Yok ya vaz geçtim, ne eşeği?
Üç övün, üç övün yemek üç övün dayak…
Arkadaş bir balık…
Yemede yanında yat, cam, cam ya resmen zıp zıp zıplayacak…
Ah ulan…
Yeminle, üç övün, üç övün hak!
Yok ya susmak ne mümkün? Eğer yalanım varsa Allah beni bu akşama çıkarmasın, afacan ölümlerine getirsin. AMIN!!!
Bugüne kadar da yemin ediyorum yemin ne yalanım oldu ne uydurmam ne yazdıysam ne anlattıysam gerçek. Eksiği var, hem de çok eksiği ancak bir fazlası yok AMA özellikle bu yazacaklarıma inanmanızı istiyorum, özellikle bu yazıya.
Neden benim, Füsun’un, oğlanın başına gelmiyor da hep başkalarının başına geliyor böyle şeyler anne?
Demin, aynen böyle soruyu sordum anneme. “Oğlum herkes sen, Füsun veya Burak mı?”
Ve devamı ama sonraya…
Biri yetim, diğeri öksüz iki insan. Savaş zamanı doğmuş, o zamanın ekonomik şartları daha doğrusu şartsızlıklar, olanaksızlıklar altında büyümüş iki insan. Annem ve babam…
Şu dünyada şanslı olduğum bir konu varsa, gerçekten çok şanslı olduğum, ben ve kardeşimin…
Böyle bir ana ve babanın evlatları olarak yetişmemizdir.
İki > eğitimsiz < insan ama gözleri, gönülleri açık…
Hem hayat eğitmiş hem kendileri kendilerini…
Gerçekten çocukluğum çok güzel, bolluk ve bereket içinde geçti. Bak kardeşim benim kadar şanslı değildi. Kardeşimden bahis ediyor, yıllar öncesi. Kardeşim daha ortaokulda…
“Tuna Hoca, çocuklara ev ödevi vermiş. Türkiye Cumhuriyeti bakanlıklarını sayın…
Babanla oturduk senin ansiklopedilerini sayfa sayfa karıştırdık, tek tek bakanlıkları saydık, yazdık verdik Füsun’a. Yirmi yedi çocuktan bir tek Füsun bu ödevi yapmış. Tuna Hoca çok merak etmiş, aldı eşini ve bize geldiler misafirliğe, özellikle bizimle tanışmaya”
Hele bana, hele bana ve benim eğitimime harcadıkları parayla rahat İstanbul’un ortasından güzel bir daire alırlardı. Yaş elli iki hanımlar ve beyler…
Gel gör ki ben fos çıktım, anama – babama laik bir evlat olamadım, en azından istedikleri gibi üniversiteyi bitiremedim, lise terkim. Hala annem ve özellikle oğlan zorluyor, git üniversiteye, sağlığıma güvenebilsem, saniyem saniyeme uymuyor ki. Zorlamaya gelemem, kendimden yaparsam yaparım, binlerce gerçek, on binlerce elektronik kitabim var. Süs olsun diye değil, okuduğum, faydalandığım kitaplar. Şahitli – ispatlı bir gerçek.
Neden herkes ben veya kardeşim, evladım gibi değil, neden?
Özellikle yurtdışında yetişip büyüyenler, neden?
Yemin ediyorum yemin, getir Kur’ana el basayım, NAZI hem de kuyruklusu…
Bir Nazi ile bile konuşabiliyor bir orta yol buluyorum…
Bir dinci ile mesela bir Kaplancı, çıkmıyor o pezevenk aklımdan, neden bir dinci ile ben konuşamıyorum?
Neden…
Evet neden ALMAN ki polisi buna dahil…
Ne bana ne kardeşime ne evladıma çıkıp bir ters laf etmiyor, edemiyor?
Yemin ediyorum hiç başıma, başımıza gelmedi AMA diğerlerinin ha bire başına geliyor neden?
Hep mi suç başkasında? Hep mi?
Yazma Önder
Anam ayrı, hanım ayrı…
Yazma Önder, yazma…
Acaba sağlığım yerimde olsa yazmakla yetinir miydim hiç?
Peki, yazmayacağım bundan böyle…
Dünya ile işliğimi keseceğim, salt başlayıp bitiremediklerimi yazıp yayınlayacağım…
Belki susmak en iyisi!
Absolutus*
İyi mi oldu bilmiyorum?
Avrupalılar uyandı…
Korktular, gerçekten korktular…
Almanya’da örneğin oy vermeye giden insanların yüzde altmışından fazlası…
Hollanda’da mesela oyların yüzde yetmişinden fazlası EVET’e çıktı(!)
“Türkler” elli seneyi geçkin bir zamandır Avrupa’da yaşıyorlar…
Yok yaşamıyor paraleller, paralel…
Avrupalılar sanıyorlardı ki bu insanlar bunca zamandır aramızda, demokrasiyi tanıdılar, özgürlüğün bilincine vardılar. NEREDEEE?
Bakın…
Kimse sözlerimi oraya buraya çekmesin…
İçlerinde insan olan da var, insan evladı olanda…
Onları tenzih ederek sözlerime devam ederim…
Samimi ve dindar ama kandırılmış, aldatılmış insanlar!
Diğerleri…
Birçoğu türbanlı orospu, yanlarında nikâhlı pezevenkleri…
Yarası olan, sözüm dokunana…
Aynen öyle görüyorum sizleri, bilgisiz – bilinçsiz hayvanlar…
Ailemden birisinin sözüdür…
“Almanlar bugün ya başından türbanı çıkaracaksın veya siktir olup gidereceksin dese…
Değil başlarından türbanı çıkarmak, götlerini başlarını bile açarlar”
Aynen öyle, yeminle yapmazlarsa gelin yüzüme tükürün.
Menfaat dincileri, menfaatleri için götlerini bile satar, herifler karıları sikilirken birde seyir ederler!
Ağır mi geldi, söyle yalan mı?
Demokrasi ve nimetleri…
Sınırlar içinde özgürlük, toplumsal bir mutabakat, bir anlayış…
Diktatörlük ki DIKKAT birçoğunuz bu terimi yanlış kullanmaktasınız…
Bir kişinin veya küçük bir kitlenin ülke yönetiminde egemen olması, hak ve hukukun bu kişi veya zümrenin egemenliği altında bulunmasıdır KIIII…
O…
Orospunun dölü, Recep Tayyip Erdoğan…
Mutlâkiyet peşinde…
Yani monarşi, Türkçesi saltanat…
Ve bu kavramın diktatörlük ile ilgisi yoktur, ikisinde baskıcı rejim tek ortak yanları…
Saltanat ayriyeten kendinde Haktan gelen, ilahi bir güç ve devamlılık öngörmektedir, yani babadan oğula veya olmadı kıza.
Ulan amcık ağızlılar…
Siz demokrasiden, saltanattan, diktatörlükten ne anlarsınız? Yaşıyorsunuz at götünde yaşayan sinek misali Avrupa’da, ekmek elden su gölden…
Sıkıştığın anda devlet başında…
Git Türkiye’ye, bak bakalım Tayyipistanda, Recep’in saltanatı altında…
Ananın amına nasıl kar yağıyor!!!
Yok ya…
Avrupalılar hâkli endişelenmekte ve gereğini yapmakta…
Yazık olan…
Kurunun yanında yaşta yanacak!
* Latince bir kelime, Türkçesi mutlâkiyet, Almancası absolutismus
AGIT (OSCE)
Yalan mı?
Yalansa yalan de, hadi durma yalan de…
Uluslararası seçim gözlemcileri…
Nasıl inkâr edersin, nasıl?
Yalan mı?
Yalansa yalan de, hadi durma yalan de.
Ne diyor AGIT?
Muhalifler yoğun şekilde engellendiler, yalan mı?
Fırsat ve koşul eşitliği yoktu, yalan mı?
Devletin her türlü imkânlarını EVET için kullandığınız, yalan mı?
Belgelenmiş, resim edilmiş…
Seçim sahtekârlıkları, yalan mı?
Söyle…
Yalan mı?
Nasıl inkâr edersin nasıl?
Ya çık git, git artık git…
Veya…
Biliyorsun değil mi?
İnan ve güven bana, gel kollarıma!
Hayal edebildiğin, düşünebildiğin her şeyi bir gün gelir gerçekleştirebilirsin
Çok değil…
Yıl 1969…
İnsan aya ayak bastı…
Hayaldi, bir rüya gerçekleşti…
Korkma Erdoğan denen zibididen, korkma dinci vahşetinden…
Sen insansın, sen düşünebilen, hayalleri olan varlıksın hayvandan korkmamalısın…
En sevdiğim, en taktir ettiğim Osmanlı Fatih Sultan Mehmet…
Bilgili, kültürlü bir insan, sarayında çağının ileri gelen bilim insanlarını, sanatçılarını konuk eden…
Neler demiyorlar Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları için, neler neler…
Yalana yalan katan, Allahtan korkmaz kuldan utanmazlar…
Korkma diren…
Bilinç…
Bilim insanı, bir doktor bilinci farklı tarif eder bir din bilgini, bir dincinin tarifi farklı olur…
Biliyorsun hep derim, insan çevresinin, yetiştiği ortamın ürünü…
Algı farklı gerçekler çok farklı, eline iğne battı…
Acıyı parmağında his ettiğini sanırsın halbuki beynin yaygarayı kopardı…
Sen insansın, sen düşünebilen, hayalleri olan varlıksın insanlık onurun hayvanı yener!
Gecenin getirdiği sorular
Uyu uyan…
Ne gündüzüm ne gecem var…
Beynimin içinde uçuşan arılar.
Vızır vızır delirmenin eşiğindeyim…
Neden?
Ne gergi var?
Alığılar…
Göz…
Üç boyutlu evren, üç boyutlu dünya, üç boyutu ile insan (…)
En, boy ve derinlik…
Koordinatlar…
Cismin, belki bir insan olanın…
Uzunluğu, genişliği ve ah o derinliği…
Ve belki iki boyutu ile salt düzlemi.
Hiç kendinize sordunuz mu?
İnsan ve üç boyutu, hani çocuğu, erkeği ve kadını…
Allah’ın takdiri…
Çocuk, kız – erkek hiç fark etmez ve doktoru…
İkisi içinde > aynı < çocuk doktoru, erkek ki geneli…
Ama kadının illa var bir doktoru…
İki boyut sanki…
Çocuksun, büyüyorsun ya kadın veya erkek oluyorsun ve ihtiyarlayıp yine çocuklaşıyorsun!???
Üçüncü bir boyut gibi gör insanda, derinliği, ruh hali…
Yine üç boyut, çocuğun ruh hali, kadın başka erkek başka…
Ruh hali, algısı, hayata bakışı…
Ve yine çocuk, ah o kurban olduğum tek boyutluluk, temizlik, saflık.
Sınırlar…
Hani hayal edebilme…
Hani tahammül dediğimiz…
Hani dayanma, bir duruma dayanabilme…
Sonsuzluk…
Tanrı, hani yaradan…
Enerji…
Hani bitmez gibi görünen aniden tükenen…
Sorular, sorular, sorular…
Ve yanıtını bulamadığım nedenler(!)
Kara Mediha’m
Annem…
Benim dışımda kimse anneme böyle hitap etmez, edemez de zaten…
Soner Beyin bugünkü yazısı…
Allah bu dünyadaki tüm annelerin yâr ve yoldaşı olsun, Allah onları başımızdan eksik etmesin…
Ana – oğul çok kavgalarımız olmuştur, annem…
Maazallah…
Sinirlenmesin, tepesi atmasın, ütü, çaydanlık, bıçak – makas, terlik merlik dinlemez…
Yaşa başa da bakmaz, galiba en son 47-48 yaşlarında anne dayağı yemiştim…
Haşlar insanı!
Hani…
Annelerin vurduğu veya öptüğü yerde gül biter ya…
Öyle derler, cennet annelerin ayakları altında aynen öyle…
Kadın…
Hayatın tuzu – biberi. Ne onlarla ne onlarsız…
Benim en iyi dostum, en yakın arkadaşım, beni dünyaya getirmesinin yani sıra, büyütüp yetiştirmesinin, beni en iyi tanıyan ve bilen insanlardan biri, hala…
Bu yaşta veli nimetim bile diyebileceğim bir insan, hayatımda çok özel yeri olan bir insan, bir kadın…
Eksiklerimi, eksik kalan taraflarımı sürekli doldurmaya çalışan bir varlık…
Kimi zaman akıl hocam, bazen en iyi, en yakın arkadaşım…
Buna rağmen her şey anne ile paylaşılmaz, konuşulmaz…
Eş – dost, kardeş bile uzak, illa lazım insana yüreğin sıcaklığı, yakınlığı…
Yüreğin yürekle birleştiği, bir olduğu, illa lazım insana yüreği yürek için çarpan insan.
Soruyor “olabilir mi, Önder?”
Bu sorunun yanıtına gelmeden önce…
Hileli mileli, boş ver şimdi bunları…
Bu pezevengin oy oranında önemli bir yeri olan, mutlak potansiyel, bir nevi gizli kasa…
Yurtdışı Türklerine bir bakalım…
Çünkü bunun bilincinde olmak “direnişte, dirilişi” kavramanın bir yolu…
Yurtdışı Türk’ünün, ortalama bildiğin insanın sosyoloji ve psikolojisi…
Tabii ne sosyoloğum ne psikolog…
Salt gözlem, sadece…
Gözlemlerim.
Kabaca üç guruba ayırabiliriz bu insanları…
Birinci grup öyle diyeyim ki sıralamanın hiçbir önemi yoktur, bizim gibi insanlar, azınlıktalar…
Bir milyon üç yüz bin ile üç milyon arası oldukları söyleniyor…
Bakış açısına bağlı, koyduğun kriterlere, Türkiye’den gelen insanlar olarak değerlendirdiğinde yaklaşık üç milyon. Coğrafi dağılımı ki yüzde sekseni Anadolu (Karadeniz bölgesi dahil) veya Güneydoğu Anadolu kökenli. Eğitim düzeyi ki birinci neslin çok büyük bölümü ancak okur – yazar, birçoğu bunu bile bilmeyenlerden oluşuyordu. Çoğunun mesleki eğitimi, yani bati düzeyinde bir eğitimi yoktu.
İkinci nesil…
Yani benim neslim, az ama küçümsenmeyecek bir bölümü ancak ilkokul düzeyi, geneli ortaokul veya az bir bölümü lise ve üstü. Çok şükür…
Yetişen üçüncü ve dördüncü nesilde bu oranlar tam tersi gelişmekte. Gelelim yetiştiğin ortam ve çevre meselesine…
Hani kuş yuvada gördüğünü yapar der ya atalar, aynen öyle…
Birinci nesil bir kültür şoku yaşamış, bu travmaya dönüşmüş ve “kalıtım yolu” ile ikinci ve üçüncü nesille yansımıştır. Hani hep paralel, paralel diye tutturuyor ya kuduz köpekler…
Almanya’da…
Yaklaşık elli sene içeresinde paralel bir toplum oluşturdular. Bu insanlar…
İkinci grubu oluşturmakta…
Yaklaşık toplam Türk sayısının en azından yüzde yetmişi…
Kendi berberlerinden tut, bakkallarına kadar kendilerine has bir dünyaları var. Camii…
Camileri bile ayrı ayrı…
>>> Domuz topu <<< gibi ki domuz kelimesini özellikle kulandım, aynen öyle domuz topu gibi gettolarda – varoşlarda, bir arada yaşıyorlar. Üçüncü gurup ise…
Birinci gurup gibi bir azınlığı oluşturuyor…
Kök ve bağlarından koparılmış veya bilinçli olarak kopmuş insanlar…
Aslında ne Türk ne Alman…
Evlerinde bile Almanca konuşanlar, bırak konuşmayı, bir Alman siyasetçinin sözüdür…
“Rüyanı bile Almanca göreceksin”
Aynen öyle. Bu insanlar kayıp insanlarımızdır, kayıp (…)
Anlayacağınız…
Mücadelemiz, kazanmak veya ilelebet kendimizden soyutlamamız gereken insanlar ikinci gurubu oluşturmaktadır. Kör cahil desen değil…
Kökünden kopmuş, evsiz – barksız ayak takımı desen değiller…
Hastalıklı bir ruh, hastalıklı bir hayat anlayışına sahipler…
Ezilmişler, hani Victor Hugo’nun Sefilleri…
O misal…
Kendi hayatlarındaki başarısızlıkları, ortama uyamamaları, eziklikleri, komplekslerinin aynadaki aksi…
Recep Tayyip Erdoğan, hani dünya lideri dedikleri…
Bir yerlere gelmeyi başarmış ya, kendilerini onunla özdeşleştiriyorlar…
Onun başarısı, onların başarısı, futbol misali, ayni sosyolojik ve psikolojik olguları fanatik taraftarlarda veya salt futbol severlerde de gözlemleyebiliriz.
Peki, …
Bu insanları nasıl kazanabiliriz?
Genel anlamda insan kazanmanın yolu üç kaide üzerinde oturmuştur…
– ya cüzdana…
– ya beynine, ruhuna, vicdana…
– veya kalbe hitap edeceksin…
Kendine “aydın” diyen, kendine Atatürkçü diyen insan…
Bu insanlara kendilerine olan özgüven ve özsaygıyı geri kazandırmalı…
Hayatin, tarihin ve istikbalin getirdiği, getireceği gerçeklilikten şaşmamalı…
Belki bu yol ile bir araya gelme, bir olmayı başarabiliriz.
Yani…
Biz, kendimiz bile doğruya doğru, yalana yalan, kediye kedi, hırsıza hırsız…
Pezevenge, pezevenk, orospuya orospu diyebilmeliyiz.
Olabilir mi?
İnşallah onun dediği gibi olur, inşallah AMA sanmam…
Trump…
Erdoğan’ı boşuna aramadı. Herife ta Mayıs’ta randevu veren…
Buna gerek görmez. Kaldı ki…
Nerde Erdoğan’da o öngörü, o bilgi birikimi, o zekâ ki on beş seneden beri ülkeyi bir maceradan diğerine sürükleyebilecek, eğer olmasa…
Evet olmasa bir üst zekâ?
Hatırla, davet etmek isterim davet
Yıkmak lazım Ak Sarayı başa…
Kontrollü darbe, senarist ve aktör Recep pezevengi…
Hırsız, basbayağı hırsız…
İstikbalimizin hırsızı, darağacı!
İşte sevgi ile aşk arasındaki fark
Eğer…
Hayvani içgüdüler ile bir kadına yaklaşmıyorsam…
Sevmem…
Aşk ile yaklaşırım ben ona…
Vatana, millete ve kadına aşk ile, aşk!