Zorla bana kafayı yedirecekler

“Baba…
Bilgisayarım neden ikide birde benimle konuşuyor?”

Bu soruya katıla katıla güldüm, o kadar saf salak sordu ki ama…
Yapsan suç, yapmasan suç!

Cortana…
Ağlayacağım valla…
“Baba, Outlook çalışmıyor!”
Ulan eşek oğlu eşek…
4000’e yakın mail olursa posta kutunda(!)

Kafayı yedirecekler bana…
Outlook bir “bilgi bankası”, sürüme göre beli bir kapasitesi var…
Maksimumlar…
Yok arkadaş, yok! Tek çare kafaya bir mermi!

Dert babası oldum…
Önüne gelen Önder…
Kimse sormaz Önder nasılsın, ne haldesin diye…
Yap Önder, yap…
İnsan eşek olmaya görsün, semer vuran çok oluyor.

UNESCO

Global Education Monitoring Report

Dün basında, manşetten ve köşe yazarları köşelerinden Türkiyeli Eğitim Sisteminde yaşanan TEKBIR ve TEOG bilmem nesini eleştirdiler. En ufak bir söz edersem bu konuda…
Gelsin, dünya âlem sıçsın yüzüme(!)

Kendi düşen ağlamaz…
Hala…
AK Saray duruyorsa yerinde, haktır bu millete!

UNESCO açıklama yaptı…
Dünyada…
Eğitim kalitesi gittikçe düşmekte…
Şaşırmadım…
Sosyolojik ve psikolojik kimi açıklaması olsa bile, akla, mantığa yakın…
Her şeyin başı sağlık, sağlıklı kafa sağlıklı vücutta…
(Bakınız bana!)
Eğitim gelir en başta…
Menfaat gözetmeyen, iyi kötü hangi mürekkep yalamış insan Trump’ ı veya Erdoğan’ı seçer?
Hele bizimkiler…
Sözde dindar Müslümanlar, ciddi şüphelerim var Kur’an-ı Kerimi okuduklarından…
Her şeylerine inansalar bile, din konusunda söyledikleri, kendisinin, yandaş, yoldaş ve yalamalarının onlarda bir tiksinti, onlarda bir tepki uyandırmalıydı(!)

Dün…
Muarem ayının başlangıcıydı…
Alevi ol, Sünni ol hiç fark etmez…
Oruç tutan ağız…
Yalan söylemez, insan aldatıp, kandırmaz…
Secdeye varan alın…
İnsan dolandırmaz, hırsızlık yapmaz, adam kayırmaz, vatan – millet malını pezevengin karı sattığı gibi kimseye peşkeş çekmez, satmaz!

Bunu yapan…
Bunların yapılmasına izin veren…
Şüphesiz ki bir orospu çocuğu olmalı!!!

Allahtan korkan…
Allaha, Kitaplarına, Peygamberlerine, Cennet ve Cehenneme, Kadere ve kısmete inanan, şerri bilen kimse bunları yapmaz!

Download 2016 Report

Ooff, offff

Teyze ana yarısıysa…
Amca baba yarısı. Hala, dayı başka…
Ben, ben olmazdım durum burada da farklı olmasa…
Dayday ve Dada…
Ulan arkadaş karı çıktı evden tek başına…
Dört “döndü” iyi mi!

Yoldalar şimdi(!)

Aklım onlarda…
Ders çıkarmamış benden, basar gaza…
Dedim ya bende durum başka, Dayday ve Dada elimde büyüdüler…
Yeminle…
7/24 bizde, senenin 365 gününün en azından üç yüz günü bizim evde…
Dağdan gelmiş bağdakini kovacaklar neredeyse…
İkisi de “burası bizim evimiz” demekte…
Anaları gibi hem yüzsüz hem arsız hem nankör kedi…
Nedendir bilmem, sevdiklerim, benimle birlikte her yerde…
Vatan – millet bile, tüm sevdiklerim söz birliği etmişçesine…
Hep beni üzmekte, hep bana acı vermekte!

FachIdioten

Soner Beyin bugünkü yazısını okudunuz mu?
Dedim…
Onun vasıtasıyla O sözde Profesöre iki oturaklı kelime yazayım…
Ama insan ikide birde rahatsız edilmez bir, değmez iki!

Meğer MHP neymiş de ben bilememişim, Başbuğ dedikleri…
Ölmüşün ardından kötü konuşulmaz, salt bir benzetme, bir nevi tespit…
O kan emici vampir neymiş de benim haberim yokmuş!

Bu çok anlamlı kelimeyi kullanmak istemezdim bu bağlamda kullanmak zorundayım…
Ailede hala söz edilir, “amcam” Mehmet Gürbüz…
6. Filo karşısında direnen, gösteriler yapıp fena hırpalanan nice gençten biriydi…
Sapına kadar Atatürkçü, milliyetçi, solcu bir devrimciydi…
Hayat…
Neleri değiştirmedi ki?
Hayat neler(i) yoğura yoğura değişime uğratmadı ki?

Defalarca değinmişimdir bu konuya, arşivlerim meydanda…
A. Türkeş denilen O vampir Türklük adına piyasaya çıktığında…
Evet, kenar mahalle yomasının sokak aralarında müşteri beklediği gibi umduğu, beklediği talep ile karşılaşmayınca sarıldı İslam ayaklarına. Ettiği, etkinliği kelimenin tam anlamıyla geyik muhabbetinden öteye geçemedi!

Ne milliyetçisi be???
Bu nasıl milliyetçiliktir böyle???

Bildiğim, tanıdığım TEK Türk milliyetçisi Atatürk!

Milliyetçilik lafla olmaz, onun bunun maşası olarak > yeşil kuşağın < milliyetçi şubesi, AB(D) destekli, devletin güvencesi ile ona buna kafa tutulmaz!
Devlet ardında, erkeklik adına, Türk erkeği gibi mert ve yiğitliği ile destanlar yazmış bu milletin evlatları adına, BABA ardında kurşun sıkılmaz!

Bizzat, gözlerimle şahit oldum…
Beş, on kişi bir araya gelmedikten sonra kalan gerisi hep arazi!
Milliyetçilik yürek işidir…
Soruyorum size, madem Milliyetçi Hareket Partisi, doğrusu milliyetçiliğe HAKARET partisi, milliyetçi…
Türk milliyetçiliği adına hangi bilimsel çalışmaya katkı sağladı, nerelerde, ne zaman hangi kurum veya kuruluşu hayata geçirip Türk adına, Türklük adına halka bilgi aktardı?
Hangi ata yadigârını sakladı, sarıp – sarmalayıp, koruma altına aldı?
Atatürk…
>>> Türk <<<>>> Tarih Kurumu <<<
>>> Türk <<<>>> Dil Kurumu <<< gibi daha neler neler hayata geçirdi…
Atatürk ve arkadaşları
>>> Türkiye <<<>>> Cumhuriyeti <<< devletini kurdu!

Ne Milliyetçi Hareket Partisi, siz neden söz ediyorsunuz, oyun mu bu, milliyetçilik oyun mu?

Hayatımda çok akademisyenle uzun uzun sohbet ettim…
Şüphesiz…
Konularında uzman, konularında kapasite olanlar vardı aralarında…
Unvan sahibi nice Profesör…
Ve çoğu SADECE Fachidiotuydu.

Manyak psikoloğum, güzel kuşum, kalbimin yegâne kraliçesi

Kalın kafalım benim…
Ruhu sapığım, saplantılı hatumummm…
Deli doktorum…
Uğraşma be gülüm benimle uğraşma, kadın bıkmadın mı?

Hatırlatıp durma…
Vicdan azabından betersin, yedin bitirdin…
Hadi merakta kalma…
Sepelerim, tahmin edersin, sağlığım, >>> hiç iyi değilim <<< ve evlat… Seninle birlikte başlayan VE bitmek bilmeyen zincirleme olaylar…
Başım >>> çok fena <<< belada, ciddi konulara değinecek ne kafa kaldı ne hal…
Biliyorsun akıtmazsam içimdeki biriken zehri, delirebilirim, ciddi ciddi…
Bu yüzden bu abidik gubidik konular…
Unutmadım…
Sözüm sözdür benim, sırasıyla AMA önce özelimi koymalıyım bir hale yola…
Hatırla bir tanem, güzel sevdiceğim hatırla:

Kendisi himmete muhtaç dede nerede kaldı gayrıya himmet ede!

ERNESTO CORTAZAR – Secrets of my heart
Indeed, in deep!

İnsan, toplum dili ile var, dili ile yok olur

Wiesbaden…
Sonnenberg semti veya Neroberg…
Nezih, kalbur üstü…
Ruhum…
Dediğimde kast ettiğim, saniye, salise içeresinde devri âlem yaparım…
Yerin yedi kat dibi, DarkNet dedikleri veya evrenin derinlikleri…
Senin görmediğin, asla göremeyeceğin “yerlere” gidip, gelirim…
Ruhum, gözüm – gönlüm aç…
Arsız değilim, hele aç gözlü…
Daralıyorum, boğuluyorum yüzeysellik, bir çay kaşığı derinliğinde su içerinde(!)

Aradığım derinlik…
İnsanda ve nesnede…
Dalmak istiyorum içine, kaybolayım, kendimi kaybedeyim, yeniyi, derin düşünceyi…
Karış karış, kulaç kulaç keşif edeyim…
Doysun ruh, doysun beyin, doysun zihin ve gün gelir bulabilirsem kadında aradığımı…
Kapamadan bu gözleri, koklarken o güzel ve nadide çiçeği, bedende doysun…
Ve ben, öleyim.

Küçük ölüm diye tabir edilir kadın ve erkeğin birlikteliği…
Çift…
Ruh ve gönül ikizi ise bu birliktelik salt bir hayvani içgüdünün tatmini değildir…
Beden eşliğinde ruhların birleşmesi, doyması, doruğa, zirveye erişmesidir…
Ne hoştur ne güzeldir ne derin…
İçtenlik ile…
Tenin tene değmesi, his ettiğin, ta içinde, en derinde o sıcaklık, o güven ile barınma, kendini emniyete his etme.

Ölüp ölüp dirilirsin yeniden, doyamasın bu derin içtenliğe…
O vahşi…
O dayanılmaz, karşı konmaz arzuya…
Evet, arzulamak birbirini ölümüne.

Çevrem, tanıdıklarım…
İnsandan kaçabildiğim kadar kaçarım…
Her bildiğimi, bildiğimi sandığımı söylemem…
Her gördüğümü, yaşadığımı açıklamam…
Kimsenin ardından konuşmam…
Ser veririm, sır vermem!

Bela geliyorum demez, gelir otomatikman bulur beni…
Sevdiklerim gibi…
Herkes tanır, bilir bizi. Telefon geldi…
“Gelebilir misin bize?” yıllardan beri konuşmamışım, unuttum gitti…
Hay hay efem, tabii ki…
Adresi aldım, atladım arabaya, ver elini Neroberg’e…
Hep derim ya hafızam, önemli olan şeyleri ezberlemem ve sürekli tekrarlamam gerekli…
Neticede üçüncü dereceden kanamalı beyin sarsıntısı…
Camlarım yaz – kış, evde de arabada da açıktır. Hatırlar bulurum diye navigasyona da vermedim adresi.

Neroberg, Sonnenberg gibi “Beylik konakları”
Birçoğu ofis haline getirilmiş, ömrün bir kısmı buralarda geçti…
Adresi ararken, göz kenarından bir ses:
“???’mi arıyorsunuz?”
Evet…
“Biraz ileride, sol tarafta. ??? ile konuşmanıza kulak misafiri oldum, bekliyor sizi”

Dedim ya göz kenarı ile, kadının yüzüne bile bakmadım doğru dürüst, araba hareket halinde. Kahverengi bir döpiyes içinde 60 başlarında bir hanımefendi. Ne alım ne alım…
Gerçekten saniyelerle…
Albenisi çok bir kadın. Tam bir Hanımefendi. Hali, hareketi, konuşması…
Tek kelimeyle bayıldım…
Kalite kardeşim kalite. Kalite bir bütündür, beli eder kendini.

Bu sabahın aksine…
Almanya’nın tanınmış, discounter diye tabir edilen bir mağaza zincirinde…
Normalinde tanesi 15 – 20€ arasında satılan bilgisayar için bir aleti iki, tekrar 2 Euro’ya satışa sunmuşlar. Almıştım üç – beş tane denedim, gerçekten iyi çıktı, hadi dedim alayım birkaç tane daha…
Kaliteyi objenin kendisi belirler ne mekân ne dış görünüş, kaliteyi ancak deneyerek, tecrübe ederek ve dış görünüşte belli başlı özelliklere bakarak anlarsın AMA illa tecrübe edeceksin…
Kasada, önümde bir kadın ve on yaşlarında bir çocuk…
Çocuk kasa yanına özellikle yerleştirilen oyuncaklardan istiyor. Anne Almanca cevap veriyor ama belli yabancı. Belli, çok büyük ihtimale Türk. Neyse ödedi çıktı, ben ödedim çıktım, park yerinde yanlarından geçiyorum.

Özenti…
“Bizim” Arap özentileri gibi…
Kadın çocuğu ile yarı Almanca, yarı Türkçe konuşuyor…
Bu çocuk büyüyünce çocuğuna ne verebilir?
Bu çocuktan kendine, topluma ne fayda gelir?
Anadilini bile doğru dürüst anlamayan çocuğun, yetişkinin algısından, aldığı kararlardan, verdiği oydan ne beklenir?
Ne Almancası Almanca ne Türkçesi Türkçe!

Dün ve bugün yayınladığım resimler…
Sanatçı Hanımefendiye ait, yolda karşılaştığım kadında sonradan bize eşlik etti, döndü geldi…
Kaldım iki kadın arasında, hangisine laf yetiştireceğim, söz söyleyeceğim?
193 ülke, 7000 dil ve lehçe…
Çok derin, tatmin edici bir sohbet oldu…
Kadın dedi “sizden duyduklarımı Alman dostlarımdan duymadım”
Öylesine şaşırmıştı ki benim Türk olduğumu öğrenince…
Hele ona Atatürk hakkında anlattıklarım onu çok memnun etti…
Sanatçı dostum ile ezoterik alanda, siyaseten ve sanat konularındaki sohbetimizden çok etkilenmişti.

Dün…
Çok uzun bir süreden beri ruhen, beynen tatmin olmuş bir halde eve döndüm…
İhtiyacım var belli, en güzeli azami bir derinliğe…
Su gibi, hava gibi muhtacım. Bıkmışım yüzeysellikten, çok bıkmışım…
Açım aç, beyin doymak ister ruh doymak ister beden doymak ister…
Tatmin olmak ister insan, doymak.

Dünkü resim…
Bir küreden diğerine geçiş…
Yaşamdan ölüme ve tersine…
Beni en çok şaşırtan, etkileyen kadının bu resim ile Albert Einstein’ın…
İzafiyet Kuramını açıklaması oldu.

Dürüst olun, kendinize karşı dürüst…
Aklınıza gelir miydi bunlar?

Sanskrit…
M.Ö. 1200 yıllarında oluştuğu tahmin edilen bir Hint dilinin toplamı…
Dini ayinler esnasında kullanıldığı tahmin ediliyor (Veden). Hint mitolojisinde, Yunan mitolojisi gibi rengarenk. Naga…
Kadın kılığında yılan tanrıçası (dikkatinizi çekerim KADIN = YILAN, Hava anamızın, Âdem babamıza uzattığı elma, yılan. Neyse konuyu saptırmayalım, hatırlatmamın nedeni INSAN, insandan beslenir. Hatırlı okuyucularım bilir bu kısa cümle ile ne demek istediğimi)
Yılanın Hintliler hayatında önemli bir yeri vardır. Sanatçı dostum…
Bu düşünceden esinlenerek yukarıdaki resmi tuale aldı. Anlamı insan ruhu, yılan gibi kıvrılması, zehri, karmaşası!

Kapitalizmin yeni jokeri; mikro milliyetçilik

Kapitalizm, emperyalist düşünce ve ilke…
Böl ve yönet…
Dincisi, kafatasçılığa varan Nazi’si, narsisimcisi…
Özsevici(!)

İspanya…
Katalanlar, İspanyol değillermiş…
Ayrılmak istiyorlar, kimi emperyalistler, uluslararası şirketler…
El, avuç ovuşturuyorlar. Yeni kurulan bir devlet, bebek gibi…
Abartarak yazıyorum…
Lazım da lazım, her şey lazım. Lazımlık bile lazım.

Kaşı mikro milliyetçiliği, ortak geçmişi, kederi ve sevinci…
Utancı ve kıvancı unuttur, fark yarat, farklılıkları bilinçaltından bilince yerleştir…
Sen…
Belki sağ, onlar selamet!

Yapma vatandaş, gelme oyuna…
Gör ve anla…
Sen bu toprakların evladı, sen Anadolu medeniyetin bir ürünü…
Uyma, inanma, aldanma gör ortak geçmişi, iste yaşa kardeşçe…
Ortak bir istikbali tehdit olarak görmek, umut vaat eden bir çarkıfelektir gelecek…
Kaderine, bahtına ne çıkarsa. UNUTMA, Allahtan…
Geleceğini bir noktaya kadar kendin tayin etmene izin var.

Mikro milliyetçiliği değil, bölük bölçük…
Bütünü gör, bütünü sev…
Tabiat ana mesela, onun sana ihtiyacı yok, insan olsa da olur olmasa da…
AMA senin ona ihtiyacın var, her türlü.

“Bilal’in anası, hırsızın avradı” meselesi

Facebok’ta yayınlanmış bugün, valide söyledi, baktım, gerçekdışı!

Ne kadar kızsam da iğrensem de bu insanlardan…
Aramızdaki fark…
Dürüstlük, mertlik olmalı…
İki kavramda benim için, benim hayatımda önemli…
Yetiştiren böyle yetiştirdi.

Emine Erdoğan…
Bir yatak odası…
Krallara laik, montaj…
İnternette, her gördüğüne, duyduğuna inanma, analitikci, forenzik uzmanı olman gerekmez…
Sağduyu, gören göz yeter…
Boyutlar, ebatlar birbirine uymalı, gör yeter…
Aldanma, kanma…
Gerçekleri gör yeter!

Kaynak Facebook Takunya, resim oradan alinmis, yukarki baslik atilmis olmali

Ooorospuuu çocukları, MUTLAKA OKU

Sayın Özdil yazdı, mutlaka okunmalı!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Wanted

20 Eylül 2017

Sene 1976…
Kıbrıs Barış Harekatı’nın ikinci yıldönümünü kutladığımız gün, MTA Sismik-1 Hora, petrol aramak üzere Ege’ye açıldı. Ve, tarihi rest çekildi: Yunanistan müdahale ederse vururuz!
*
1942 modeldi Hora, 55 metre boyunda, 9 metre enindeydi. Ama, uçak gemisi kadar etkiliydi. Bu küçücük sembolik tekne, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devasa gücünü temsil ediyordu.
*
Kıbrıs’ta sopayı yiyen Atina kıvrım kıvrım kıvranıyor, gıkını çıkaramıyordu. Silah ambargosu tehdidi işe yaramıyordu. Çünkü, Kaddafi açık açık “Libya’ya ait Mirage savaş uçakları Türk Hava Kuvvetleri’nin emrindedir” diyordu.
*
Başbakan, Demirel’di. Ama, işin adresi belliydi. ABD başkanı Gerald Ford, başbakanı değil, Bülent Ecevit’i Beyaz Saray’a davet etti. Kıbrıs Fatihi’ni ikna etmeye çalışacak, Yunanistan’ı daha fazla hırpalamamamızı rica edecekti. Diplomatik mesajlar çoktan verilmişti zaten… “ABD yönetimi olarak Ege’ye çıkmanıza karışmayacağız, istediğiniz yerde petrol arayabilirsiniz.”
*
Ecevit daveti kabul etti, ilk durağı New York’tu, The Westbury oteline yerleşti, Türk işadamlarının yemeğine katılacak, sonra Washington’a geçecekti. Onuruna verilen yemek, Waldorf Astoria otelindeydi.
*
Geldi Waldorf Astoria’ya, lobiye girdi, işte o anda olanlar oldu… Stavros Psihopedrisdes isimli Kıbrıslı Rum, tabancasını çıkardı, toplu Smith Wesson’dı, geberrr diye bağırarak Ecevit’e doğrulttu. Ölüm salise kadar yakındı, hayat adeta film şeridi gibi donmuştu. Bernard Johnson hariç… Siyahi FBI ajanı Bernard, hiç tereddüt etmeden merminin üstüne atladı, tetiğe basamadan Stavros’u yere yıktı.
*
Şok üstüne şok yaşanıyordu, çünkü, Bernard yere yıktığında Stavros’un kolu koptu!
*
En azından herkes öyle sanmıştı. Aslında, EOKA militanıydı, barış harekatımız sırasında el bombası fırlatmaya çalışırken elinde patlamış, kolu kopmuştu, protez kol kullanıyordu.
*
(28 yaşındaydı Stavros… Soruşturma neticesinde, Yunan istihbarat teşkilatı’nın tetikçisi olduğu ortaya çıktı. Bir ay önce New York’a gelmiş, Park Lane otelinde kasiyer olarak işe başlamıştı. Güya yargılandı, Rum lobisi devreye girdi, bir sene bile yatmadan, 100 bin dolar kefaletle serbest bırakıldı, yırttı.)
*
(Bernard Johnson, ABD dışişleri bakanlığı güvenlik biriminde genç bir koruma ajanıydı. O gün, Frederick Locker ve George Mitchel isimli ajanlarla birlikte Ecevit’in çevresinde görevliydiler. Bernard yakın koruma konusunda özel eğitim aldığı için, nereye hamle yapacağını çok iyi biliyordu. Soğukkanlı şekilde tabancaya uzanmıştı, suikastçinin ateşlemek üzere olduğu tabancanın horozu başparmağını delmişti.)
*
Bülent Ecevit memlekete döner dönmez ilk iş, kendisi için göğsünü siper eden Bernard’ı davet etti. Bernard, o dönemin ABD dışişleri bakanı Kissinger’ın özel izniyle Türkiye’ye geldi, İstanbul’u gezdi, ardından başkente geçti. Ecevit, hayatını kurtaran FBI ajanının onuruna Marmara Oteli’nde yemek verdi, sarıldılar, sohbet ettiler, güzel güzel ağırlandı, uğurlandı.
*
23 sene sonra, 1999’da… Ecevit başbakan olarak gene New York’a gitti. Suikaste uğradığı Waldorf Astoria’da kalıyordu. Konferans vermek üzere Türkevi’ne gittiğinde, kendisini sürpriz bir konuk bekliyordu. Bernard oradaydı… Terfi etmiş, ABD dışişleri bakanlığının New York güvenlik başkanı olmuştu.
*
Kucaklaştılar, sohbet ettiler, korkunç hadiseyi kahkahalarla andılar, ayrıldılar. Elbette New York’a gelen her yabancı devlet adamı önemle korunuyordu
ama, Ecevit’in yeri bambaşkaydı.
O kocaman yürekli naif adam,
hem cesareti, hem zarafeti,
hem de Bernard’la dostluğa
varan ilişkisi nedeniyle ayrı yere sahipti. FBI’ın en seçkin ekipleri
koruyor, adeta ABD başkanı gibi muamele görüyordu.
*
Yedi sene sonra, 2006… Ecevit vefat etti. Rahşan hanıma gönderilen taziye mesajları arasında, emekliye ayrılmış olan Bernard Johnson’ın satırları vardı: “Büyük bir insanın ölümünü öğrenmekten dolayı derin üzüntü içindeyim, size ve Türk milletine başsağlığı dilerim.”
*
Ooff of.
*
Böyle adamlar tarafından yönetiliyordu Türkiye… Böyle adamlar sayesinde, kodu mu oturtan bir ordumuz vardı, Ege Denizi bizimdi, Kıbrıs yavru vatandı, Apo tıpış tıpış bize teslim edilmişti, PKK sıfırı tüketmişti, Barzani anca binbaşılarımızla muhatap olabiliyordu, Avrupa Birliği’yle ilişkimiz sağlıklıydı, İsrail-Filistin dengesini, İran-ABD dengesini gayet iyi koruyorduk, Mısır kardeşimizdi, Kaddafi fedaimizdi, Merve Kavakçı gibi tarikatçıların dizinin dibinde oturan Amerikan vatandaşları mecliste cirit atamıyordu, özel bankaların çoğu gırtlağına kadar kredi yolsuzluğuna bulaşmıştı ama, Halkbank gibi devlet bankaları gururumuzdu… ABD’nin “en sevmediği” başbakanımız Karaoğlan, namuslu, yurtsever çizgisiyle, sezarın hakkı sezara misali, Beyaz Saray’ın ve FBI’ın en saygı duyduğu başbakanımızdı. Kaderin cilvesi, ABD’nin en sevmediği başbakanımız, bizzat Amerikan ajanları tarafından ölümden korunuyordu.
*
E şimdi bakıyoruz… Ekonomi bakanımız hakkında ABD’de tutuklama kararı çıktı. FBI ajanları tarafından takip edilen Halkbank genel müdürü kara para yolsuzluğundan ABD’de sanık… Bileği bükülmeyen ordumuz, Akp döneminde kurşun sıkmadan imha edildi, Libya’nın Miragelarını boşverdik, kendi F16’larımızı uçuracak pilotumuz yok. Yunanistan adalarımıza oturdu, Akdeniz’de petrolü onlar çıkarıyor, biz yakında Ege denizine balık avlamaya bile çıkamayacağız. AKP desteğiyle “yes be annem” dedirttiler, Kıbrıs gitti, Rumlar AB’ye girdi, dört milyon Suriyeli bize girdi, Türkiye’nin AB’yle ilişkisi koptu, en yakın dostumuz Almanya’yla düşman olduk. Akp hükümeti Apo’yla masaya oturdu, Kandil’le müzakare yaptı, terör hortladı, Pentagon PKK’ya tırlarla silah veriyor, Akp’nin onur konuğu Barzani devlet ilan ediyor. Mısır’la bozuştuk, Kaddafi’yi linç ettirdik, papaz olmadığımız komşu kalmadı, bulaşmadığımız köktendinci terör örgütü kalmadı. Tarikatçının dizinin dibinde oturan Amerikan vatandaşı Merve Kavakçı, büyükelçi yapıldı. 80 milyonluk Türkiye, 300 bin nüfuslu Katar’a teslim olmuş, bedevi develerinin arkasına takıldı gidiyor.
*
Ve, hazindir…
Asrın liderimiz New York’ta.
Saygı görmesinden filan vazgeçtik.
Korumaları “wanted”
afişiyle aranıyor!

http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yilmaz-ozdil/wanted-2017281/