilmiyor…
En azda gençliğinin kıymetini…
Gerçek demokrasinin değerini, bilmiyor…
Bilmiyor…
Kaybedince öğreniyor!

Canım sıkıldı, bunaldım ya. Kafayı biraz dağıtmam lazım! Ya kafayı süsleyeceksin ya sevişeceksin ya balığa gideceksin ya atış talimine VEYA ki ne zamandan beri uğraşmıyorum bilişimle, paslandım, bilişim ile uğraşacaksın! 😊 Yemin ediyorum bak, bu ağrılar ile birlikte kafa duruyor, ISTOP ediyor, iflas, teslim bayrağını çekiyor! Ne zamandan beri aklımda, kör göz, dört göz, çeyrek ya çeyrek. Görmedim iyi mi, iki saniyelik işmiş!

İnanın çok memnun oldum, beni onurlandırıyorsunuz

Public Ivy…
İsim vermeyeceğim…
Türk üniversitelerinin yani sıra…
Amerika’nın en iyi üniversitelerinden biri olduğunuzun farkındayım Efendim…
Ancak kurumunuzun adı…
😊
Bilmem biliyor musunuz bunu?
Kimi…
Nasıl söylesem?
Beni tedirgin eden yerlerle irtibatlı!

Özür dilerim…
İnanın bilimsel anlamda yazmayı çok isterdim, yazamıyorum çünkü hedef kitlem…
Herkes…
Beni okumak, benden bir şeyler öğrenmek isteyen herkes…
Belki farkındasınızdır, komplike yani karmaşık konuları mümkün olan en basit dil ile okuyucularıma anlatmaya çalışırım, sağlığım…
Ve yaşam şartlarım maalesef şu anda bilimsel makaleler yazmaya pek elverişli değil…
Keza…
İstemeyerek de olsa sarf ettiğim küfürler için…
İçtenlikle özür dilerim, aslında adetim değildir…
Ancak…
Malumunuz…
İnsanda ne terbiye ne ahlak ne düzen ne huzur diye bir şey bırakmadılar…
Örf ve adetlerimize ters…
Ülke oldu kocaman bir Kasımpaşa(!)

Körle yatan şaşı kalkarmış ya o misal…
Tekrar…
Beni sevindirmekle birlikte, onurlandırmış oldunuz…
Teşekkür ederim.

Önder

Bir fıkra; EVET bazen bende kendimi aynen böyle his ediyorum!

Bilin bakalım ilk dişleyeceğim kim olabilirdi?
😊

TEBESSÜM

İNTİKAM LİSTESİ!
Kuduz bir vakitler tedavisi olmayan korkunç bir hastalıktı. 1882 yılında Fransız bilim adamı Louis Pasteur tarafından bulunan “kuduz aşısı” ilk defa 1885 yılında insana uygulandı.
Amerika’nın 16’ncı başkanı Abraham Lincoln (1809-1865) zamanında aşısı henüz bulunmamış olan kuduz ölümcül bir hastalıktı.
Başkan Lincoln, bir toplantıda konuşurken dinleyicilerden biri sordu:
“Sayın Başkan, kuduza yakalanacak olursanız ne yaparsınız?”
Başkan Lincoln, toplantıyla ilgisi olmayan bu acayip soruya kızmadı, hafifçe gülümseyerek:
“İlk önce kâğıt isterim” cevabını verdi.
“Vasiyetinizi yazmak için mi?”
“Hayır, ısıracağım insanların listesini yazmak için…”

Beyler bugün döktürmüş

Acı kahve!

Millet ağır sıkıntılar içinde… Ekonomimiz dar boğazda ve Cumhuriyet değerleri saldırı altında…
Ee… Böyle bir “ahval ve şerait içinde” liderlerimiz ne yapıyor?
Kayıkçı kavgası yapıyorlar!
Nedir kayıkçı kavgası?
Göstermelik kavgalara ve sonuç alınamadan sürüp giden bıktırıcı tartışmalara “Kayıkçı kavgası” deniliyor.
Cumhur İttifakı’nın liderleri, “Sepeti koluna, herkes yoluna” dediler.
Şimdi AKP-MHP ittifakının bittiğini söyleyenler var. Fakat…
Bana öyle gelmiyor. Dikkat ederseniz Erdoğan da, Bahçeli de “Belediye seçimleri” için ittifakın bittiğini söylüyor, “Cumhur İttifakı”na toz kondurmuyorlar. Çünkü ikisi de birbirine muhtaç!
AKP’nin desteği olmazsa Bahçeli’nin koltuğu tehlikeye girer. MHP’nin desteği olmazsa, Meclis’te azınlıkta olan AKP zor duruma düşer. Muhtemel bir seçimde Erdoğan’ın oyları da yüzde 50’nin altına iner!
Bahçeli’nin “İşin tadı kaçtı” sözü doğrudur ama “acı kahveyi” içmeye de mecburdur.
İki lider de ortaklığı bitirmeye cesaret edemiyor “Cumhur İttifakı devam ediyor” diyor. Ancak… Bu ittifakın ağır yara aldığı da bir gerçek!

AKP iktidarının, Danıştay’ın “Andımız” için verdiği serbestlik kararını dinlemeyeceği anlaşılıyor.
Peki, hukuk nerede?
AKP için, işine geldiği vakit hukuk vardır, işine gelmediği vakit hukuk, Danıştay, Yüksek yargı, Anayasa-babayasa yoktur!
“Adalet mülkün temelidir” sözü sadece bir lâf… İktidarın hukuka saygısı, kendi çıkarlarıyla orantılı!
★★★
“Andımız” 1933 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından hazırlatıldı, 1972 yılında bazı cümleleri değiştirildi, 1997 yılında son şeklini aldı, fakat ne yazık ki, 2013 yılında AKP iktidarı tarafından kaldırıldı!
Danıştay’ın verdiği kararla şimdi “Andımız”ın geri gelmesi gerekiyor. Fakat AKP iktidarının bunu uygulamaya niyeti yok!
Nasıl bir hukuk devletiyiz Allah aşkına?
“Andımız”daki “Türküm, doğruyum, çalışkanım” sözleri iktidarı rahatsız ediyor. Fakat “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim” sözleri onlar için daha büyük bir rahatsızlık nedeni…
★★★
Celâl Bayar, Türkiye’nin 3’üncü Cumhurbaşkanı’dır. İlahiyatçı yazar Nazif Ay, Celâl Bayar’ın “Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir” sözünü hatırlatarak şöyle diyor:
“Bize biz olma şansını veren yüce Atatürk’ü sevmek, onun ilke ve hedeflerine sahip çıkmak, tıpkı dinin emri, gibi mukaddes bir görevdir. Aksi halde “küfran-ı nimet” edilmiş olur. Yani yüce Allah’ın bize bahşettiği Atatürk adlı nimete nankörlük edilmiş olur.
Çanakkale savaşlarında bir güneş gibi doğan Mustafa Kemal, Türklere karşı düzenlenen son ‘Haçlı Seferi’nin muzaffer komutanı, Selahattin Eyyubi gibi en büyük haçlı ordularını dağıtan şanlı bir liderdir.
Hintli lider Gandhi’nin deyimiyle “O, İngilizleri yenene kadar biz İngilizleri tanrı sanırdık.” ifadesindeki ‘O‘ zamirinin şerefli muhatabı, Mehmet Akif’in ‘Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi‘ diye tasvir ettiği Çanakkale’nin kanlı sahasından zafer çıkaran bir ‘Peygamber naibi‘ idi.”
★★★
Atatürk’ün ve Türk ulusunun değerini haykırmak üzere yazılmış milli bir deklarasyon olan ‘Andımız’ı okutmak, her anlamda kutsal bir ibadettir. Irkçılık söylemiyle ilgisi yoktur ve abartıya dayalı hiçbir vurguya sahip değildir.
Türk adını ağzına alamayan ve içerisinde hem Türk, hem de Türklüğün asil evlâdı olan Atatürk’ün adı geçtiği için ‘Andımız’a muhalefet edip düşmanlık besleyenlerden değil ‘millî ve yerli‘ olmak, gerçek anlamda bir Müslüman bile olamaz!”
ŞÜPHELİ ASKER ÖLÜMLERİ!
CHP Burdur Milletvekili Dr. Mehmet Göker, önemli bir yaraya parmak bastı.
Göker, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a:
“Askerlik görevlerini ifa ederken ölen ve ölümleri şüpheli sayılan askerlerimizin sayısı neden her geçen gün artıyor?” diye sordu.
Milli Savunma Bakanı’nın cevap vermesi istemiyle Meclis Başkanlığı’na yazılı bir soru önergesi veren Mehmet Göker:
“Askerlerimizin şüpheli ölümlerinin artması ve davaların uzayarak bir türlü sonuçlanmaması, halkımızın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne olan güvenini zedeliyor. Askerlerimizin psikolojilerini bozarak intihara sürüklenmelerine sebep olan kişilerin bir an önce bulunarak cezalandırılması yerinde bir davranış olacaktır” diyor ve soruyor:
“Askeri birliklerimizde yaşanan ölümlerin nedenlerinin araştırılarak ortaya çıkarılması ve bu ölümlerin önlenerek başka ailelerin evlat acısı yaşamamaları için ne gibi tedbirler düşünülüyor?”

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/rahmi-turan/aci-kahve-2700279/

*

Sorun bacak araları

Sosyal medyada yılın esprisini gazeteci Nevşin Mengü yaptı!
Şöyle oldu:
Prof. Şengül Hablemitoğlu twitter adresinden, “Günaydın mutlu hafta sonlarıııııı yine ülkemde mükemmel bir güne uyandım, şöyle bir soru sordum kendime; kadın değil miyim la ben? Hayır çünkü acayip iyi araba kullanırım, park edemeyeceğim yer yoktur. Gözüm cetvel gibidir, hacim de hesaplarım gözümle hem de sevgiler” yazdı…
Bu aslında… Ekranda “Kadınlar hesap yapmasını beceremediği için mekanlarda aşçı olamıyor” diyen Prof. Sinan Canan’a göndermeydi!
Prof. Hablemitoğlu’na çeşitli yanıtlar verildi:
–“Nedir bu kadınlardaki ‘ben her şeyi beceririm evelallah, erkekten farkım yok‘ kompleksi?..
@SinanCanan hocamızın kadın-erkek yaradılış farklarıyla ilgili ne anlattığını derinine anlamadan kavramadan, bilim ve fıtratı algılayamayan klasik ezik kadın psikolojisi yine dellendi!”
–“Gelmiş geçmiş dünya da bir tane kadın mucit gösterin siz haklısınız diyeyim Şengül Hanım.”
Uzatmayayım. Topuna yanıt Nevşin Mengü’den geldi:
-”Adam, bilim pipiyle yapılır sanıyor herhalde!”
Bu cevapla “pazar” karıştı!
Bugün çoğunuzun gülümsediği “pipi-bilim” ilişkisi dünün üniversitelerinin ana konusu idi. Şöyle…
REGL/ADET ENGELİ
Edward H. Clarke (1820-1877) Harvard Üniversitesi tıp profesörüydü. 1873’de yazdığı “A Fair Chance for Girls” (Eğitimde Cinsiyet veya Kızlar İçin Adil Fırsat) kitabı ABD’de büyük tartışma yarattı. Dedi ki:
-Adetliyken insanın kendini zorlaması tehlikelidir.
-Bu yüzden de kadınları eğitmek tehlikelidir.
-Bir kadın kendi güvenliği için yüksek eğitim peşinde koşmamalıdır.
-Söz konusu olan rahimdir.
Prof. Clarke iddiasını güçlendirmek için kitabında gözlemlerini sıraladı:
-Üniversitede okuyup uzmanlığa sahip kadınların evlendiklerinde kısır oldukları ortaya çıktı.
-Üniversitelerdeki kız öğrenciler verem, anemi gibi hastalıklara yakalanıyor.
-Üniversitedeki kızların yüzleri hep soluk.
“Çünkü” diyordu; “üreme organları gelişmiyor. Vücut sistemi asla aynı anda iki şeyi birden yapamaz. Kaslar ve beyin aynı anda en iyi biçimde işlev göremez!”
Prof. Clarke yalnız değildi. Jinekolog Thomas A. Emmet ve nörolog S. Weir Mitchell gibi doktorlar da kadınların erkeklerle aynı zorlu eğitimden geçmesine karşıydı!
Edgar Allan Poe gibi klasik Amerikan yazarlarının kitaplarını basan, “Putnam” adlı edebiyat, sanat, bilim dergisini çıkaran, tanınmış yayıncı George Palmer Putnam da aynı görüşteydi.
Kızı Mary, üniversiteye gitmek istediğini söyleyince karşı çıktı; üniversite ücretini önüne koydu, “isteğinden vazgeçersen bu para senin” dedi!
Mary Putnam geri adım atmadı; adını bilim tarihine yazdırdı!
YAZIN SEVİŞİN!
Mary Corinna Putnam (1842-1906)…
New York’ta eczacılık, New England’ta tıp okudu. Yeterli bulmadı. Paris’te -tıp fakültesi- Ecole de Medecine’ye ilk kabul edilen kadın oldu. Hiç kolay olmadı. Erkek öğrencilerle aynı kapıyı kullanmama gibi zorlukların üstesinden geldi.
Paris’te 5 yıl okudu, ülkesine döndü. İlk araştırmasını Prof. Clarke’e yanıt için yaptı:
Deneklerini adet/regl öncesi, sırası ve sonrasında kas gücü testlerine tabi tuttu. Kadınları adet ağrıları, adet süreleri, günlük faaliyetleri, eğitimleri ve nabız, rektal ısı, idrar örnekleri gibi fizyolojik tabloların bulunduğu 232 sayfalık rapor yazdı.
Dedi ki:
-Adet görmenin doğasında dinlenme zorunluluğu hatta arzusuna işaret eden hiçbir şey yoktur.
-Kadınları verem ve anemi gibi hastalıklarının sebebi çok çalışma değildir.
Putnam bu çalışmasıyla önyargılı bir hekim ile verilere dayalı bir hekim arasındaki farkı ortaya koydu. Harvard Üniversitesi özür diledi; Boylston Ödülü verildi! ABD Tıp Akademisi’ne kabul edilen ilk kadın oldu. Ve…
“Amerikan pediatrinin babası” denen Prof. Abraham Jacobi ile evlendi. Mary Putnam’ın çok çalışması kısırlığa sebep olmadı! Üç çocuk dünyaya getirdi…
Aradan yıllar geçti…
Ekrana çıkarılan “profesör” hala “pipi-bilim” ilişkisini konuşuyor! Aristo kafası bu! Erkek bebek isteyenlere filozof şu öneride bulundu: “Yazın sevişin! Döllenme sırasında ne kadar sıcak olursa, bebeğin erkek olması o kadar kesindir!” Gülmeyin. Çevresel etmenlerin bebeğin cinsiyetine etki yaptığına 20’nci yüzyıla kadar inanıldı.
“Ne sıcaklık ne diyet ne de yatağın hangi tarafından kalktığınız değil, bebeğin cinsiyetini kromozomlar belirler” diyen ilk bilim insanı bir kadındı: Nettie Stevens…
DNA yapısını ilk keşfeden de bir kadındı: Rosalind Franklin…
“Kadınlar hesap yapamaz” diyorlar! Adam olan; M. Agnesi, A. Lovelace, S. Kowalevski, E. Noether, M. Cartwright, G. Hopper gibi dahi matematikçi kadınlardan utanır!
Aslında…
Kadını “bacak arasıyla” tanımlayanları Dr. Haydar Dümen’e havale etmek gerekiyor; sorunları kendi bacak aralarıdır belki…

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/soner-yalcin/sorun-bacak-aralari-2700361/

Hem vallahi hem billahi, gerçek, yaşanmış bir olay. Öldüm gülmekten. Önce benim yazacaklarımı oku sonra MUTLAKA Bekir Bey’i

Yoruldum…
Yatım gazete okuyorum…
Bu sabah Alman haberlerinde yer aldı…
Olay Belçika’da gerçekleşiyor. Altı kafadar…
Gençler…
Silahlı soygun yapma kararı alırlar.

Bir sigaracı dükkânına öğle vakti dalarlar…
Ya paranı ya canını…
Dükkân sahibi, Kayserili hemşeriler üstüne alınmasınlar…
Cingöz çıktı…
Çocuklar öğle vakti daha para gelmedi ki, değmez…
Siz gidin akşam saat 18:30’da tekrar gelin…
Çocuklar ikna olur, dükkânı terk ederler. Tabii dükkân sahibi durur mu, doğru polise haber salar…
Polisler…
Yok ya bir daha gelmezler dese bile dükkân sahibi ısrarcıdır, gelecekler…
Yollarlar iki polisi…
Gerçekten de sabırsızın bir tam saat 17’de dükkâna damlar, dükkân sahibi kızar…
Ben sana saat 18:30 demedim mi?
Genç…
Salına salına dükkânı terk eder, saat tam 18:30’da…
Beşi bir yerde, altıncısı kaçmayı başarır!

Bizimkisi O misal…
Yaratık tarafından s.kilmeye öyle alışmışız ki, müptelası olmuşuk adeta. Iki de birde yeniden…
Bir daha bir daha!

Umudumuz Bahçeli’ye mi kaldı?

Nelere umut bağlamadık ki…

“Çuvalda” umutlandık…
Şanlı tarihinde hiç görülmemiş biçimde askerimizin başına çuval geçirilince “Çuval bunu götürür” dedik…

“Ayakkabı kutusuna” güvendik…
“Kesin gider, bu öyle böyle bir kutu değil” dedik…
Kutuyu yakalayan polis, savcı, yargıç gitti, bu kaldı…

“Bharara” dedik…
“Türk yargısı yapamadı, Amerikan savcı yapar” dedik ki…
Bharara gitti…

“Beyzbol sopası” umut oldu…
Obama resimde elinde beyzbol sopası ile görününce “Sopayı gösterdi ya, bu iş bitmiştir” demiştik… Trump da giderse, üç ABD başkanı göndermiş olacak…

“Fuat Avni’ye” güvendik…
Koştuk…
“Fuat Avni diyor ki gidiciymiş” dedi muharrir…
Gerçekte olmayan adamı yakaladılar…
Bu kaldı…

“Abdullah Gül’e” güvendik arkadaşlar…
Siyasi tarihte en uzun süre “bir şey yapacakmış gibi yapan adam” oldu…
“Bülent Arınç” bile umut oldu, “Her şeyini biliyor götürür” dedik, bir de baktık ki o konuşuyor, Bülent Arınç duygulanmış ağlıyor…

“Danalara” güvendik…
Helal kesim yapılmadan 500 bin ineği-koyunu getirerek, garsondan “helal kürdan” isteyen millete yedirdiler…
Olmadı…

“Dolara” güvendik…
Kuru soğana güvendik, turpa güvendik…

(Dikkat edin; güvendiklerimiz arasında her şey var, CHP yok…)

Şimdi…
“Devlet Bahçeli” diyorlar…

15 senedir AKP ile birlikte parlamenter cumhuriyeti yıkan adama güveniyorsanız…
Bence kış geldi, “lahanaya” bakalım…

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/bekir-coskun/umudumuz-bahceliye-mi-kaldi-2700313/

Bugün Rahmi Turan’ı okumakta fayda var VE İzmirlim yazdı, döktürmüş, döktürmüş. Tabii anlayan için!


+

Başkent

Osmanlı-Rus Savaşı’nda İstanbul’un işgal edilme tehlikesi doğmuştu, başkenti Konya veya Kayseri’ye taşımayı düşündüler.
Ordunun emanet edildiği Alman generalleri ise, Halep’e veya Şam’a taşınmasını teklif ediyorlardı.

Balkan Savaşı’nda İstanbul’un kaybedilme tehlikesi yeniden ortaya çıktı, başkenti Bursa’ya taşımayı düşündüler.
Kayseri civarına yeni bir şehir kurulmasını, adının Osmaniye olmasını, Osmaniye’nin de başkent olmasını önerenler oldu.

Neticede, İstanbul işgal edildi.

Mustafa Kemal, Ankara’yı başkent yaptı.
“Ben Ankara’yı coğrafya kitaplarından ziyade, tarih sayfalarından öğrendim, Cumhuriyet merkezi olarak öğrendim” diyordu.
Ankara Ahi Cumhuriyeti’nden esinlendiğini anlatıyordu.
“Selçuklu idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken, Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Beni, Türkiye’nin en münasip merkezinin Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile budur” diyordu.

En başta İngiltere, emperyalist ülkeler Ankara’nın başkent ilan edilmesine şiddetle karşı çıktı.
İstanbul’da kalmasını istiyorlardı.

İngiltere’nin fıştıklamasıyla ABD, Fransa, İtalya ve Japonya ortak cephe oluşturdular, boykot kararı aldılar, nota verdiler, elçilerini İstanbul’da tutacaklarını, Ankara’ya sadece irtibat görevlisi göndereceklerini açıkladılar. Saltanat’tan umudu kesmemişlerdi.

“Türkler Asyalı bir aşiret oldukları için, Asya’ya geri dönme içgüdüleri alevlendi” diyerek, akıllarınca aşağılıyorlardı.

Mustafa Kemal deha’ydı.
Höt zöt yapmadı.
Emperyalist ülkeleri aşağılayarak karşılık verdi.
Meclis’ten kanun çıkardı, “elçiliğini Ankara’ya taşıyan ülkelere, elçilik binası inşa etmeleri için ücretsiz arsa vereceğiz” dedi!

“Paranız çıkışmıyorsa biz yardımcı olalım” demek istiyordu!

İngiltere meseleyi diplomatik savaşa dönüştürdü, cepheyi genişletti.
İngiltere, ABD, Fransa, İtalya, Japonya, Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çekoslovakya, Danimarka, Macaristan, Yugoslavya, Hollanda, İran, Romanya, Arnavutluk, Mısır, İspanya ve İsveç elçileri, başkent olarak İstanbul’da oturuyordu.

Yanımızda sadece dört ülke vardı… Sovyetler Birliği, Afganistan, Polonya ve Yunanistan elçileri Ankara’daydı.

İngiltere güya direnişin elebaşıydı ama, İngiliz elçisi hatıra defterine şu itirafı yazıyordu… “Ankara’nın gölgesi üzerimize uzanıyor, sıkıntı, eziklik, şaşkınlık içindeyiz, gelgit’te suyu çekilmiş deniz kıyısında, kayalıkların oyuklarında, susuz, kupkuru kalıvermiş ıstakoz sürüsü gibiyiz!”

Ve kaçınılmaz olarak, ıstakoz sürüsü dağılmaya başladı.
Almanya, Mısır, Çekoslovakya ve Arnavutluk, elçiliğini Ankara’ya taşıdı. İtalya geldi. Fransa geldi. ABD geldi. Hepsi tıpış tıpış geldi.
1929 itibariyle İngiltere dımdızlak kalmıştı.

3 Haziran 1929, İngiltere Kralı’nın doğumgünüydü, İngiltere elçisi kralın doğumgünü vesilesiyle İstanbul’da resepsiyon verecekti, Türkiye’deki tüm büyükelçileri davet etti.
İşte o an…
Mustafa Kemal bitirici hamleyi yaptı.
Türkiye’deki tüm büyükelçileri 1 Haziran günü Çankaya Köşkü’nde “garden party”e davet etti.

Gayet zarif ve açık şekilde “ya Türkiye Cumhuriyeti’ni tercih edeceksiniz, ya da İngiltere kralını” demişti!

Elbette tüm büyükelçiler Mustafa Kemal’in davetine gelecekti.
2 Haziran’da Ankara’dan İstanbul’a tren seferi yoktu.
İngiltere büyükelçisi İngiltere kralının resepsiyonunda hıyar gibi tek başına kalacaktı.

Londra fena sıkışmıştı.
Pes etti.

İngiliz elçisi, tırıs tırıs Mustafa Kemal’in resepsiyonuna gitti, kralın doğumgünü resepsiyonunu da 3 Haziran’da Ankara’da verdi.
İş bitmişti.
İngiltere tükürdüğünü yalamış, Ankara’yı tanımak zorunda kalmıştı.

Demem o ki…
Biz Ankara’yı sokakta bulmadık.
Kanırta kanırta başkent yaptık.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı Ankara yerine İstanbul’da kutlamak, masumane bir tesadüf değildir.
Başkent olarak Ankara yerine İstanbul’u dayatmak, işgalci emperyalizmin hayalidir!

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yilmaz-ozdil/baskent-2700373/


+

Kendimi Kahpedoğan gibi his etmeye başladım

Söz verip, verip yerine getiremiyorum…
Dün ne oldu?
Araba…
Çocuğun arabasını tamir edebilmiş olmam beni çok rahatlattı, keyfimde yerindeydi diyebilirim…
Elin ekmek tutamaması…
DERDIM, çilem. Sinir oluyorum kendime…
Hayatın yükü benim omuzlarımda olması gerekirken …!!!

Ağrıma gidiyor ya…
Yediremiyorum kendime. Allah razı olsun en ufak bir ima, bir söz yok…
Buna rağmen çok rahatsızım. Oma…
Allah gani gani rahmet eylesin, kaç zaman oldu vefat etti hala faturalar geliyor…
Keza çift masraf, her yönden…
Fulda…
Belirsizliğini koruyor. Evlat…
Kendi başına bir orduya bedel, yüklü bir masraf kapısı…
Ve Önder ne yapıyor?
T.şak kebabı!

Ya vallahi billahi delireceğim…
Sinir oluyorum kendime.

Haklılar…
Yerden göğe haklılar…
“Sen açken seninle yemeğe gidilmez!”
Demekle. Niyet dün akşam başladığımı bitirmekti…
İşkembe çorbasından, Adanasına…
Lahmacundan içli köftesine…
Önder…
Hastanelik olacaktı neredeyse…
Dün gece uyku girmedi gözüme…
Birdenbire ya birdenbire, ne ağrılar…
Düz duvarları tırmandırdılar!

Dün başladığımı kısadan keseceğim…
Hani dar çerçevede dar pencere…
Ondan sonra birkaç gün izin verdim kendime…
OMA…
Toparlamam lazım yoksa ipin ucunu kaçıracağım, gelir az gider çok…
Faturalar, sigortalar…
Artık neyi nereden toparlayabilirsem, mecburum…
Toparlamam lazım, TOPARLANMALIYIM…
İpin ucu kaçmak üzere!

Gelelim dar pencereye…
Dün örneğin iki isim verdim, yazdım kaç zaman öncesinde dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarının isimlerini. Siyasetçi…
SADECE bir kukla, perde önünde…
Sen…
Siyaset ile ilgilenip gözle görülene pür dikkat kesilirken perde arkasında kuklaların ipleri kimlerin elinde farkında bile değilsin!

Devamı gün içeresinde dar çerçeve içinde dar bir pencerede!