Müslüman Kardeşler ve AKP: Benzerlikler ve ayrılıklar

Mısır’da kısa ömürlü demokrasi deneyimi, ordunun Müslüman Kardeşler iktidarını devirmesiyle filizlenemeden darbe aldı.
Müslüman Kardeşler yönetiminin kendi yandaşlarının dışındakilerin taleplerini dikkate almadığı gerekçesiyle ayaklanan halk orduyu çağırdı ve Muhammed Mursi’nin yerine, 2012’de adı seçmen pusulasında bile geçmeyen Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur getirildi.
Mısır’daki bu değişime, birçok Batılı ülke ‚darbe‘ demekten kaçınırken, en sert tepki geçen yıl Mısır ziyaretinde coşkuyla karşılanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi.
Siyasal İslam’ın bundan sonraki seyrine ilişkin farklı tahminlerin bulunduğu bu dönemde, Erdoğan’ın Mursi’ye destek çıkmasının arkasında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‚ılımlı İslam‘ modeliyle, Müslüman Kardeşler’in siyasi kanadı Özgürlük ve Adalet Partisi’nin benzerlikleri ve farklılıkları da yeniden tartışılmaya başlandı.
Müslüman Kardeşler’i yakından inceleyen akademisyenlerden Sosyal Antropolog Prof. Dr. Tayfun Atay’a göre, daha radikal bir İslam hareket olarak doğan ve Batı karşıtı çizgi izleyen Müslüman Kardeşler, 2011 devrimi sonrası izleyeceği yol için ‚model olarak AK Parti’yi gördü‘.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kökleri Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketine dayanıyor.
Milli Görüş hesaplaşması
Türkiye’de 1960’ların sonlarında şekillenmeye başlayan İslami temelde siyasal arayış, 1980’lerden sonra gündeme geldi.
Atay bu süreci, „Milli Nizam, Milli Selamet hareketiyle karşımıza çıkan Necmettin Erbakan anlayışının bir alternatif olarak şekillenmesi 1980 sonrası süreçte, Refah Partisi’yle birlikte oldu“ sözleriyle açıklıyor.
Atay’ın 1970’lerde „marjinal bir noktada“ bulunduğunu ifade ettiği Milli Selamet, Refah Partisi’yle, laik devlet tarafından ‚ciddiye alınan ama kaygıyla bakılan‘ bir siyasi partiye dönüştü.
Siyasal İslam açısından, 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Müslüman Kardeşler ise „yalnızca Mısır için değil, Sünni İslam dünyası açısından da başlangıç noktası teşkil ederken“ Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi, 2000’li yıllarla birlikte „Erbakan’ın Milli Görüş çizgisini de aşan yeni bir anlayışla“ ortaya çıkıyor.
Kimi gözlemcilere göre, partinin “devletçi, Batı karşıtı“ Milli Görüş hareketinin 28 Şubat deneyiminden öğrenerek yaptığı özeleştiriyle sağladığı dönüşüm hem ülke içinde hem de uluslararası düzeyde meşruiyet kazanmasını sağlayan anlayışı da şekillendirdi.
Milli Görüş hesaplaşmasını tamamladıktan sonra „kapitalizm“ anlayışı kabullenen ve dış yatırımlara açık, yabancı yatırımcıyı, uluslararası sermayeyi teşvik edici bir seyir izleyen Adalet ve Kalkınma Partisi için Atay, şu yorumu yapıyor: „AK Parti, kapitalizm yanlısı hareketliliği, dinamikliliği çok daha fazla olan bir harekettir… Bu anlamda küresel kapitalizm içerisinde İslami coğrafyada Müslüman halkların, toplumların küresel kapitalizme intibakı açısından çok önemli bir katkı yapmış işlevsel bir harekettir.“

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2001 ekonomik krizi sonrası IMF’nin talep ettiği ‚yapısal değişiklikleri‘ yaşama geçirmesi, NATO ve Avrupa Birliği konularında Milli Görüş lideri Erbakan’dan tamamen farklı bir strateji izlemesi, partiyi Batı için de 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında İslam dünyasına ulaşmak için ideal bir ortak haline getirdi.
Mısır’daki ‚toplumsal yapı ve içinde bulunduğu ekonomik durumun AK Parti benzeri bir örneği Mısır’da mümkün kılmadığını‘ ifade eden Atay, partinin ılımlı tavrını ‚kapitalizmle‘ olan ilişkisi çerçevesinde anlatıyor.
‚AKP Orta Doğu’da öncü haline geldi‘
Hasan El Benna ile doğan Müslüman Kardeşler radikal ve Batı karşıtı iken Adalet ve Kalkınma Partisi radikal İslam’dan uzaklaşıp yabancı yatırıma kapılarını açan bir yönetim izledi.
Tayfun Atay, AKP ve Müslüman Kardeşler farkını bu anlayıştan yola çıkarak özetliyor: „AK Parti böylesi radikal siyasal İslam’dan uzaklaşmış, daha çok kültürel temelde, toplumda dindarlığın daha vurgulu yaşanmasını isteyen ama hem iktisadi olarak hem de siyasi çizgi olarak Batı karşıtlığından, antikapitalist vurgulardan uzaklaşmış bir liberal kapitalist İslamcılıktır.“
Atay’a göre „AK Parti’yi Orta Doğu coğrafyasında ‚öncü konuma‘ getiren bu İslamcılık anlayışı“ oldu .
Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, ‚kapitalizmle ivme kazanan ılımlı İslam modeli‘, radikal köklerine sadık kalan Müslüman Kardeşler’in siyasi İslam çerçevesine sığmamış görünüyor.
Deneyim faktörü
Partinin 2002 seçimlerinden sonra kurduğu ilk kabinede Dışişleri Bakanı olan Yaşar Yakış’a göre, bunun nedenlerinden biri de Müslüman Kardeşler’in deneyim eksikliği.
Yakış, siyasal İslam modelinin Türkiye’de daha iyi yürümesinin sebebinin „Türkiye’nin demokraside Mısır’dan daha deneyimli olmasından kaynaklandığını söylüyor.
Müslüman Kardeşler ve AK Parti’nin tamamen farklı siyasal geçmişleri var.Suat Kınıklıoğlu
„Türkiye’de iktidara gelen AK Parti Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul gibi bir megapolün belediye başkanlığını yapmış, yönetim deneyimi olan birisiydi… Partiyi oluşturan öteki kadrolar da geçmişte önemli siyasi partilerde görev yapmış insanlardı… Dolayısıyla böyle bir ekibin uygulayacağı bir politika ile henüz deneyimi olmayan bir ekibin yürüteceği politikalar arasında farklar olması doğaldır.“
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş aşamasında da önemli rol oynamış olan, eski milletvekili Suat Kınıklıoğlu ise, Adalet ve Kalkınma Partisi ve Müslüman Kardeşler arasında bir benzerlik ve paralellik kurulmasının doğru olmadığı görüşünde.
„Tamamen farklı siyasal geçmiş var. Mısır diktatörlükten yeni çıkmış, ilk seçimi yapmış. Türkiye 1950’lerden bu yana demokratik gelenek oluşturmuş. Bu paralellik tartışmalarını aşırı görüyorum.“
Çoğunlukçuluk mu, çoğulculuk mu?
Adalet ve Kalkınma Partisi ile Müslüman Kardeşler’le ilgili tartışmalarda son dönemde sıkça dile getirilen savlardan biri de, her iki partinin seçmenin yarısının desteğini aldıkları dolayısıyla da ‚yönetme yetkilerinin sorgulanamayacağı‘ yönünde.
Bu da kimilerine göre kendi yönetim anlayışlarını uygulayabilecekleri anlamına gelirken, kimine de göre de diğer yarının frenini dikkate alması gerekliliğini hatırlatıyor.
Bu tartışma da, siyasal İslam’ın „çoğunlukçu mu yoksa çoğulcu mu“ olduğu tartışmasını doğurdu.
Eski AKP milletvekili Suat Kınıklıoğlu da, Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde bu tartışmanın daha çok dile getirileceği görüşünde.
„Bir demokrasinin yalnızca seçim kazanmaktan ibaret olmadığının algılanması önemli“ tespitinde bulunan Kınıklıoğlu şu yorumu yapıyor:
„Siyasal İslam geleneğinden gelen hareketlerin çoğulculuk boyutunu daha iyi anlamasında ve çoğulculuğun bir demokrasinin olmazsa olmazı olduğu ve bu kültürü de pekiştiren bir boyutu olduğunun daha iyi anlaşılacağı bir döneme gireceğimizi umuyorum.“
Gezi Parkı eylemleri ve Müslüman Kardeşler karşıtı halk ayaklanmalarındaki ortak söylem „diğer yarının sesinin, şikâyetlerinin duyulmadığı“ yönündeydi.

Prof. Atay, halkın memnuniyetsizliği nedeniyle askeri vesayete teslim edilen Mısır’la, vesayetten yıllar önce teslim alınan Türkiye arasındaki bu benzerliğe dikkat çekiyor:
„Ak Parti ile birlikte 2007 Nisan’ından (TSK’nin cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde siyasete müdahalesi) sonra ortaya çıkan artık tamamen arkası kesilmiş olan önü kapanmış askeri vesayet rejiminin yerine karşımıza çıkan demokrasi deneyiminin ne yazık ki AK Parti tarafından çoğulcu ve katılımcı bir kulvarda işletilmek yerine çoğunlukçu bir kulvarda işletildiğini görüyoruz … Çoğunluğun istediklerini yapmak sizi demokrat, rejiminizi de demokrasi yapmaz.“
Gezi Parkı eylemleri sırasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, „Demokrasi sadece sandık değildir“ diyerek Başbakan Erdoğan’ın sert ifadelerini yumuşatmıştı.
Eski Dışişleri Bakanı Yakış, Çankaya Köşkü’ne geçmeden önce AKP’nin ikinci adamı olarak tanımladığı Abdullah Gül’ün bu mesajının, „çoğunlukçuluk“ tartışmasına bakışı yansıttığını dile getiriyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ‚hayat tarzlarına müdahale‘ ve ‚baskıcı‘ olarak nitelendirilen politikaları „Türkiye’nin İslamlaştığı“ endişelerine neden olmuştu. Fakat, Yaşar Yakış, bu endişelerin „gerçeklikten çok, yanlış bir algıyı yansıttığı“ görüşünde.
Siyasal İslam’ın bundan sonra alacağı şekil, yaşayacağı dönüşüm veya Müslüman Kardeşlerin faaliyetlerine yine „yeraltında mı devam edip etmeyeceği“ bilinmiyor. Ancak askeri darbe Mısır’ı sadece demokrasiden değil Türkiye’den de uzaklaştırıyor.

>>> Devam edecek… <<<

*

Evet…
Aynen öyle!

Ağzımı, yüzümü …cekler!

Yazsam, yazabilsem tüm “bildiklerimi” tahmin ettiklerimi…

Bilmiyorum, en iyisi aslında susmak…
Bakma…
Ölmüş eşek itten, köpekten, çakaldan korkmaz.

Bak…
Bunu anlaman, BILMEN çok önemli…
Ne geçmişte…
Günümüzde…
Ne gelecekte KIMSE öyle kolay kolay bir şeyler kurup büyütemez…
Eğer ardında ulvi bir gerekçe VEYA büyük para yoksa…
Yani bir nevi güç…
Zaman ile başarılı oluyorsa eğer kimilerinin dikkatini çeker…
Ve bu birileri…
Ama kaba kuvvet ama para ama yârdim, şantaj şeklinde hakimiyet kurar…
Kurmaya çalışır O oluşum üzerinde.

Buraya kadar sorun yok, olmaz…
Eğer…
O zümre O ulvi amaçları satmazsa…
Yine saydığım, saymış olduğum gerekçeler ile.

Ve PKK dahil bunların HEPSI bir şekilde birilerinin kucağında oturuyor!
NOKTA

Suriye…
Libya vesaire HEP bir şekilde birilerinin VEKALET savaşıdır ona göre…
YEDIRMEZLER ne turisti ne Akdeniz’i…
Osmanlı…
Ve torunları Kıbrıs ile Akdeniz’i kaybetti.

Yani sen istediğin kadar onu bunu destekle…
Haybeye…
BAK NordStream 2…
Yedirirler mi?

İHVÂN-ı MÜSLİMÎN

Mart 1928’de İsmâiliye’de Hasan el-Bennâ tarafından Cem‘iyyetü’l-ihvâni’l-müslimîn adıyla kuruldu. 1932’ye kadar Süveyş Kanalı bölgesindeki şehirlerde pek çok taraftar bularak şubeler açtı. 1932’de idare merkezi Kahire’ye taşındı. Bu tarihten sonra ülke düzeyinde örgütlenmeye hız verilerek şubelerin sayısı bir yıl içinde ellinin üzerine çıkarıldı; aynı zamanda Suriye, Lübnan ve Filistin’e de temsilciler gönderilerek örgütlenmesi buralarda da sürdürüldü. Teşkilâtın kurucuları ve davetçileri şube binalarında, camilerde ve diğer toplu yerlerde halka hitap ettiler ve davalarını anlattılar. 1933’ten itibaren yıllık genel kongreler yapmaya ve bu kongrelerde strateji belirlemeye başlandı. Kuruluşun onuncu yıldönümü münasebetiyle Ocak 1939’da toplanan beşinci kongrede başkan Hasan el-Bennâ teşkilâtın amacını, davetini ve faaliyetlerini açıkladı (bu konuşma Risâletü’l-müʾtemeri’l-ḫâmis adıyla basılmıştır). Bu dönemde haftalık el-İḫvânü’l-müslimûn gazetesiyle (1933-1938) en-Neẕîr adlı dergi (1938-1939) yayımlandı.

II. Dünya Savaşı sırasında İngilizler’in yanında savaşa girilmesine karşı çıkan İhvân mensupları hükümet tarafından baskı altına alındı. Teşkilât İngilizler’in siyonist gruplarla iş birliği yaparak onları silâhlandırdığını, sonuçta da yahudilerin Filistin topraklarını ele geçirip orada devlet kuracaklarını düşünüyordu. Bu sebeple 1940’ta İngilizler’i Mısır’dan çıkarmak ve Filistin’i kurtarmak amacıyla gizli bir mücahid ordusu oluşturmayı kararlaştırdı ve aynı yıl bu ordunun nizamnâmesi mahiyetindeki et-Teʿâlîm risâlesini yayımladı. 1948 yılında ortaya çıkan bu silâhlı kuruluş en-Nizâmü’l-hâs (el-Cihâzü’s-sırrî) adıyla tanınmıştır.

İhvân-ı Müslimîn’in altıncı ve sonuncu kongresi 9 Ocak 1941’de yapıldı ve bu tarihten sonra kurucu üyelerin toplantısı genel kurul kabul edildi. Bu son kongrede Mısır’ın içtimaî, iktisadî ve siyasî durumu tartışıldı, sonuçta bazı teşkilât mensuplarının parlamentoya girmek için aday olmalarına karar verildi. Bu yolla hükümetin baskı uygulaması ve yayın organlarına tedbir koyması sebebiyle sekteye uğrayan faaliyetlerin yeniden canlandırılması umuluyordu. Bu karar sonucu teşkilât ilk defa siyasî bir kuruluş olarak seçimlere katılmak için çaba gösterdi. 1942 seçimlerinde Hasan el-Bennâ ile kurucu üyelerden Abdurrahman Nâsır adaylıklarını koymak istedilerse de seçimler öncesinde hükümetle varılan anlaşma uyarınca vazgeçtiler. Buna karşılık yeni şubeler açma ve on beş günde bir el-İḫvânü’l-müslimûn (1942-1948) gazetesini tekrar yayımlama iznini aldılar. 1944 seçimlerinde İhvân mensubu altı kişi aday gösterildi; ancak başarılı olamadılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra teşkilât sosyal ve ekonomik faaliyetlere de yöneldi; çok sayıda ticarî, sınaî ve ziraî şirketle yüzlerce okul ve sağlık ocağı kurdu. Eylül 1948’de düzenlenen XX. yıldönümü törenlerinde başkan Hasan el-Bennâ, İhvân-ı Müslimîn’in faaliyetleri üzerine çeşitli bilgiler vererek yirmi yıl içinde şube sayısının Mısır’da 2000’e, Sudan’da elliye ulaştığını, ayrıca Filistin, Doğu Ürdün, Suriye, Pakistan ve İran’da şubeler açıldığını belirtti.

Filistin meselesiyle de yakından ilgilenen İhvân-ı Müslimîn özellikle siyonizm tehdidine dikkat çekmeye çalıştı ve Filistin’i kurtarmak için cihad çağrısı yaptı. 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla başlayan Arap-İsrail savaşında teşkilât mensupları fiilen yer aldılar. İhvân-ı Müslimîn’in yürüttüğü cihad hareketi Fransa, İngiltere ve Amerika gibi Batılı ülkelerin tepkisini çekti; bu ülkelerin Kahire’de bulunan büyük elçileri hükümetin İhvân-ı Müslimîn’i dağıtması tavsiyesinde bulundular. Mısır hükümeti bunun üzerine devlete karşı ayaklanma hazırlıkları içinde olduğu gerekçesiyle teşkilâtın dağıtılmasına ve bütün mallarına el konulmasına karar verdi (8 Aralık 1948). Bu karar sert tepkiyle karşılandı ve yirmi gün sonra Başbakan Nukrâşî Paşa İhvân mensubu bir genç tarafından öldürüldü. 12 Şubat 1949 günü ise Hasan el-Bennâ hükümetin düzenlediği bir suikasta kurban gitti. Nukrâşî Paşa’nın arkasından hükümetin başına getirilen İbrâhim Abdülhâdî, İhvân-ı Müslimîn’e karşı çok acımasız bir baskı ve işkence politikası uygulayarak altı ay içinde 4000 üyesini tutuklattı.

Ocak 1950’de Nehhas Paşa hükümetinin kurulmasından sonra İhvân-ı Müslimîn üzerindeki baskılar yavaş yavaş hafifledi ve bundan istifadeyle ed-Daʿve adında bir derginin yayımına başlandı (30 Ocak 1951). Bu dönemde Mısır’daki en önemli konu İngiliz birliklerinin ülkeden çekilmesiydi. İhvân-ı Müslimîn tartışmalara bütün gücüyle katılarak Nehhas Paşa’nın politikasına destek verdi. Ancak öldürülen Hasan el-Bennâ’nın yerine kimin getirileceği konusunda çekişme başladı ve teşkilât sarsıntı geçirdi; Ekim 1951’de Hasan el-Hudaybî’nin göreve başlamasıyla iç çalkantılar son buldu. Yeni başkan, Nehhas Paşa hükümetinin 1936 tarihli İngiltere-Mısır antlaşmasını yürürlükten kaldırma yönündeki kararını destekleyerek İngilizler’e karşı cihad çağrısında bulundu ve bu maksatla Kanal bölgesinde milis birimleri kurulmasında faal rol oynadı. Çok sayıda İhvân mensubu bunlara katıldı. Hür Subaylar (ed-Dubbâtü’l-ahrâr) hareketinin 23 Temmuz 1952’de iktidarı ele geçirmesinde İhvân-ı Müslimîn darbecilere destek verdi ve dört gün sonra yayımladığı bir beyannâme ile bu eylemi “mübarek hareket” olarak nitelendirdi.

İhvân-ı Müslimîn ile Hür Subaylar arasındaki ilişkiler II. Dünya Savaşı’nın başlarında kurulmuş ve savaş yıllarında gelişerek I. Arap-İsrail Savaşı’nda omuz omuza çarpışmalarına imkân hazırlamıştı. İhtilâlden sonra kurulan konseyle teşkilât arasında yakın bir ilişki vardı. Yeni hükümet bütün partileri kapattığı halde (Eylül 1952) İhvân’ın çalışmalarına siyasî bir kuruluş olmadığı gerekçesiyle izin verdi. Ancak çok geçmeden Mısır’ın yeniden inşası ve izlenecek temel politikalar konusunda darbecilerle, bir İslâm devleti arzulayan ve hükümetin İslâmî esaslara göre düzenlenmesini hedefleyen İhvân-ı Müslimîn arasında görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Nihayet İhvân-ı Müslimîn’in Nizâmü’l-hâss’ın hükümet programına alınmasını istemesi üzerine ilişkiler kopma noktasına geldi. 15 Ocak 1954 tarihinde yayımlanan bakanlar kurulu kararıyla teşkilât siyasî parti kabul edilerek kapatıldı; ayrıca kurulu düzeni yıkma ve İngilizler’le gizli görüşmeler yapma gibi suçlamalarda bulunularak başkanı ile birçok önde gelen mensubu tutuklandı ve aleyhinde yıpratıcı bir neşriyat başlatıldı. İhtilâl konseyindeki ihtilâfların şiddetlenmesi ve General Muhammed Necîb’in 25 Şubat 1954’te -kendisinin haberi olmadan- istifa ettiğinin açıklanması üzerine onu destekleyen halk İhvân-ı Müslimîn’in önderliğinde protestolara başladı ve sonunda tekrar bakanlar kuruluna ve ihtilâl konseyine başkan olarak dönmesini sağladı. Bu olayların arkasından tutuklu bulunan teşkilâtın başkanı ile üyeleri serbest bırakıldı ve ihtilâl konseyi teşkilâta yönelik uygulamalarından dolayı özür diledi. Parlamenter sisteme geçiş ilân edilince basındaki sansür kaldırıldı ve hürriyetler geri verildi. Bütün bu gelişmeleri memnuniyetle karşılayan İhvân-ı Müslimîn, haftalık el-İḫvânü’l-müslimûn gazetesini Mayıs 1954’te yeniden yayımlamaya başladı; ancak gazete 12. sayısından sonra tekrar kapatıldı.

26 Ekim 1954’te Cemal Abdünnâsır’a başarısız bir suikast teşebbüsünde bulunulması İhvân-ı Müslimîn’in tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturur. Her ne kadar bunun bir tertip olduğu sonradan ortaya çıktıysa da suikasttan sorumlu tutulan teşkilât kanun dışı ilân edildi ve binlerce mensubu tutuklandı; 4 Aralık 1954’te yedi lideri idam cezasına çarptırıldı ve bazı İslâm devletlerinin ricası üzerine başkan Hasan el-Hudeybî’nin cezası müebbet hapse çevrilmekle birlikte diğerleri idam edildi (9 Aralık 1954). Cezaevlerindeki tutuklu üyelere ağır işkenceler yapıldı; Ekim 1954’ten 1955’in başına kadar yirmi yedi kişi işkenceden ölürken Haziran 1957’de yirmi iki kişi görevlilerin üzerlerine açtığı yaylım ateşinden öldü. İhvân-ı Müslimîn bu tarihten sonra faaliyetlerini yer altına kaydırdı. 1965 yılının ilk aylarında tutukluların çoğu şartlı tahliyeyle veya sağlık durumlarının bozulması gibi sebeplerle serbest bırakıldı. Fakat aynı yılın ağustos ayında daha geniş çaplı bir tutuklama faaliyeti başlatıldı; aralarında yüzlerce kadın ve genç kızın da bulunduğu tutukluların sayısı 20.000’i aştı. Yargılama sonunda yedi kişinin idamına, 100’den fazlasının da değişik sürelerde hapsedilmelerine karar verildi. İdam cezasına çarptırılanlardan bir kısmının cezası müebbet hapse çevrilirken Fî Ẓılâli’l-Ḳurʾân adlı tefsirin müellifi Seyyid Kutub ile Yûsuf Hevvâş ve Abdülfettâh İsmâil’in cezaları 29 Ağustos 1966’da infaz edildi.

Cemal Abdünnâsır’ın ölümünden (28 Eylül 1970) sonra yerine seçilen Enver Sedat, hapisteki İhvân-ı Müslimîn mensuplarını kademeli olarak serbest bıraktı ve 1970-1978 arasında barış içinde bir dönem geçirildi. 15 Ekim 1971’de serbest bırakılan Hasan el-Hudeybî’nin ölümü üzerine (8 Kasım 1973) teşkilâtın liderliği Ömer et-Tilimsânî’ye geçti. Yasal bir örgüt sayılmamasına rağmen İhvân-ı Müslimîn, eskisi gibi davet faaliyetlerine girişerek Temmuz 1976’da ed-Daʿve adlı dergiyi tekrar yayımlamaya başladı. Bu dergide birçok meseleyle ilgili görüşler açıklanıyor, özellikle teşkilâtın resmen tanınması, şer‘î düzene geçilmesi, Enver Sedat’ın 1979’da İsrail’le imzaladığı barış antlaşması ve İsrail’in devlet olarak tanınıp Kahire’de elçilik açmasının reddedilmesi gibi konularda yayım yapılıyordu. 1978-1981 döneminde İhvân-ı Müslimîn ile Mısır hükümeti arasındaki ilişkileri İran İslâm Devrimi ve Mısır-İsrail Barış Antlaşması etkiledi. ed-Daʿve dergisi 1 Eylül 1981’de hükümet tarafından kapatıldı. Bu arada tutuklanan Ömer et-Tilimsânî, Hüsnü Mübârek iş başına geldikten sonra serbest bırakıldı (6 Ekim 1981). Onun döneminde daha çok siyasî faaliyetlere yönelen İhvân-ı Müslimîn tek başına seçimlere katılmasına izin verilmediği için 1984 seçimlerinde yeni kurulan Vefd Partisi’yle iş birliğine gitti ve parlamentoya altı milletvekili gönderdi. Tilimsânî Mayıs 1986’da vefat etti. Tilimsânî’nin yerine getirilen Muhammed Hâmid Ebü’n-Nasr’ın Amel ve Ahrâr partilerinin şemsiyesi altında katıldığı 1987 seçiminde bu sayıyı otuz altıya çıkaran teşkilât 1990’da ise sağlıklı yapılmadığı iddiası ile seçimlere katılmadı.

İhvân-ı Müslimîn, 1990’lı yılların ortalarına gelindiğinde özellikle öğrenci ve meslek kuruluşlarındaki etkinliğiyle rejimi endişelendirecek derecede güçlendi. Ocak 1995’te teröristlerle bağlantılarının bulunduğu ileri sürülerek önde gelen liderlerinin tutuklanmasıyla birlikte teşkilâtın rejimle olan ilişkileri iyice gerildi. Kasım 1995’te Kahire’deki büroları kapatıldı ve birçok mensubu hakkında askerî mahkemede ağır cezalar içeren mahkûmiyet kararları verildi; ayrıca 29 Kasım 1995’te yapılan seçimlere katılması da engellendi. Muhammed Hâmid Ebü’n-Nasr’ın 20 Ocak 1996’da vefatının arkasından yerine Mustafa Meşhûr seçildi ve alınan bir kararla başkanlık görev süresi hayat boyu olmaktan çıkarılarak tekrar seçilebilmek kaydıyla altı yıl ile sınırlandı.

Teşkilâtın çalışması ve idarî yapısı bir kuruluş yasası ve bunu açıklayan iç tüzük ile düzenlenmiştir. En yüksek organ olan Genel Şûra Meclisi, Kahire’deki üçüncü toplantısında (1935) İhvân-ı Müslimîn Nizamnâmesi’ni onaylamış, bu nizamnâme 1945 yılında değişikliğe uğrayıp Ḳānûnü’n-niẓâmi’l-esâsî li-heyʾeti’l-İḫvâni’l-müslimîn el-ʿâmme adıyla yayımlanmış, daha sonra da çeşitli tarihlerde yine bazı değişiklikler geçirmiştir. Kuruluş yasasının maddelerini açıklayan iç tüzük 2 Kasım 1951 tarihinde neşredilmiştir. Kuruluş yasasında 1945 yılında yapılan değişikliğe göre teşkilâta üyelik iki kademeli olarak belirlenmiştir: Aday üye ve görevli üye. Altı aylık bir sürede üyelik liyakatini ispatlamak durumunda olan aday üyenin bu tarihten sonra bağlılık yemini etmesine ve böylece teşkilâtın görevli üyeleri arasına katılmasına izin verilir. Genel kurallara göre üyelik şartları on sekiz yaşını doldurmak, iyi hal ve güzel ahlâk sahibi olmak, İhvân düşüncesini iyice anlamak, her an verilecek görevleri yerine getirmeye hazır beklemek ve her ay aidat ödeyerek teşkilâta maddî katkıda bulunmaktır.

Başlıca idarî organlar şunlardır: 1. el-Mürşidü’l-âm (genel başkan). 2. Mektebü’l-irşâdi’l-âm (genel irşad bürosu). En yüksek idarî makam olup davetin icraatını denetler, teşkilâtın siyasetine ve idaresine yön verir. 3. el-Hey’etü’t-te’sîsiyye (kurucu heyet). Genel şûra meclisini oluşturur ve aynı zamanda irşad bürosunun genel meclisi sayılır. Teşkilâtın kadınlar kolunu temsil eden Firku’l-ahavâti’l-müslimât adındaki komisyon ilk defa 1932’de toplanmış ve 26 Nisan 1933 tarihinde iç tüzüğünü yayımlamıştır. 1948 yılında kapatılmadan önce elli şubede kayıtlı 5000 üyesi bulunuyordu; 1954 yılında ise şubelerinin sayısı 250’yi aştı. 1951’de kadınlar kolu için yeni bir tüzük yayımlanarak eğitim, sağlık ve diğer sosyal faaliyetlere kadınların daha aktif biçimde katılmaları sağlandı. Mektebetü’l-irşâdi’l-âmm’e kadınlar kolu dışında öğrenciler, işçiler, çiftçiler, İslâm âlemiyle iletişim bölümleriyle malî işler komisyonu ve siyasî komisyon bağlıdır.

Teşkilâtın Mısır’daki ve diğer ülkelerdeki idarî yapısı birbirinden bağımsız olarak gelişmekle birlikte Mısır dışındaki İhvân’ın en yüksek yöneticisine “el-murâkıbü’l-âm” denilmekte ve bu da onun hiyerarşik olarak el-mürşidü’l-âmdan daha alt bir kademede olduğu intibaını uyandırmaktadır.

İhvân-ı Müslimîn siyasî, ilmî, sportif, kültürel ve sosyal alanlarda faaliyet gösteren çok yönlü bir teşkilât olarak gelişmiştir. İçeride idarenin ıslahını, dışarıda İslâm ülkelerinin diğer ülkelerle olan mevcut ilişkilerinin düzenlenmesini savunmuştur. Kurucusu Hasan el-Bennâ’nın benimsediği toplumu ve devleti ıslah metodu kapsayıcı olmak özelliği ile temayüz etmiştir. Islah programlarının fert, aile, toplum, devlet ve bütün bir beşeriyeti içine almasına önem verilmiştir.

1928-1938 yılları arasındaki ilk on yılda İhvân-ı Müslimîn bütün faaliyetlerini dersler, konferanslar, hutbeler ve törenler vasıtasıyla ideolojisini tanıtmak ve toplum arasında yaymak konusunda yoğunlaştırmıştır. Bu maksatla seyahatler ve kamplar düzenlenmiş, risâle ve gazeteler yayımlanmıştır. Teşkilâtın çıkardığı günlük, haftalık ve aylık yayınlardan en önemlileri resmî organ olan ve çeşitli dönemlerde günlük, haftalık ve on beş günlük olarak yayımlanan el-İḫvânü’l-müslimûn gazetesi ve aynı adı taşıyan dergi ile eş-Şihâb, el-Keşkûl, et-Teʿârüf, eş-Şuʿâʾ, en-Neẕîr, el-Mebâḥis̱, ed-Daʿve, Menzilü’l-vahiy, Minberü’ş-Şarḳ, el-Müslimûn ve el-Menâr dergileriydi.

İhvân-ı Müslimîn aynı zamanda iktisadî, içtimaî ve siyasî alanlardaki faaliyetlere de önem vermiş, Eğitim alanında İslâm kültürünün öğretildiği en önemli merkezlerden olan Ezher’in ıslah edilmesini, okullarda ve üniversitelerdeki ders programlarının yeniden düzenlenmesini önermiştir. Bu arada anayasayı ve parlamenter sistemi bazı şerhlerle kabul ettiğini açıklayarak ümmeti bölmekte olan particiliğin ve bütün siyasî partilerin kaldırılmasını savunmuş, yabancıların kültürel, siyasî ve ekonomik baskılarından kurtulmak yolunda çaba harcamıştır. Ayrıca bütün Arap ve İslâm ülkelerinin tam bağımsızlığa kavuşması ve başka ülkelerde yaşayan müslümanlara azınlık haklarının tanınması için çalışmıştır. Filistin’de İngiliz manda yönetimine karşı sürdürülen mücadeleye destek olan İhvân-ı Müslimîn, 1937 yılında İngiltere tarafından teklif edilen Filistin’in taksim tezini reddetmiştir. Diğer taraftan İslâm dünyasının meseleleriyle de yakından ilgilenmiş, Mısır dışındaki müslümanların meselelerine eğilip onlara çeşitli konularda destek vermiştir.

BİBLİYOGRAFYA
İshak Mûsâ el-Hüseynî, el-İḫvânü’l-müslimûn: Kübra’l-ḥarekâti’l-İslâmiyyeti’l-ḥadîs̱e, Beyrut 1952; Christina P. Harris, Nationalism and Revolution in Egypt: the Role of the Moslem Brotherhood, London 1964; Muhammed Şevkî Zeki, el-İḫvânü’l-müslimûn ve’l-müctemaʿu’l-Mıṣrî, Kahire 1980; Kâmil eş-Şerîf, el-İḫvânü’l-müslimûn fî ḥarbi Filisṭin, Mansûre 1984; Muhammed Fethî Ali Şaîr, Vesâʾilü’l-iʿlâmi’l-maṭbûʿa fî daʿveti’l-İḫvâni’l-müslimîn, Cidde 1405/1985; Ferîd Abdülhâliḳ, el-İḫvânü’l-müslimûn fi’l-mîzâni’l-ḥaḳ, Kahire 1408/1987; Zekeriyyâ Süleyman Beyyûmî, el-İḫvânü’l-müslimûn beyne ʿAbdünnâṣır ve’s-Sâdât (1952-1981), Kahire 1408/1987; Muhammed Hâmid Ebü’n-Nasr, Ḥaḳīḳatü’l-ḫilâf beyne İḫvâni’l-müslimîn ve ʿAbdünnâṣır, Kahire 1408/1988; Ahmed Abdülmecîd, el-İḫvân ve ʿAbdünnâṣır, Kahire 1991; İbrâhim el-Beyyûmî Gānim, el-Fikrü’s-siyâsî li’l-İmâm Ḥasan el-Bennâ, Kahire 1412/1992; Hasan el-Bennâ, Mecmûʿatü resâʾi-li’l-imâmi’ş-şehîd Ḥasan el-Bennâ, Beyrut 1412/1992; M. Deeb, “Continuity in Modern Egyptian History: The Wafd and the Muslim Brothers”, Problems of the Modern Middle East in Historical Perspective (ed. J. P. Spagnolo), Oxford 1992, s. 49-61; Hâle Mustafa, el-İslâmü’s-siyâsî fî Mıṣr: min ḥareketi’l-ıṣlâḥ ilâ cemâʿati’l-ʿunf, Kahire 1412/1992, s. 75-130; Hişâm Mübârek, İrhâbiyyûn ḳādimûn: Dirâse muḳārene beyne mevḳıfi’l-İḫvâni’l-müslimîn ve cemâʿâti’l-cihâd min ḳażıyyeti’l-ʿunf (1928-1994), Kahire 1995; Abbas Hâmeyâr, Îrân ve’l-İḫvânü’l-müslimûn (trc. Abdülemîr es-Sâidî), Beyrut 1997; Z. Kaplinsky, “The Muslim Brotherhood”, Middle Eastern Affairs, V/12, New York 1954, s. 377-384; Aly Abd al-Monein Said – M. W. Wenner, “Modern Islamic Reform Movements; The Muslim Brotherhood in Contemporary Egypt”, MEJ, XXXVI/3 (1982), s. 336-361; Uri M. Kupferschmidt, “The Muslim Brothers and the Egyptian Village”, AAS, XVI/1, Jerusalem 1982, s. 157-170; G. Delanoue, “Ikhwān al-Muslimūn”, EI2 (İng.), III, 1068-1071; Denis J. Sullivan, “Muslim Brotherhood in Egypt”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, New York 1994, III, 187-191.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 580-583 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

2/2
Müellif:
HİLAL GÖRGÜN
Mısır Dışındaki İhvân-ı Müslimîn Hareketi. İhvân-ı Müslimîn 1930’lu yılların ortalarından itibaren Mısır dışında Suriye, Sudan, Ürdün, Küveyt, Yemen, Pakistan, Kuzey ve Orta Afrika ile Avrupa’nın bazı ülkelerinde şube açtığı gibi buralarda farklı isimler altında çeşitli örgütlerin ortaya çıkmasında da büyük bir rol oynamıştır.

Suriye. Fransız işgali altındaki Suriye’de ilk şubesini 1937’de açan teşkilâtın burada güçlenmesinde ve yayılmasında etkili olan kişi Mustafa es-Sibâî’dir. Kahire’de öğrenciliği sırasında Hasan el-Bennâ ile tanışan Sibâî, Suriye’ye döndükten sonra 1945-1946 yıllarında önceden mevcut olan bazı cemiyetleri İhvân-ı Müslimîn çatısı altında topladı; kendisi de el-murâkıbü’l-âm seçildi. Fransa’nın 1946’da askerlerini çekmek zorunda kalmasından sonra ortaya çıkan yönetim krizi sırasında aktif rol oynayan teşkilât, 1947 yılında yapılan seçimlere katılarak halktan büyük destek gördü. 1948’de Araplar’ın Filistin’de yenilgiye uğramasından sonra Batı ile ortak çalışmalar yapılmasına karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn şehirlerdeki gücünü arttırdı.

Suriye’de üst üste darbelerin yapıldığı yıl olan 1949’da teşkilâtın üzerindeki baskıların artması üzerine İhvân-ı Müslimîn, siyasî faaliyetlerini devam ettirebilmek amacıyla diğer bazı organizasyonlarla birlikte el-Cebhetü’l-iştirâkiyyetü’l-İslâmiyye’yi kurdu. Bu dönemde Suriye ihvânında hâkim olan İslâm sosyalizmi fikrini Mustafa es-Sibâî 1959 yılında İştirâkiyyetü’l-İslâm başlığı altında kitaplaştırdı. 1954’te İhvân-ı Müslimîn’in Mısır’da yasaklanmasından sonra Suriye şubesi siyasî faaliyetlerini durdurarak daha çok eğitime yöneldi. Bu arada Suriye, Irak, Ürdün ve Sudan şubelerinin temsilcileri Şam’da bir araya gelerek Hür Subaylar’a karşı hükümetler ve halk nezdinde bir kampanya başlatma kararı aldılar. 1957 yılında Mustafa es-Sibâî hastalığı sebebiyle yerini İsâm el-Attâr’a bıraktı. Suriye’nin 1958’de iktidardaki Baas Partisi’nin gayretleri sonucu Mısır ile birleşmesi, her iki devlette de siyasî partilerin ve onların yanı sıra İhvân teşkilâtının kapanmasını beraberinde getirdi. Bu yüzden 1961 yılında Suriye’nin Mısır’dan ayrılmasını destekleyenlerin başında İhvân-ı Müslimîn mensupları geldi ve bu süreçten sonra tekrar açılarak siyasî faaliyetlerine hız verdi; 1962’de seçimlere katılıp parlamentoda on sandalye kazandı.

Baas Partisi’nin yeniden iktidara gelmesinden (1963) sonra teşkilâtla rejim arasında günümüze (2000) kadar süren bir sürtüşme başladı ve rejimin laik politikasını eleştiren teşkilât diğer partiler gibi kapatılırken lideri İsâm el-Attâr sürgüne gönderildi. 1967 İsrail yenilgisinin ardından Suriye İhvân-ı Müslimîn’i kendi içinde rejimle olan ilişkiler konusunda fikir ayrılığına düştü. İsâm el-Attâr’ı destekleyen Şam grubu rejime karşı ılımlı bir davranış sergilenmesini isterken Mervân Hadîd’in etrafında oluşan grup, Baas rejimine karşı silâhlı bir cihad faaliyetinin başlatılması gerektiğini savundu. Bu fikir ayrılığından çıkan bunalım 1970 yılında bölünmeyle sonuçlandı. 1970’te iktidarı ele geçiren Hâfız Esed’in din karşıtı bir politika uygulaması rejimin Şam grubuyla ilişkilerinin bozulması sonucunu doğurdu. İhvân-ı Müslimîn 1973 anayasasında devletin “demokratik, halkçı ve sosyalist” şeklinde tanımlanmasına karşı çıkarak metne devletin dininin İslâm olduğuna dair bir madde eklenmesi gerektiğini savundu; bunu geniş halk kitlelerinin katıldığı boykotlar takip etti. Esed’in politikalarında bazı değişikliklere gitmesinden ve 1973’teki savaş ortamından dolayı teşkilâtın rejime karşı faaliyetlerinde bir yumuşama görüldüyse de bu durum uzun sürmedi ve Adnân Sa‘deddin’in 1975’te el-murâkıbü’l-âm seçilmesinden sonra ilişkiler tekrar bozuldu. Esed’in Haziran 1976’da Lübnan’daki iç savaşta müslüman gruplara karşı Mârûnîler’in yanında yer alması hem Suriye halkının hem de teşkilâtın tepkisine yol açtı ve Esed Mârûnîler’in, İsrailliler’in, Amerikalılar’ın ajanı olmakla suçlandı. Suriye’nin Lübnan’daki iç savaşa karışmasının ardından İhvân-ı Müslimîn de Esed rejimine karşı cihad açıp asker ve polislere saldırı başlattı. 1980 başından itibaren bunları büyük çaplı gösteriler ve grevler takip etti. Esed rejiminin teşkilâtın faaliyetlerine son vermek amacıyla aldığı sert tedbirler örgütün Suriye’deki etkisini azaltmadığı gibi aksine halkın ve sivil kuruluşların ona olan desteğini arttırdı. Bunun üzerine 7 Haziran 1980’de çıkarılan 49 sayılı kanunla teşkilâta üye olmak, hatta herhangi bir biçimde onunla dayanışmaya girmek yasaklandı ve kanunu ihlâl edenlere ölüm cezası getirildi. 26 Haziran 1980’de Esed’e karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunulmasının arkasından yaklaşık 5000 İhvân mensubu tutuklandı ve birçoğu öldürüldü. Bu olaylardan sonra teşkilât yeniden yapılanma ve taktik değişimine gitti. Ekim 1980’de çok sayıda örgütü çevresine toplayarak Şeyh Muhammed Ebû Nasr el-Beyânûnî, Adnân Sa‘deddin ve Saîd Havvâ’nın öncülüğünde el-Cebhetü’l-İslâmiyye fî Sûriye’yi kurdu. Cephe daha ziyade, o güne kadar İhvân-ı Müslimîn tarafından dile getirilen görüşleri benimseyerek bunları Beyânât ve Mîs̱âḳ başlığı altında iki yayın halinde kamuoyuna duyurdu. Ancak Suriye yönetimi de yıllardan beri süren silâhlı mücadeleler ve grevler yüzünden sarsılan otoritesini tekrar tesis etmek amacıyla geniş çaplı bir faaliyete başladı ve askerî birlikler 1982 Şubatında teşkilâtın kalesi durumunda olan Hama şehrine havadan ve karadan saldırıya geçti; binlerce kişi öldürüldü ve şehir tahrip edildi.

Hama olaylarından sonra İslâm cephesi içinde çeşitli tartışmalar ve bölünmeler vuku bulurken hareketin önde gelenleri Suriye dışına çıktı. 1980-2000 yılları arasında gelişen milletlerarası olaylar Suriye İhvânı’nın tavrı üzerinde belirleyici bir rol oynadı. Âyetullah Humeynî’den beklediği yardımı göremeyen Adnân Sa‘deddin’in başını çektiği grup Irak yanlısı bir tavır sergiledi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Körfez Savaşı’ndan sonra Suriye’nin İsrail ile barış görüşmelerine başlaması üzerine Esed rejimi İhvân-ı Müslimîn’e karşı daha ılımlı bir politika takip etme ihtiyacı duydu ve çok sayıda örgüt mensubunu hapisten çıkardı. Geçen yıllar içerisinde lider kadrosu değişen teşkilât da Esed’in son politikalarını olumlu karşılayarak rejime karşı cihad çağrısını durdurdu.

Ürdün ve Filistin. İhvân-ı Müslimîn’in Ürdün kolu Hâc Abdüllatîf el-Kura liderliğinde 1946 yılında Salt şehrinde kuruldu ve siyasete karışmamak şartıyla Kral Abdullah’ın onayını aldı; 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Batı Şeria’da güçlenerek siyasîleşmeye başladı. Hâc Abdüllatîf el-Kura’nın 1953’te vefatından sonra örgütün başına Abdurrahman el-Halîfe geçti. Diğer siyasî partilerin zaman zaman Hâşimî rejimi tarafından yasaklanmasına rağmen İhvân-ı Müslimîn meşrû bir örgüt olarak kabul edildi ve faaliyetlerine izin verildi. Ürdün rejiminin hareketi kontrol altında tutmak amacıyla liderlerini tutuklamasına rağmen 1950 ve 1960’lı yıllar boyunca teşkilâtın genelde Kral Hüseyin’le iyi ilişkiler geliştirerek onun komünist, Baasçı ve Nâsırcı gruplara karşı izlediği politikayı destekledi. 1951 yılından itibaren de seçimlere katıldı ve parlamentoda temsil edildi; 1962’de Batı Şeria’da bütün siyasî partiler seçimleri boykot ederken de bu boykota katılmayan tek örgüt oldu. 1967’de Batı Şeria’nın İsrail işgali altında kalmasından sonra teşkilâtın bazı mensupları Filistin Kurtuluş Örgütü saflarında İsrâil’e karşı yürütülen silâhlı mücadeleye katıldı. 1970’li yıllarda ise bölgedeki İslâmî hareketlerde görülen canlılığa paralel olarak tekrar güçlendi.

İhvân-ı Müslimîn, 1980’li yılların başlarından itibaren rejimin meşruiyetini sorgulamaya ve icraatını şiddetle eleştirmeye başladı. Bunun üzerine rejim açısından tehlikeli görülerek bazı mensupları tutuklandı. Kral Hüseyin’in uzun bir aradan sonra 1989’da seçimlerin yapılmasına karar vermesi teşkilâtla ilişkilerin yumuşamasına yol açtı. Seçimlere katılan örgüt, parlamentodaki altmış sandalyeden yirmi ikisini alarak % 40’a varan oranda başarı sağladı. İhvân-ı Müslimîn’e yakın görüşteki diğer partilerin de on iki sandalyeye sahip olması sonucunda parlamentodaki dengeler değişti ve kanunların İslâm’a uygun hale getirilmesini savunanlar ağırlık kazandı. 1950 yılından itibaren resmî kayıtlarda dinî bir hayır kurumu olarak geçen teşkilât, seçim kanununun gerekli kılması üzerine fikren kendisine yakın bulduğu bağımsızlarla birleşerek Şubat 1993’te Cebhetü’l-ameli’l-İslâmî adlı siyasî bir parti kurdu ve 1993 seçimlerinde küçümsenemeyecek bir başarı sağladı.

Sudan. Sudan, İhvân-ı Müslimîn ile 1940’lı yıllarda Mısır’da okuyan öğrenciler vasıtasıyla tanıştı. Örgüt özellikle çeşitli siyasî partilere mensup öğrenciler arasında taban buldu ve onun etkisiyle önceden komünist gruplara yakın olan Bâbikir Karrâr ve Muhammed Yûsuf’la bazı arkadaşları Hareketü’t-tahrîri’l-İslâmî’yi kurdu. O dönemde popüler olan İslâm sosyalizmi fikrinden esinlenen bu iki lider, sosyalist bir İslâm devletinin kurulması için propaganda yapmaya başladı. 1950’li yılların başlarında Hareketü’t-tahrîri’l-İslâmî’ye katılan çok sayıda öğrenci kendisini aynı zamanda İhvân mensubu kabul ediyordu. Karrâr’ın İhvân-ı Müslimîn ile yakınlığa muhalif olması grup içinde tartışmaların çıkmasına yol açtı. Tartışmaları bitirmek amacıyla 21 Ağustos 1954’te Mü’temerü’l-îd adı altında bir kongre yapıldı. Kongrede Sudan İhvân-ı Müslimîn örgütünün resmen kurulduğu ilân edildi ve el-murâkıbü’l-âm olarak Reşîd Tâhir seçildi. Önceleri İngilizler’in Sudan’dan çekilmesi durumunda Mısır ile birleşilmesini savunan teşkilât, Mısır İhvânı’nın Cemal Abdünnâsır’a yapılan suikast teşebbüsünün ardından baskı görmeye başlaması üzerine tam bağımsızlık yönünde fikir değiştirdi ve ülkenin bağımsızlığını ilân etme kararı netleşmeye başlayınca da Aralık 1955’te el-Cebhetü’l-İslâmiyye li’d-düstûr’u kurdu.

General İbrâhim Abbûd’un 1958 yılında yaptığı darbeden sonra bütün siyasî partiler kapatıldığı halde dinî bir hareket olarak görülen İhvân-ı Müslimîn’in faaliyetlerine izin verildiyse de 9 Kasım 1959’da el-murâkıbü’l-âm Reşîd Tâhir’in diğer bazı kesimlerin desteğiyle askerî rejime karşı darbe hazırlığına giriştiğinin anlaşılması üzerine yasaklama kapsamına alındı. 1964’te General Abbûd’un iktidardan uzaklaştırılmasını sağlayan halk hareketine katılan İhvân-ı Müslimîn’i bundan sonra yönlendiren kişi, Aralık 1964’te daha geniş tabana yayılmak amacıyla Cebhetü’l-mîsâkı’l-İslâmî’yi kuran Hasan et-Türâbî oldu. Siyasî konulara ağırlık veren teşkilât, öteden beri İhvân’ın üzerinde durduğu İslâmî anayasa çalışmalarını hızlandırarak şeriatın uygulanması meselesini gündeme getirdi. Arkasından da Mayıs 1965 seçimlerine katılıp parlamentoya girdi ve Sâdık el-Mehdî’nin liderliğindeki Hizbü’l-ümme ile birlikte İslâmî anayasa çalışmalarını ve komünizm karşıtı faaliyetlerini yoğunlaştırdı.

Nümeyrî’nin askerî darbesinden (1969) sonra Türâbî dahil İhvân’ın yönetim kadrosunda bulunan çok sayıda üye yakalandı ve bir kısmı öldürüldü. 1971 Temmuzunda gerçekleştirilen sol eğilimli bir darbe girişiminin Nümeyrî’nin dinî kesimle arasının düzelmesine yol açması, aynı yılın sonlarında hapisten çıkan Türâbî’ye hareket alanını genişletmesi için ortam hazırladı ve üniversitelerdeki öğrenci dernekleri İhvân-ı Müslimîn’in kontrolüne geçti. 1973 anayasasında hukukun ana kaynağının İslâm olduğunun belirtilmesinden sonra başlatılan kanunların İslâmîleştirilmesi politikası teşkilât tarafından desteklendi. 1977-1978 yıllarında bir millî uzlaşma sağlandı. Bundan sonra İhvân-ı Müslimîn güçlenmeye ve mensupları da önemli mevkilere çıkmaya başladı. Hasan et-Türâbî, kanunların şeriata uygunluğunu kontrol etme göreviyle başsavcılığa getirildi (1979). Nisan 1984’te kanunların İslâmîleştirilmesi politikasını hızlandırmak için olağan üstü hal uygulaması yürürlüğe konduğunda da “mehâkimü’t-tavâri’” (mehâkimü’l-istisnâiyye) denilen özel mahkemelerde çoğunlukla İhvân mensupları görev aldı.

İhvân-ı Müslimîn’in güçlenişi rejiminin otoritesini sarsacak boyutlara ulaşınca liderleri Mart 1985’te çeşitli bahanelerle tutuklandı. Nisanda ise teşkilâtın da katılımıyla halk tarafından Nümeyrî iktidardan düşürüldü. Arkasından İhvân-ı Müslimîn ile diğer müslüman grupların temsilcileri bir kongre düzenlediler ve el-Cebhetü’l-kavmiyyetü’l-İslâmiyye’yi kurdular. Cephe, Nisan 1986 seçimlerinde geleneksel partilerden Hizbü’l-ümme ve Hizbü’l-ittihâdî ed-dîmukrâtî’nin arkasından üçüncü parti oldu. Önce muhalefette yer alan cephe, Mayıs 1988’de hükümetin düşürülmesinden sonra kurulan yeni hükümete katıldı ve Hasan et-Türâbî Adalet bakanlığı ve başsavcılık görevlerini üstlendi. Bu hükümet, 30 Haziran 1989’da Albay Ömer Hasan el-Beşîr’in başını çektiği bir askerî darbeyle devrildi. Beşîr yönetimi, takip ettiği politikalarla Hasan et-Türâbî liderliğindeki el-Cebhetü’l-kavmiyyetü’l-İslâmiyye’nin desteğini aldı ve yeni kurulan hükümette önemli bakanlıklara getirilen cephe mensupları Nümeyrî’nin başlattığı şeriatın tatbiki çizgisini sürdürme imkânını buldu.

1990’lı yıllar boyunca Hasan et-Türâbî’nin devlet başkanı Beşîr’den sonra ikinci önemli şahsiyet olarak görünmesi ve yetkileri daha çok kendi elinde toplamaya çalışması Beşîr’i iktidarı konusunda endişelendirdi ve parlamentoda çoğunluğu oluşturan cephenin devlet başkanının gücünü sınırlayacak anayasa değişikliklerini gündeme getirmesi üzerine Aralık 1999’da ülke bütünlüğünü koruma ve düzeni sağlama bahanesiyle parlamentoyu kapatarak olağan üstü hal ilân etti.

İhvân-ı Müslimîn’in Görüşleri. İhvân-ı Müslimîn hareketi, XIX. yüzyılın sonlarında Mısır’da ortaya çıkan ve Batı kültürü karşısında müslümanların tavrını tesbite çalışan ıslah hareketinin bir devamı olarak görülebilir. Cemâleddîn-i Efgānî ve öğrencisi Muhammed Abduh’la başlayıp daha sonra liberal ve radikal eğilimlere sahip iki kola ayrılarak devam eden ıslah hareketi fikrî seviyede kalmış, bir halk hareketine dönüşmemiştir. Radikal eğilimin temsilcisi olan Reşîd Rızâ’dan etkilenen Hasan el-Bennâ, İslâm âleminin problemlerinin ancak toplumun ıslahıyla çözümlenebileceğine inanarak hareketini bu fikir etrafında oluşturmuştur. Hasan el-Bennâ’nın yeni olmadığını vurguladığı İslâm anlayışı onun İhvân-ı Müslimîn’in tarifini, hedeflerini ve bu hedeflere ulaşmanın yollarını tesbit ettiği metodu da doğrudan etkilemiştir. Bütün İhvân mensuplarınca benimsenen ve örgüt tarihi boyunca değişmeyen bu anlayışa göre İslâm’ın hükümleri ve öğretileri insanların dünya ve âhiret işlerini düzenler; İslâm hem inanç hem ibadet hem din hem devlettir. İhvân-ı Müslimîn, öğretilerinde Kitap ve Sünnet’e ayrı bir vurgu yaparak İslâm’ı sahâbenin, tâbiînin ve selef-i sâlihînin anladığı şekilde anladığını söyler. Bu anlayışa göre İslâm’ı asrın rengine değil asrı İslâm’ın rengine sokmak gerekmektedir (Mecmûʿatü resâʾil, s. 244). İhvân-ı Müslimîn Selefî, Sünnî, sûfî, siyasî, iktisadî, ilmî, kültürel ve sportif boyutları olan bir harekettir (a.g.e., s. 248-250). Bennâ, hareketin hedeflerini esas ve özel olmak üzere iki grup halinde ele alır. Esas hedeflerinden birincisi, bütün müslüman topraklarının yabancıların hâkimiyetinden kurtarılıp hürriyetine kavuşturulması, ikincisi de bu hür vatanda İslâm hükümlerinin geçerli kılınıp İslâmî sosyal düzenin uygulanmasıdır. Özel hedefleri ise İhvân-ı Müslimîn’in içinde bulunduğu toplumun değiştirilmesiyle alâkalıdır (a.g.e., s. 225 vd.). Teşkilâta katılan bir kişi önce kendi nefsini her yönden ıslah etmek için çaba harcamalı ve İslâmî esaslara dayalı bir aile kurmalı, sonra da emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker ilkesini yerine getirerek toplumu düzeltmeye, İslâm topraklarını kültürel, fikrî, iktisadî ve siyasî alanlarda emperyalist güçlerin tahakkümünden kurtarmaya, İslâmî esaslara uygun, İslâm ümmetini koruyacak, birliğini sağlayacak, İslâm’ı hâkim kılacak ve kültürünü yayacak bir devletin kurulmasına çalışmalı ve yeryüzünde bozgunculuğun kaldırılması, İslâm’ın hâkim olması için cihad etmelidir (Said Havva, 50. Yılında Müslüman Kardeşler Teşkilatı, s. 231 vd.).

Dinî esaslara dayalı bir toplum modelini savunan İhvân-ı Müslimîn bunun bütün insanlık için en uygun sistem olduğunu vurgular. Din-devlet ayırımına şiddetle karşı çıkan teşkilâta göre şeriatın hükümleri bütün zaman ve mekânlarda tatbik edilebilir ve bu durum hem dinî hem sosyal ve kültürel açıdan bir zorunluluktur. İslâm bütün emir ve hükümleri birbirine dayanan mükemmel bir sosyal düzeni öngörmesinden dolayı bütünüyle uygulanmalı, bir kısmı alınıp bir kısmı terkedilmemelidir. Şeriat ve fıkıh ayırımı üzerinde duran İhvân-ı Müslimîn’e göre fıkhî hükümler tarihsel olabilir, ancak şeriat bütün zaman ve mekânlarda geçerlidir. İctihad kapısının sürekli açık tutulması ise günümüz müslümanlarının problemlerinin İslâmî bir şekilde çözülebilmesine imkân hazırlar.

İhvân-ı Müslimîn, geleneksel İslâmî siyaset telakkisini hatırlatan fikirleriyle hedeflediği sistemin teokrasi veya diktatörlük sistemi olmadığını vurgular. Buna göre yöneticinin bir kutsiyeti bulunmadığı gibi Kur’an ve Sünnet’te belirtilen emirler de hem devlet başkanı hem yönetilenler için geçerlidir. Toplumun temsilcileri durumundaki ehl-i şûrâ tarafından seçilen devlet başkanı yine onlara danışarak hareket eder ve onlar tarafından denetlenir. Hasan el-Bennâ, gelişmiş bir ideal devlet modeli ortaya koymamakla birlikte genel hatlarıyla bazı konular üzerinde durmuştur. Ona göre İslâm coğrafî sınır tanımaz, kan bağına itibar etmez ve bütün müslümanları tek bir ümmet sayar. Hilâfet İslâm birliğinin sembolü, İslâm ülkeleri arasında bir bağ ve İslâm’ın bir şiârı, halife de Allah’ın nizamındaki hükümlerin uygulayıcısıdır. Bennâ’ya göre İslâm’da siyasî idare, devlet başkanının Allah’a ve insanlara karşı sorumlu olması, ümmetin birliği ve ümmetin iradesine saygı duyulması prensipleri üzerine inşa edilir.

Hasan el-Bennâ mevcut sistemde kendileri açısından neyin kabul edilebilir, neyin edilemez olduğu üzerinde durmuş ve onun bu tavrı daha sonraki yöneticiler tarafından da sürdürülmüştür. Prensip olarak anayasal bir devlet düzenini benimsemekle birlikte Bennâ mevcut Mısır anayasasının Batı’dan alındığı, dolayısıyla İslâm’a uygun olmayan noktalar içerdiği için değiştirilmesi gerektiği kanaatindedir. Ona göre ferdî ve şahsî hürriyeti koruyan, şûra esasına dayalı, kuvvetini milletten alan idarecilerin yaptığı işlerde millet karşısında mesuliyetini beyan eden ve her türlü sultayı sınırlayan anayasa hükümlerinin İslâm’ın prensipleri ve idarî konulardaki kaide ve nizamları ile uyuşmayacak yönü yoktur. Bu sebeple anayasal düzenin yeryüzünde İslâmî idare tarzına en yakın sistem olduğunu söylemektedir (Mecmûʿatü resâʾil, s. 274). Hasan el-Bennâ, anayasa hakkında gösterdiği bu olumlu yaklaşımı demokratik sistemlerin bir unsuru olan siyasî partiler hakkında göstermemiştir. Ona göre anayasal bir parlamenter sistemin işleyişi için partiler zorunlu olmadığı gibi bunlar bencilliği, insanlar arasında düşmanlığı ve fırsatçılığı beslemektedir. Fakat İhvân-ı Müslimîn, kurucusunun siyasî partilere karşı takındığı bu olumsuz tavra rağmen 1970’li yılların ortalarından itibaren tekrar çok partili sisteme geçen Mısır’da kendine meşruiyet zemini ararken önce bir siyasî parti kurmaya çalışmış, buna izin verilmeyince de çeşitli partilerle ittifaklar yaparak birlikte seçimlere katılmış ve mecliste temsil edilmiştir.

İhvân-ı Müslimîn, İslâmî bir devlet düzeninde ekonominin de kendine has prensiplerinin bulunduğunu ve bunun ne kapitalist ne de sosyalist bir düzende olduğunu savunur. Teşkilâtın bu konudaki görüşleri daha ziyade Seyyid Kutub’un eserlerinde ön plana çıkar. İslâm, ekonomik hayatı da içine alan sosyal adaletin tesisi için üç prensip ortaya koymuştur. Bunlar mutlak vicdan hürriyeti, insanlar arasında tam eşitlik ve karşılıklı dayanışma prensipleridir (Seyyid Kutub, el-ʿAdâletü’l-ictimâʿiyye fi’l-İslâm, s. 32 vd.). İslâm ferdî mülkiyet hakkını tanımakla birlikte bunu sınırsız da bırakmaz. Malın mülkiyeti genelde her ne kadar topluma aitse de fert, mülkiyetindeki mal konusunda toplumun, toplum da her şeyin mâliki olan Allah’ın vekilidir. Fert mala kanunun koyduğu sınırlar içerisinde sahip olabilir ve sahip olmaktan çok koruyuculuk yapar. Ayrıca İslâm malın sarfedilmesi konusunda da sınırlamalar getirmiştir. İhvân-ı Müslimîn sosyal adaletin sağlanmasında zekâta özel bir atıfta bulunur; buna göre zekât taabbüdî ve içtimaî bir vecîbedir (a.g.e., s. 90-114).

İslâm’ın tam anlamıyla uygulandığı bir devlette ferdin bir dizi hak ve hürriyetinin garanti altında olduğunu söyleyen İhvân-ı Müslimîn’e göre insanlar arasında renk ve ırk ayırımı yapılmayacak, müslüman ve zimmî aynı görev ve sorumluluklara sahip olacak, bununla birlikte zimmîlere kendi kanunları uygulanacaktır. İbadet, düşünce, ifade, eğitim ve mülkiyet hakları korunmuş, bütün bu haklar şer‘î hükümlerle kayıt altına alınmıştır.

İhvân-ı Müslimîn hedeflerine ulaşmak için çeşitli metotlar geliştirmiştir. Bunlar arasında, hedeflerle bağlantılı olarak yabancı işgaline karşı takip edilmesi gerekenlerle İslâm toplumunun ıslahı için yapılması gerekenler farklıdır. Hasan el-Bennâ’ya göre emperyalizme karşı cihad etmek her müslümanın üzerine farzdır. Bennâ cihad hakkında uzun açıklamalarda bulunmuşsa da bu konudaki fikirlerini sistemleştirmemiştir. Hasan el-Bennâ silâhlı devrime karşı çıkarken İhvân-ı Müslimîn’in rejimlerle arasının açılmasından ve üyelerinin özellikle 1954’ten itibaren Cemal Abdünnâsır rejimi tarafından çeşitli işkencelere mâruz bırakılmasından sonra cihad anlayışını daha geniş bir alana yaydığı ve fikirlerinde radikalleştiği görülür. Seyyid Kutub ile Hasan el-Bennâ’nın yaşadıkları dönemlerin de etkisiyle fikirlerinde farklılıklar bulunmaktadır. Bennâ’nın konuşmalarında Câhiliye veya dârülharp gibi kavramlara rastlanmaz; Kutub ise düzeni Câhiliye saymakta ve ona karşı cihad edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Seyyid Kutub’un fikirleri her ne kadar İhvân-ı Müslimîn’in resmî görüşleri değilse de onun 1960’lı yıllardaki İhvân hareketini yönlendirdiği ve sonraları Mısır’da daha radikal örgütlerin ortaya çıkmasında rol oynadığı bir gerçektir. İhvân-ı Müslimîn, 1970’li yıllardan sonra Hasan el-Bennâ’nın yolundan giderek rejimle uzlaşmacı bir tavır takınmış ve herhangi bir tekfir girişiminde bulunmadığı gibi her türlü aşırı davranıştan ve yöneticilere karşı cihad fikrinden uzak olduğunu ilân etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA
Hasan el-Bennâ, Mecmûʿatü resâʾili’l-imâmi’ş-şehîd Ḥasan el-Bennâ, Beyrut 1965; a.mlf., Hatıralarım (trc. M. Beşir Eryarsoy), İstanbul 1981; Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler (trc. İsmail Nuri), İstanbul 1980; a.mlf., el-ʿAdâletü’l-ictimâʿiyye fi’l-İslâm, Kahire 1987; Said Havva, 50. Yılında Müslüman Kardeşler Teşkilatı (trc. Ramazan Nazlı), İstanbul 1980; a.mlf., el-Medḫal ilâ daʿveti’l-İḫvâni’l-müslimîn, Amman, ts.; J. Reissner, Ideologie und Politik der Muslimbrüder Syriens: Von den Wahlen 1947 bis zum Verbot unter Adīb aš-Sišaklī 1952, Freiburg 1980; Raymond A. Hinnebusch, “The Islamic Movement in Syria: Sectarian Conflict and Urban Rebellion in an Authoritarian-Populist Regime”, Islamic Resurgence in the Arab World (ed. A. E. Hillal Dessouki), New York 1982, s. 138-169; Umar F. Abd-Allah, The Islamic Struggle in Syria, Berkeley 1983; Olivier Carré – Gérard Michaud, Les frères musulmans Egypte et Syrie (1928-1982), Paris 1983; Olivier Carré, “The Impact of the Egyptian Muslim Brotherhood’s Political Islam Since 1950s”, Islam Nationalism and Radicalism in Egypt and the Sudan (ed. G. R. Warburg – Uri M. Kupferschmidt), Praeger 1983, s. 262-280; Ahmed Abdülhamîd Halefullah, Fikrü’t-terbevî ve taṭbîḳātüh ledâ cemâʿati’l-İḫvâni’l-müslimîn, Kahire 1404/1984; Mahmûd Mütevellî, el-İḫvânü’l-müslimûn ve’l-ʿamelü’s-siyâsî, Kahire 1989; Hasan et-Turâbî, el-Ḥareketü’l-İslâmiyye fi’s-Sûdan: et-Teṭavvür ve’l-kesb ve’l-menhec, Hartum 1410/1989; Osman Abdülmuiz Reslân, et-Terbiyetü’s-siyâsiyye ʿinde cemâʿati’l-İḫvâni’l-müslimîn, Kahire 1990; Safvet Mansûr, el-Menhecü’l-fikrî li’l-ʿameli’l-İslâmî: el-İḫvânü’l-müslimûn, Kahire 1991; Avnî Cedû‘ Ubeydî, Cemâʿatü’l-İḫvâni’l-müslimîn fi’l-Ürdün ve’l-Filisṭîn: 1945-1970, Amman 1991; Abdelwahab el-Affendi, Turabi’s Revolution: Islam and Power in Sudan, London 1991; Muhammed et-Tavîl, el-İḫvân fi’l-barlemân, Kahire 1992; Mahmûd Abdülhalîm, el-İḫvânü’l-müslimûn, İskenderiye 1414/1994, I-III; Hasan el-Aşmâvî, el-İḫvân ve’s̱-s̱evre, Kahire 1977; Abd Al-Fattah Muhammad El-Awaisi, The Muslim Brothers and the Palestine Question 1928-1947, London-New York 1998; Asaf Hussain, “A Select Bibliography of Some Important Source Materials in the English Language on the Ikhwān al-Muslimūn”, MWBR, I/3 (1981), s. 57-60; Olaf Farschid, “Hizbīya: Die Neuorientierung der Muslimbruderschaft Aegyptens in den Jahren 1984-1989”, Orient, XXX/1, Hamburg 1989, s. 53-73; Eyal Zisser, “Syria”, Middle East Contemporary Survey, XIX, Tel Aviv 1995, s. 596; XX (1996), s. 636-638; Hasan Yûsufî Eşkûrî, “İḫvânü’l-müslimîn”, DMBİ, VII, 271-281; Philip S. Khory, “Muslim Brotherhood in Syria”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, New York 1995, III, 191-194; Beverley Milton-Edwards, “Muslim Brotherhood in Jordan”, a.e., III, 194-197; Gabriel R. Warburg, “Muslim Brotherhood in the Sudan”, a.e., III, 197-201; İbrâhim el-Beyyûmî Gānim, “Hasan el-Bennâ”, DİA, XVI, 307-310.

Müslüman Kardeşler: Mısır’da kurulan 91 yıllık İslami hareket

Mısır’ın demokratik yollarla seçilen ilk cumhurbaşkanı ve Müslüman Kardeşler’in ülkedeki lideri Muhammed Mursi, Pazartesi günü mahkeme salonunda hayatını kaybetti.
91 yıllık tarihi olan ve Müslüman Kardeşler (İhvan el Müslimin), 2013’te Mursi’nin askeri darbe ile devrilmesinden bu yana güç kaybediyordu.
O dönemde darbeye karşı çıkan ve Mısır sokaklarında eylemler düzenleyen çok sayıda Müslüman Kardeşler destekçisi, güvenlik güçleriyle çıkan çatışmalarda öldürülmüş veya gözaltına alınmıştı.
Bugün Mısır’da çok sayıda kişi, Aralık 2013’te „terör örgütü“ ilan edilen Müslüman Kardeşler ile ilişkili olma suçlamasıyla cezaevinde bulunuyor.
Son olarak Nisan ayında Beyaz Saray, ABD Başkanı Donald Trump’ın Müslüman Kardeşler’i „terör örgütü“ ilan etmeye hazırlandığını açıklamıştı.

Müslüman Kardeşler nasıl ortaya çıktı?
Orta Doğu’nun en eski İslamcı örgütlerinden biri olan ve İhvan olarak da bilinen Müslüman Kardeşler, ideolojisini Kuran öğretileriyle temellendiriyor.
1928 yılında Mısır’da Hasan El Benna tarafından kurulan örgüt, siyasi aktivizmle İslami yardım işlerini bir arada yürüten modeliyle dünyanın dört bir yanında İslamcı hareketlere ilham verdi.
Başlangıçta hedeflerini „İslami ahlakı ve hayır işlerini yaymak“ olarak açıklayan örgüt ilerleyen yıllarda, özellikle de Mısır’ın İngiliz sömürge yönetiminden ve Batı etkisinden kurtarılması sürecinde siyasallaştı.
Örgüt demokratik prensipleri desteklediğini söylese de aynı zamanda şeriatla yönetilen bir devlet düzeni hedefliyor. En popüler sloganı da „Çözüm İslam’da“.
Paramiliter kanat
İhvan, yıllar içinde Mısır genelinde şube açmaya başladı. Her şubede birer cami, okul ve spor kulübü yer alıyordu. Örgütün üye sayısı hızla artmaya başladı.
1940’lara gelindiğinde Mısır’da 500 bin üyesinin olduğu tahmin ediliyor, örgütün fikirleri Arap dünyasında da yayılıyordu.
Hasan El Benna o dönemde Gizli Cihaz adlı bir paramiliter kanat oluşturdu. Bu silahlı kanat, İngiliz yönetimine karşı çıktı, bombalı saldırılar ve suikastlar düzenledi.
Mısır hükümeti 1948’de Müslüman Kardeşler’i yasakladı.
Örgüt çok geçmeden Başbakan Mahmud el Nukraşi’nin makamında uğradığı suikaste karışmakla suçlandı., 1929’da
Nukraşi’nin öldürülmesini kınayan Benna da kimlikleri bilinmeyen, ancak güvenlik güçlerine bağlı olduğu tahmin edilen kişilerce düzenlenen suikaste kurban gitti.
Mısır’da 1952 yılında, kendilerini „Hür Subaylar“ diye adlandıran bir grubun düzenlediği askeri darbeyle Kral Faruk tahttan indirildi, sömürge rejimi sona erdi.
Müslüman Kardeşler bu gruba destek verdi. 1970’te Mısır Cumhurbaşkanı olan Enver Sedat, bir zamanlar Hür Subaylar’ın örgütle bağlantılarını yürütüyordu.
Mısır yönetimiyle ilişkiler nasıl bozuldu?
İhvan başta hükümetle işbirliği içinde olsa da bu ilişki, kısa süre sonra bozuldu.
Askeri darbeden kısa süre sonra 1954’te Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’a yönelik suikast girişimi İhvan’la ilişkileri kopardı.
Çok sayıda üyesi hapse atıldı, işkence gördü. Müslüman Kardeşler, gizlice örgütlenmeyi sürdürdü.
Yetkililerle olan anlaşmazlıklar, Müslüman Kardeşler’in ideolojisinde de önemli bir değişikliği getirdi.
Bu değişikliği, örgütün önde gelen üyelerinden Mısırlı düşünür Seyyid Kutub’un yazdıklarında da görmek mümkün.
Kutub’un yazdıklarında, „cahil“ olarak adlandırdığı Batı’ya ve radikal bir toplumsal ıslaha ihtiyaç duyduğunu savunduğu „sözde İslami“ topluluklara karşı cihat ilan edilmesi gerektiği belirtiliyordu.
Özellikle 1964’te yayımlanan „Yoldaki İşaretler“ adlı eseri ve düşünceleri, İslami Cihad ve El Kaide gibi radikal İslamcı gruplara ilham kaynağı oldu.
Mısır hükümeti 1965 yılında da Müslüman Kardeşler’e karşı sıkı önlemler aldı. Seyyid Kutub’un idam edilmesi onu örgüt üyelerinin ve bölgedeki pek çok kişinin gözünde „şehit“ mertebesine yükseltti.
Müslüman Kardeşler, 1980’li yıllarda siyasal bir harekete dönüşebilmek ve politikada aktif rol alabilmek için çeşitli denemelerde bulundu.
1984 yılında Wafd Partisi’yle, 1997 yılında İşçi Partisi ve Liberal Parti’yle ittifak yaparak Mısır’ın en güçlü muhalif gücü haline dönüştü.
Müslüman Kardeşler, 2000 yılındaki seçimlerde Mısır Meclisi’nde 17 sandalye kazanmayı başardı.
5 yıl sonra ise o güne kadarki en iyi seçim sonucunu elde etti. Yasak nedeniyle seçime bağımsız giren Müslüman Kardeşler adayları, Meclis’teki sandalyelerin yüzde 20’sini kazandı.
Sonuç dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i sarstı. Hükümet, bir kez daha Müslüman Kardeşler’i çökertmeye yönelik operasyon başlattı, yüzlerce Müslüman Kardeşler üyesi tutuklandı, yeniden örgütlenmeleri önünde engel oluşturabilecek bir takım düzenlemeler yaşama geçirildi.
Mübarek’in lideri olduğu Ulusal Demokratik Parti (NDP) aynı zamanda 2010 yılındaki seçimlerden de muhalefetin daha da güçlü çıkmasını önlemek için çalıştı.
Hareketin yükselişi
Müslüman Kardeşler adaylarının 2010’daki seçimde ilk turda tek bir sandalye bile kazanamamaları, yaygın usulsüzlük iddialarını beraberinde getirdi.
Örgüt, diğer muhalefet partileriyle seçimlerin ikinci turunu boykot kararı aldı ve NDP, Meclis’teki sandalyelerin yüzde 80’inden fazlasını elde etmek gibi bir durumla baş başa kaldı.
Muhalefete yönelik baskılar, Tunus’ta başlayan ve „Arap Baharı“ diye adlandırılan süreçle birleşince, 2011 yılının Ocak ayında binlerce Mısırlı sokaklara döküldü.
Çok sayıda üyesi eylemlere katılsa da Müslüman Kardeşler başlangıçta Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda görünür olmamayı tercih etti.
Sokak gösterileri, devrimle ve Hüsnü Mübarek’in istifa etmesiyle sonuçlandı.
Mübarek’in istifasından sonra, Şubat 2011’de yapılan ilk parlamento seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi, Meclis’teki sandalyelerin neredeyse yarısını kazandı.
Radikal İslamcı Nur Partisi de seçimde ikinci olunca, İslamcı güçler parlamentonun yüzde 70’ini ele geçirmiş oldu. Böylece yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen 100 üyeli kurucu meclisin çocuğunu da İslamcılar oluşturdu.
Liberaller, sekülerler, gençler, kadınlar ve Kıpti Hristiyanlar Meclis’te yeterince temsil edilememekten ve Meclis’in Mısır toplumunun çeşitliliğini yansıtmamasından şikayetçi oldu.
Müslüman Kardeşler, daha önce cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacağını taahhüt etmesine karşın, Nisan 2012’de aday göstereceğini açıkladı.
Bu durum liberaller, laikler ve orduda hareketin fazla güçlenebileceği kaygılarını doğurdu.
Hareketin pek çok muhalifi, Müslüman Kardeşler’in 2007’de yayımladığı bir siyasi bildiriye işaret ediyor. Bildiride yasama ve yürütme organlarına İslam hukuku konusunda tavsiye verecek bir Din Adamları Konseyi kurulması çağrısı yapılıyordu. Deklarasyonda ayrıca, bazı dini görevler de üstlenecekleri için Müslüman olmayanların ya da kadınların cumhurbaşkanı ya da başbakan olamayacağı vurgulanıyordu.
Aslında Müslüman Kardeşler üyeleri de, bildirideki bu ikinci nokta konusunda bölünmüştü ve daha sonra bazıları ikinci maddenin bağlayıcı olmadığını söylemişti. Hareketin mensupları ayrıca anayasada da „Devletin dini İslam ve Şeriat ve başlıca yasa kaynağıdır“ ifadesinin bulunduğuna dikkat çekiyordu.
2012 yılında Özgürlük ve Adalet Partisi’nin lideri Muhammed Mursi, kutuplaşmanın yoğun olduğu seçimde yüzde 51 oyla Mısır’ın demokratik yollarla seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu.
Devrimden bu yana Müslüman Kardeşler liderleri Şeriat uygulanmasından çok, yasalara „İslami bir çerçeve“ kazandırılmasından bahsediyordu.
Muhammed Mursi de cumhurbaşkanlığı döneminde dini özgürlükleri ve barışçıl gösteri hakkını garanti altına alan „demokratik, sivil ve çağdaş“ bir devlet kurulması gerektiğini söylüyordu.
Mursi ayrıca, Kıpti Hristiyan bir danışman atayacağını ve İslami giyim kurullarının uygulanmayacağını belirtmişti.
Mursi yönetiminden askeri darbeye
Mursi ve İhvan’a karşı Kasım 2012’den itibaren büyük bir muhalefet oluşmaya başladı.
Kurucu Meclis’in yeni anayasayı hazırlamasının sekteye uğramamasını hedefleyen Mursi, geçici bir anayasal deklarasyon yayımlayarak yetkilerini artırdı.
Protestolar sonucunda deklarasyonun süresini kısıtlamayı kabul etse de aynı ay içinde Kurucu Meclis’in hızlı bir şekilde ve liberal, seküler ve Kıpti Hristiyanların boykotuna rağmen anayasayı onaylaması gerilimi artırdı. Bu gruplar anayasanın ifade ve din özgürlüğünü yeterince güvence altına almadığını düşünüyordu.
Kurucu Meclis tarafından hazırlanan anayasa taslağının Aralık 2012’de referanduma götürülmesi sürecinde Mursi, silahlı güçlere ulusal kurumları ve seçim yerlerini koruma görevi verdi. Bu süreçte yaşananlar, muhalefet tarafından bir sıkıyönetim sürecine benzetildi.
Anayasa onaylandıktan sonra ordu kışlasına çekildi fakat Ocak 2013’te Mursi’nin muhalifleri ile destekçileri arasında çıkan çatışmalarda çok sayıda kişi yaşamını yitirdi.
Aynı ayın sonunda ordu, ülkedeki durumun „devletin çöküşüne yol açabileceği“ uyarısında bulundu.
Nisan sonunda muhalif aktivistler Temerrüt (İsyan) adında yeni bir taban örgütü kurdu. Temerrüt, Mursi’nin ülke çıkarlarını değil İhvan çıkarlarını düşündüğünü belirten, güvenlik ve ekonomi politikalarını eleştiren bir metni imzaya açtı. Metinde Mursi’nin güvenlik ve ekonomi politikalarının başarısızlığından da şikayet ediliyordu.
Temerrüt Mursi’nin iktidara gelişinin yıldönümünde de halkı sokaklara çağırdı ve 30 Haziran 2013’te kitlesel bir gösteri düzenledi.
Ülkedeki kargaşanın ve çatışmalarda yaşamını yitiren insanların artmasının ardından 1 Temmuz’da ordu Mursi’yi uyararak 48 saat içinde halkın taleplerini kabul etmemesi durumunda müdahale ederek „kendi yol haritasını“ hazırlayacağını duyurdu.
3 Temmuz günü askeri birlikler sokağa çıktı. Anayasanın askıya alındığı açıklandı ve Mursi ordu tarafından görevden alındı.
İhvan bunun „seçilmiş cumhurbaşkanına ve halkın iradesine karşı bir askeri darbe“ olduğunu açıkladı ve darbecilerle pazarlık yapmayacaklarını açıkladı.
Müslüman Kardeşler ve destekçileri Rabia’tül Adeviyye camisi yakınlarındaki Nahda Meydanı’nda kamp kurarak darbeyi protesto etti.
Haftalar süren protestonun ardından 14 Ağustos’ta güvenlik güçleri buradaki protestoculara müdahale etti, çatışmalarda çok sayıda kişi yaşamını yitirdi ve olağanüstü hal ilan edildi.
Darbenin ardından
Katar, Mısır hükümetinin yasakladığı Müslüman Kardeşler’in üyelerine belli bir platform sağladı.
Müslüman Kardeşler’in faaliyetleri ilk olarak 2003’te Rusya’da yasaklanmıştı.
Suriye ve Mısır 2013’te, 3 Körfez ülkesi Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri de 2014’te İhvan’ı „terör örgütü“ ilan etti.
Örgütün yöneticileri Katar’a yönelirken Haziran 2017’de bu durum Körfez ülkelerinin Katar’la ilişkilerini kesmesinin gerekçelerinin biri olarak gösterildi.
 6 soruda Katar krizi
 Katar krizinin 4 nedeni
Suudi Arabistan ve Mısır, Katar’ı „Müslüman Kardeşler’e siyasi ve finansal destek vermekle“ suçladı. Türkiye ise bu kriz sırasında Katar’a asker konuşlandırdı.
Katar ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi’ndeki diğer ülkeler, Arap Baharı’ndan sonraki siyasi değişimde karşı cephelerde yer aldı.
Türkiye de bu süreçte Katar’la aynı cephedeydi. Mısır’da en başından beri darbeye karşı çıkan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İhvan’ı „terör örgütü“ olarak görmediğini söyledi.
ürkiye Dışişleri Bakanlığı, darbeden bu yana internet sitesinde Mısır Ülke Künyesi sayfasında Abdülfettah Sisi’nin adını ‚Devlet Başkanı‘ olarak yazmıyor.
Amerikan New York Times gazetesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın Sisi ile görüştükten sonra İhvan’ı „terör örgütü“ listesine eklemeye karar verdiğini yazdı.
Gazete bu adımın „sağlam bir Müslüman Kardeşler destekçisi“ olarak tanımladığı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin „daha da gerilmesine“ yol açabileceği yorumunda bulundu.

Devam edecek…

Siyaset

Uzlaşma sanatıdır!
NOKTA

*

Heppp…
Senelerdir yazar, çizerim…
İngiliz siyaseti bir…
🙂
Bizans oyunları iki kiii…
AKP bu konuda uzman…
KAHPE…
İki çıbanbaşı BIR olursa coğrafyaya hem huzur gelir…
Uzlaşma, konuşma yolu ile…
Hem refah…
Bu da üç.

*

Bağımsızlık kardeşim bağımsızlık…
Ne bir ittifaka dahil olmak ne ötekine…
Bilincinde olmak…
Öneminin, bu bir gerçek Türkiyesiz coğrafyada olmaz…
Kendi menfaatlerin doğrultusunda hareket…
Düşman değil dost kazanmak.

Atatürk’ün bu konuda çok güzel ve ÖNEMLI tavsiyeleri vardır…
Her şeyden evvel bedevi kültürüne hâkim Araplara özel konulardan kaçınmak…
Israil için bu konuda Türkiye’nin desteği hayatidir.

*

Bak Sayın Elekdaği okurken…
Bir kez daha anladım hiç bir şey bilmiyorum…
Benim için HEPSI BIR…
Müslüman Kalleşler…
Ama aralarında fark varmış!

Veee Londra!

*

Çok ilginç, bu kadın ne dediğinin bilincinde, BILIYOR, BILIYOR

*

Libya’daki tuzağa dikkat!..

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Libya’daki askeri gelişmeler konusunda Ankara’yı uyarıyor

Sevgili okurlarım,

Libya’da Türkiye ile Rusya’yı doğrudan karşı karşıya getirme riski taşıyan vahim gelişmelere tanık oluyoruz. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Libya’nın meşru hükümeti olarak tanınan ve Türkiye tarafından desteklenen Trabulus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) askeri birlikleri, Tobruk merkezli General Halife Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu’nun (LUO) kontrolündeki stratejik öneme sahip Vatiyye Askeri Hava Üssü’nü ele geçirdi. General Hafter’i destekleyen Rusya’nın bu gelişmeye tepkisi, derhal 6 adet Mig-29 ve 2 adet Su-24 savaş uçağını Libya’da konuşlandırmak oldu. Bunu Hafter’in hava kuvvetleri komutanı El Canişi’nin “Tüm Türk hedefleri ve çıkarları savaş uçaklarımızın meşru hedefleridir” yolundaki tehdidi izledi. Ankara, bunu sert ifadelerle yanıtladı.

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile bugünkü söyleşimizde, Libya’daki bu tehlikeli
durumun ne gibi gelişmelere yol açabileceğine odaklanacağız.

Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, duayen gazeteci ve televizyoncu Uğur Dündar’ın Libya’daki gelişmeler hakkındaki sorularını yanıtladı.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Sayın Elekdağ Libya’daki son askeri durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

HAFTER’E AĞIR DARBE

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (ŞE): Trablus’a saldırı karargâhı olarak kullanılan Vatiyye Üssü’nün düşürülmesiyle askeri ve psikolojik üstünlük sağlayan UMH birlikleri, Trabulus’u kuşatan Hafter kuvvetlerine ağır zayiat verdirerek püskürttüler. Bu şekilde güç dengesi UMH lehine değişti ve Hafter’in Trablus’u ele geçirme hayalleri de suya düştü. Hafter’in uğradığı hezimet, onu destekleyen Rusya, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Fransa’dan oluşan pakt içinde alarm zillerinin çalmasına ve telaşa düşen Rusya’nın bölgeye 8 savaş uçağı göndermesine yol açtı.

(U.D.): Ankara’nın bu gelişmeden endişe duyduğu anlaşılıyor. Bu uçaklar ne amaçla kullanılacak?

(ŞE): Moskova uçakları iki değişik amaçla gönderilmiş olabilir. Birincisi, Hafter birliklerinin tamamen çözülüp dağılmaması için sırf onlara moral verme niyetidir. İkincisi ise, Hafter’in hamisi (koruyucusu) olan Rusya’nın uğradığı ağır hezimetin intikamını almak ve yeniden Trablus’u ele geçirmek için harekâtı başlatma amacını taşıyabilir. Eğer Rusya bu intikam ve hakimiyet hırsıyla hareket ediyorsa, o zaman Hafter hava üstünlüğünü yeniden sağlayabilir ve iç savaşın seyrini kendi lehine değiştirme imkânını elde edebilir. Eğer Moskova’nın niyeti buysa, ilk hedef olarak Vahiyye Üssü seçilir ve burası Türk uçak ve askerleri tarafından kullanılamayacak şekilde tahrip edilir. Sonraki hedef, Trablus ve Misrate’daki Türk hava savunma sistemleri olur. Uçaklar ayrıca, Hafter birliklerinin kaybettikleri mevzileri kazanmaları için yapacakları saldırılarda onlara hava desteği vermek ve UMH birliklerinin lojistik ikmalini engellemek için de kullanılabilir. Rusya bu niyetle hareket ederse bu durum, Türkiye ile Rusya arasında hava üstünlüğünü sağlamak için çok tehlikeli ve yıpratıcı bir yarış sürecine yol açabilir.

(U.D.): Ancak basında yer alan haberlere göre, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, 21 Mayıs’ta, Türk mevkidaşı Çavuşoğlu ile yaptığı telefon görüşmesinde ona Libya’daki çatışmaların ateş-kes ilanıyla derhal durdurulmasını ve BM gözetimindeki müzakere sürecinin yeniden başlatılmasını önermiş. Sonra, Tobruk’taki Temsilciler Meclis’i Başkanı Agila Salih’e telefon ederek Libya krizinin askeri çözümü olmadığını, bu nedenle çözümüm barışçı yolla müzakere masasında aranması gerektiğini belirtmiş.

MOSKOVA, ANKARA’YA UÇAKLARIN KULLANILMAYACAĞI GARANTİSİNİ VERMELİ

(ŞE): Eğer Rusya, ateş-kes önerisi konusunda samimi ve dürüst ise Lavrov’un Çavuşoğlu’yla görüşmesinde şu yolda bir garanti vermiş olması gerekirdi: “8 uçağın gönderilmesiyle güttüğümüz amaç, Hafter’in kaybettiği mevzileri geri almak ve yeniden Trablus’a karşı harekâta geçmek için değildir. Esas amacımız, Hafter kuvvetlerine moral destek vermek, toparlanmalarını sağlamaktır. Bu bakımdan kesin kontrolümüz altında bulunacak bu uçakları uygun bir zamanda geri çekeceğiz.” Ankara’nın Moskova ile kesintisiz diyaloğu olduğuna göre, şimdiye kadar bu şekilde bir garanti alınmamışsa, hiç vakit kaybetmeden bu içerikte bir garanti talep edilmeli ve Libya’da F-16’ların konuşlandırılıp konuşlandırılmayacağına buna göre karar verilmelidir.

(U.D.): Rusya, “Libya krizinin askeri çözümü yok” derken, samimi mi?

(ŞE): Rusya eğer Türkiye’nin desteklediği Trablus’un yenilgiye uğratılamayacağı kanısına varmışsa müzakere yolunu tercih eder. Esasen Rusya 15 Ocak’ta Türkiye ile birlikte Moskova’da müzakere sürecini başlatmak için ciddi bir adım atmış, fakat Hafter, toplantıyı yarıda bırakarak kaçmıştı. Kaçmasının önde gelen bir nedeni Fransa’nın da desteklediği Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Türkiye’nin ağırlığını koyabileceği bir barış masasını istememelerinden ileri geliyor.

MISIR, SUUDİ ARABİSTAN VE BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ TÜRKİYE’YE KARŞI DÜŞMANCA TAVIR İÇİNDELER

(U.D.): Bu üç Arap devleti ülkemize neden bu kadar düşmanlar?

(ŞE): 90 milyonluk nüfusuyla Mısır, devasa petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan 6,5 milyon nüfuslu komşusu Libya’yı kendi nüfuz alanı olarak görüyor ve Hafter’e siyasi ve askeri destek vermek suretiyle ülke üzerinde kontrol sahibi olmayı hedefliyor. Ayrıca Mısır Devlet Başkanı Sisi, bir Müslüman Kardeşler koalisyonu olarak gördüğü UMH’ni şahsen kendisinin ve yönetiminin can düşmanı addediyor. Bu nedenlerle Mısır, İhvancı olarak baktığı AKP iktidarının Trablus’a yardım amacıyla müdahalesini düşmanca bir hareket olarak görüyor. Güçlü bir hava kuvveti ile zırhlı birliklere sahip olan Mısır, şartların müsait olması halinde, Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığına son vermek için harekete hazır olduğu izlenimini veriyor. Kaşıkçı olayı nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a aşırı kin ve gayz (öfke, hiddet) besleyen Suudi Arabistan yönetimi de, Mısır’ın yanında yer almakta ve kuklası BAE’yi kullanarak Hafter’in başarılı olması için yoğun gayret sarf etmektedir. Bu üç Arap ülkesi liderlerinin ortak saplantısı, diş biledikleri Erdoğan’a karşı Libya’da ezici bir zafer kazanmaktır. Tabii Rusya’nın desteği olmadan bunu yapmalarının zor olduğunu da biliyorlar. Fransa’nın tutumuna gelince; Kuzey Afrika’da sömürgeci bir devlet olan Fransa, Türkiye’nin bu bölgede sahne almasına tahammül edemiyor.

(U.D.): Rusya’nın bu üç Arap ülkesiyle Türkiye’ye karşı tam bir işbirliğine girmesi halinde, Libya’da savaşın büyümesi, derinleşmesi Türkiye’nin savaş ve ekonomik kapasitesini aşırı zorlamaz mı?

LİBYA’DAKİ TUZAĞA DİKKAT

(ŞE): İşte sizin tarif ettiğiniz bu olasılığa “Libya tuzağına düşmek” denir. Sonu gelmez bir tırmanma sürecini başlatacak, yıpranma savaşına dönüşecek böyle bir gelişme, Türkiye’yi tüketir ve çok ağır bedeller ödetir. Ben bu “Libya tuzağına düşme” riski nedeniyle Libya’ya müdahaleyi hep çok tehlikeli gördüm ve bu yılın başında yaptığımız bir söyleşide bundan uzak durulmasını önerdim. (SÖZCÜ, 11.01.2020). Libya keşmekeşine ilişkin olarak şu iki önemli gelişmenin de altını çizmek isterim: Birincisi, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in, NATO’nun Trablus Hükümeti’ne destek vermeye hazır olduğu yolundaki demecinden sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da telefonla görüşerek talep halinde UMH Başbakanı Sarraç’a destek verebileceklerini belirtmesidir. İkincisi de, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun UMH Başbakanı Sarraç ile görüşmek suretiyle, ABD’nin pozisyonunun Trablus Hükümeti ile Türkiye’nin yanında olduğunu ortaya koymasıdır. Bu gelişmeler Rusya’nın dikkatle değerlendirmesi gereken mesajlar içeriyor. Rusya’nın NATO’nun bu savaşa müdahil olması riskini göze alarak güney komşusu Türkiye ile Libya’da vekâlet savaşına girmesinin akıl kârı olmadığı açıktır. Yani gelişmeler, Libya krizinde Türkiye ile Rusya için akıl yolunun, aralarında yapıcı diyaloğu canlı tutmaktan, askeri güç üstünlüğü yarışından kaçınmaktan ve Libya’nın birlik ve bütünlüğünü hedef alan politikalar izlemekten geçtiğini gösteriyor.

(U.D.): Peki, üç Arap ülkesinin tutumuna karşı ne yapılabilir?

İSRAİL TÜRKİYE’YE İŞBİRLİĞİ MESAJLARI VERİYOR

(ŞE): Bildiğiniz gibi Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki haklarından mahrum etmek ve ülkemizi Antalya körfezine hapsetmek amacıyla kurulan ve AB’nin de güçlü desteğinden yararlanan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Fransa’dan oluşan bir pakt var. Ankara bunu “şer ittifakı” olarak tanımlıyor. Önceleri bu pakt üyeleriyle hareket eden İsrail tutumunu değiştirdi ve halen bunların söylem ve eylemlerine katılmadığı gibi, Türkiye’ye dostluk ve işbirliği mesajları iletiyor. Kanımca Türkiye, İsrail’in bu açılımını değerlendirmeli ve Türkiye ile İsrail arasında vaktiyle geçerli olan “ortaklık ve işbirliğinin” canlandırılması doğrultusunda gerekli adımları atmalıdır. İsrail ile ilişkilerin düzelmesi, “şer ittifakını” etkisiz hale getirerek Doğu Akdeniz’deki jeopolitik dengelerin ülkemiz lehine oluşmasına imkân verecek bir sürece yol açar ve İsrail ile enerji alanında stratejik önemde projeler için işbirliğinde bulunmamızı sağlar. Ayrıca bugünün konjonktüründe güçlü İsrail lobisinin desteğinden yararlanmadan ABD Kongresi’ndeki Türkiye aleyhtarı havayı değiştirmenin mümkün olmadığını da unutmayalım!..

(U.D.): İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak planı Ankara’nın İsrail ile olası yaklaşım kararını etkilemez mi?

(ŞE): Filistin halkının trajik ve travmatik kaderine ve yaşadığı ağır mağduriyete halkımızın gayet duyarlı olduğu bir gerçektir. İsrail, halkımızın bu hassasiyetini anlamalı, saygı duymalı ve Türkiye’nin Filistin’e her türlü insani yardımda bulunmasına imkân sağlamalıdır. Fakat iki devlet de akılcı “realpolitik” bir yaklaşımla, kritik önemdeki stratejik çıkarlarının Filistin sorunu tarafından rehin almasını önlemelidirler.

https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ugur-dundar/libyadaki-tuzaga-dikkat-5851559/

*

Maskenin macerası!

Sevgili okurlarım, geçtiğimiz nisan ayının ilk günlerine kadar adına maske denilen nesneyi ancak yabancı ülkelerde çekilen haber programlarında görürdük.
Sonra korona salgını Türkiye’de yayılıp binlerce insanımız ölmeye başlayınca biz de kullanmak zorunda kaldık ve maske ile tanışmamız böyle oldu.
Her gün yapılan çağrıları izliyorduk:
“Salgından korunmak için mutlaka maske takın!..”
Ama gelin görün ki piyasada maske yoktu.
Fiyatlar acayip bir biçimde yükselmişti.
Ben şahsen eczaneden, tanesini 50 liradan almıştım…
Birileri bu işten büyük vurgun yaptı, çok büyük paralar kazandı.
Şimdi piyasada bol miktarda maske var.
Pek çoğunun merdiven altı üretim olduğu kesin…
Tanesi bir liraya kadar düştü, artık her çeşidi işportada bile satılıyor.

★★★

Satılmasına satılıyor da, biz bu nesneyi acaba nasıl kullanıyoruz!
Kendimden, biraz da utanarak örnek vereyim…
Cebimde buruşuk bir maske!

Gerekli yerlerde takıyorum, sonra çıkarıp yine cebime koyuyorum.
Sanırım nüfusumuzun benim gibi bilinçsiz olan büyük çoğunluğu da böyle yapıyor!
Bu maskelerin virüsü önlemekte ne ölçüde yararlı olduğu da ayrı bir konu…
Zira önüne gelen herkes artık maske üreticisi oldu.
Bunların kalitesini ve işe yararlığını denetleyen herhangi bir makam ya da kurum var mı, bilemiyorum.

https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/emin-colasan/maskenin-macerasi-5851718/

*

YORUMSUZ…
Çünkü kısmen doğru kısmen yanlış…
Zeynep Hanim kaliteyi düşürüyorsunuz!

Satranç tahtasında piyon olmak

Küçücük bir virüs, dünyadaki dengeleri de sarsıyor.

Sokağa çıkma yasakları, hayatımıza giren maske, evden çalışma düzeni, bireysel olarak yaşadıklarımız.
Ülke bazında ise, tüm dünyada ekonomik küçülme olarak gösterdi kendisini pandeminin etkisi.
Boşuna değil petrol fiyatının sıfır, hatta eksi birimlere düşmesi. IMF, dünya ölçeğinde ekonomik daralmanın yüzde 3’ü aşabileceğini açıkladı. 1900’lü yılların başındaki büyük buhrandan bu yana, dünya ekonomisindeki en büyük daralma bu.
Elbette bunun dünya siyasetine etkisi de görülmeye başladı.
Etki, dünya arenasındaki büyük/küçük tüm oyuncuların hedeflerini en az bir ölçek küçültmelerini, en az masrafla en büyük etkinin peşine düşmelerini getirecek gibi.

– Rusya mesela;
Suriye’de çatışma düzenini sona erdirip, siyaset düzlemine geçişin ilk işaretlerini vermeye başladı. Rusya’nın Şam’daki Büyükelçisi Aleksandr Efimov, “Suriye ile gelişen bağlara ilişkin Başkan özel temsilcisi” olarak atandı.

“Suriye ile gelişen bağlar” ifadesinden anlamamız gereken, Rusya’nın bu ülkede ekonomik alanda daha görünür olması anlamını taşıyor. Beşar Esad’ın, başta kuzeni Rami Mahluf olmak üzere, yıllardır ülkenin kaymağını yiyen bir avuç büyük holding patronuna getirdiği yeni kısıtlama ve vergi yükümlülüklerini bu açıdan okumak gerekiyor. Rusya, önce Suriye’deki israf ve yolsuzlukları zapt-u rapt altına alıp, ardından Suriye ekonomisine iyice yerleşmeyi planlıyor gibi. Ana amaç Arap parasıyla Suriye’nin yeniden imarında en etkin güç olmak. Akdeniz’in Suriye’ye düşen bölümünde Rusya’ya verilen petrol ve doğalgaz arama ruhsatları da işin bonusu elbette.

Rusya’nın dünyadaki ikinci büyük çatışma bölgesi Libya’daki tutumu da benzer;
Bir yandan Trablus’taki Sarraç hükümetiyle resmi bağlarını hiç koparmazken, diğer yandan Hafter’e silah ve mühimmat ile, lejyoner desteği veriyor Moskova. İşin içine şimdi bir de Suriye’den Libya’ya gönderilen Rus savaş uçakları da girdi. Ama uçakların “Rus pilotlar tarafından değil, lejyoner pilotlar tarafından” kullanılacağı bilgisi sızdı. Böylece Hafter’e hava desteği de sağlanırken, Sarraç hükümetine karşı da “Rusya doğrudan çatışmaya girmedi” izlenimi verilebilecek. Olabilecek en az masrafla, en büyük etki bu işte.

– ABD açısından bakarsak;
Salgınla birlikte dünya ekonomisindeki daralma, Başkan Trump’ın “içe kapanma” stratejini de körüklemiş gibi. ABD Afganistan’daki askerlerini büyük ölçüde çekti. Irak’ta da askeri varlığını gün be gün küçültüyor. Suriye’de zaten birkaç yüz askerle ülkenin petrol zengini bölgesini tutuyor Amerikan askerleri.

ABD, Suriye’nin diğer kesimlerinde Rus ve İran etkisini zayıflatma “görevini” ise, pek hevesli NATO müttefiki ile PKK terör örgütünün uzantısı PYD-YPG’ye “ihale etmiş” durumda.

Tıpkı Rusya’nın Libya’da “çift taraflı” oynaması gibi, ABD de Suriye’de her nabza göre şerbet veriyor; Fırat’ın doğusunda PKK uzantısı yapılanmaya silahtan ilaca, askeri eğitimden, teknik desteğe kadar adeta “yağdırırken”, İdlib bölgesinde Türkiye’nin tezlerine omuz veriyor.

Libya’da da ABD’nin durumu pek farklı değil; Hafter yıllarca ABD’ye, CIA’da maaşlı olarak çalışmış Libyalı bir asker. Yani Washington’la “yıpranmaz bağlara” sahip.

Aynı Washington, diğer tarafta Trablus’taki Sarraç hükümetinin ise “muhattap alınması gerektiğine” ilişkin açıklamalar yapıyor.

Washington’un kendisi Sarraç hükümetine doğrudan para/malzeme/eğitimi vermiyor ama; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergilerinden Libya’ya para ve malzeme “yağdıran” AKP hükümetinin arkasında durup, lafla “omzunu sıvazlıyor.”

Kısacası dünyanın en etkin güçleri olarak sayılan iki ülkesi, ABD ve Rusya, çatışma bölgelerinde “en az masrafla en büyük etki” peşinde koşuyor.

İşin ilginci;
Bu iki ülke Suriye ve Libya’da öyle bir “satranç tahtası” kurmuş durumdalar ki, hangi taraf kazanırsa kazansın, masada yer almayı daha şimdiden garanti etmiş durumdalar.
Bu oyunu görmeyip, çatışma alanlarında canhıraş şekilde tek tarafa yatırım yapanlara;
Büyük devlet olmayı “hamasi nutuk atmak” sananlara ise;
Kurulan bu “satranç masasında” düşen, piyon olmaktan öteye geçmiyor ne yazık ki…

https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/zeynep-gurcanli/satranc-tahtasinda-piyon-olmak-5847590/

###

Daha bugün yayınladım…
800 asker…
İyi eğitilmiş, bilgili, bilinçli…
YAZDIM…
Sadece 600 tane asker YETERLI koskoca kıta Afrika’yı kontrol altında tutmak için…
Zeynep Hanim…
Tavsiyem açın gözlerinizi!

Rus’u küçümseyen…
Teknolojisini, hele siyasetini…
Her zaman bir şekilde hezimete uğradı, TRUMP…
Ve ona olan Rus desteği, iddialar…
Kalıntısız…
Ve son tahlilde tamamen ortadan kaldırılabildi mi?

###

SOOO-RUUU-YORUM…
Coğrafyamızda, ama hâkli ama hâksiz gerekçeler ile konuşlanan bir ülke…
Süper teknolojilere sahip…
Ya ne Suudi köpekleri falan, doğrudan…
Üs…
Bir üs, şaşmaz, düşmez – kalkmaz bağlar ile AB(D)’ye bağlı…
D’si…
Daha çok Fransa AMA önemli değil…
Diğerinin elleri armut mu topluyor, hele TEKRAR dünya çapında…
Mümkünse ikinci ama olmadı üçüncü süper güç olma iddiasında olan birileri…
Bu ülke…
NEYSE…
Çenem düştü yine!

Birinci…
Ve ikinci sırada olan bu iki süper güç arasındaki mücadele niye?

Rusya’nın ekonomik engelleri AMA buna karşı…
Offf…
Bitmek, tükenmek bilmez doğal kaynakları…
Hele hele Sibirya erimeye yüz tutmuşken, YOK…
Geçelim muhtemel bilinmeyen, tanınmayan, gözle…
Görünmeyen tehlikeleri O konu başka bir zaman!

Tüm bunları gözetmeden yazan bir analizci…
Gözümde sadece basit bir yazardır…
O kadar!

Vielen Dank Frau Karliczek für diese offenen und KLAREN Worte

İyi değilim, ilaçlarla ayakta duran birisinden ne beklersin…
Her koldan…
Her yönden tekme tokat…
Sopa…
Sopayı elime almam lazım!

*

🙂 🙂 🙂

SADECE SORUYORUM…
Bu çeyrek…
3 gram akli ile bunları görüyor, biliyor…
Senelerden beri uyarıyor, anlatıyor…
Pekiii…
Bu sözde muhalefet bunları bilmiyor, görmüyor mu…
O…
Oğlancı, sözde milliyetçi bunları bilmiyor mu…
Bir günden diğerine…
NEDEN “fikir” değiştirdi???

Bak Almanya…
Çok üstü kapalı kimi imalarda bunundum, DÜN…
Bir bilgi…
Gözlerim fal taşı gibi açıldı…
Yazsam, anlatsam…
Yayınlasam…
Alman iç istihbaratı beni ne eder, itin götüne sokup çıkarmaz mı?

Siyaset…
Ve ticaret…
(…)

Söz vermiştim; BORSA risk dağılımı

  1. Hayat be…
    Rabbim demiş ey kulum sana kavun…
    Sana da eyyy Önder kulum…
    Kelek!

Af et beni Rabbim, biliyorsun beni…
Biliyorsun içimi, af et…
Bir latife ettim, sana her zaman hamt ve senalar olsun…
Şükürler sana Allah’ım, çok şükür bu günlerimize…
Neden böyle bir giriş yaptım?

ANLA diye…
Hayat çok becerdi beni, risk dağılımı oldu günlük ekmeğim…
Hani…
Her konuda yedeğin, yedeğinin yedeği meselesi.

100 Liran mı var?
25’i Tayyip Lirası, 25 dolar…
25’ Euro, 25’i Sterlin örneğin…
Benzeri borsa…
Borsa neydi, neresiydi?
Hayallerin, umutların pazarladığı bir kerhane…
Et pazarı değil Kardeşim, kavun – karpuz değil kesmece…
Kâğıtların pazarı…
Hatunun esmeri, kumralı…
Tadına doyum olmaz sarışının…
Eh denemediysen kızılı, armudun iyisini…
Değilsin ayı o halde.

Rab hepsinin tadına bakmayı nasip etti…
Ama önemli değil saç rengi…
Yüreği…
Kadın denilen varlığın sana sadakati.

Hah…
Geldik konunun bamteline…
Ne bakıyorsun görünüşüne?

Neydi piyasa?
Araba, otomotiv mesela…
Sonra var bankalar, sigortalar…
Var be var…
Teknoloji…
100 Liran var ise…
Dağıtacaksın hisse senetlerini ona göre!

Neydi sadakat?
Uzun bir vaade, hayat dediğin, yol arkadaşın…
Öyle bir seçeceksin ki bırakmasın seni yâri yolda…
Yani…
Bakmayacaksın burnunun ucuna…
Ufuk orada…
Uzakta, panikleme bu uzun yolda…
Her şey ama her şey var bu sepete, ihanet en başta…
Allah korusun, Allah kimseye göstermesin…
Ama seçtiğin hayat arkadaşın en başta kime bacak acar mesela?

İnan öyle, inan tecrübelerle sabit…
En yakınına, dost bildiğine…
Evine her daim girip çıkana…
Bu anlattığımı kâğıda uygula…
Ona göre GÖZLERIN fel fecir okumalı…
Tabii ki her şey senin kontrolünde olamaz AMA…
Sen uyanık gözler açık olmalı daima!

*

>>> ÖNEMLI <<<
Tayyip daha çok beklersin!

*

oku