Bir çoban ve bir öğretmenin aşkı

Yok…
Sandığınız gibi değil, okumanızı tavsiye ederim. Belki gözleriniz açılır. Almanya’da…
Bir Digitalisierung diye tutturdular…
Tutabilene aşk olsun. Endüstri 4.0 diye de geçer, dijitalleşme(!)

Bilişimciyim, tekrarlamaktan bıkmam. VOIP benzeri bir > düzen <
Birçok yönü var konunun, en önemlisi güvenlik. Ben sadece bir yönünü aydınlatmaya çalışacağım çünkü HEPIMIZI ama özellikle evlatların sağlığını, gelişmesini ilgilendirdiği için.

Beter kalktım bugün, çok beter, ancak biraz açıldım. Değineceğim konu biraz uzun nefesli olabilir, bakalım. Gene iyi saate olsunlar başıma dikilmezse!

Incele, Almanca AMA resimler yeter!!!

Allgäu…
Almanya’da bir bölge, Alplere yakın. Akıl almaz bir güzellik, tabiat severler için bir cennet.
Bir çoban bir öğretmene âşık olur. Kadında çobana karşı boş değildir. Uzatmayalım, evlenirler. Dört çocukları olur.

Böyledir, doğru olan da budur ve umarım bundan böylede bu şekilde kalır…
Kadın önceleri pek istemese de eşine duyduğu sevgi ve saygı gereği eşinin hayat şartlarına uyar.
Erkek neredeyse kadını da oradadır!
İki gün öncesiydi bu belgeseli izlediğimde, dün haberlerde farklı açıdan yine konu oldu. 45 dakika süren bir programdı. Çok şey öğrendim, konuya hiç bu açıdan bakmayı akıl edemedim.

Çoban haliyle…
Kendi sürüsü yok, başkalarının hayvanları ile ilgileniyor.
Alman sığırlarını bir görmelisiniz, azman…
İri yâri hayvanlar…
Haliyle köylüler, çiftçiler hayvanlarını ilkbaharın gelmesiyle birlikte çobana teslim ediyorlar, sonbahar gelene kadar, kış öncesine kadar çoban, hayvanlar ile dağlarda. Şimdi düşünüyorum da kardeşin tavukları, horozları birde Erol ağabey, Sevil ablanın hayvanlarını gözümün önüne getirince minicik kalıyorlar kardeşinkiler yanında. Havasından mı, suyundan mı…
Yoksa beslenme mi?

Bizler, özellikle Gürbüz ailesi…
Beslenme konusunda birer barbarız. Evet, aynen böyleyiz. Sağlıklı beslenme nerede bizler nerede…
Hele ben…
Yok, imkânsızlıktan, bilgisizlikten değil, tembellikten, b.k boğazımızdan.

Türk milleti…
Göçebe bir toplum, yerleşik düzen, yerleşik bir toplum olmaktan doğan “kültürden” uzağız…
Ancak…
Eminim çünkü bu da bir gerçek, kendimize ne kadar kentli desek bile bir şekilde köylere bağımız vardır. Bu yüzden çoğumuzun ahır, hayvan gördüğünü var sayıyorum. İnekler, Mandalar…
Koyunlar ve keçiler…
İnanın, geleneksel çiftçi ve hayvan yetiştiricisinin buralarda bile yok bizden bir farkı. Yani genelinde öyle, özelde haliyle farklılıklar bulunmaktadır.

RANDIMAN

Allah sizin de randımanınızın da (…)!!!
PARA…
Bu ne ya?

Bilmem biliyor muydunuz?
Geçenlerde de insanlar, özellikle kadınlar ve boyları konusunda da yazmıştım…
Gelişmiş ülkelerde kadınların boyu uzadı, beslenme. Erkekleri yakalayamadılar çünkü bilinçaltından yine anneler erkek evlatlarını “farklı” besliyorlar.
Geleneksel bir işletmede yetişen ve yine geleneksel şartlar altında yaşayan ve “ultra – süper” modern çiftliklerde yetişen ve yaşayan hayvanlar kıyaslandığında…
İneklerin, domuzların ve hatta keçilerin, koyunların kiloları, BOYLARI büyük farklılıklar göstermektedir.

Bu gibi çiftliklerde çiftçinin elinde bir cep…
Robotlar, otomatlar hayvan sağıyor, besliyor, evet evet samanlar robotlarla getiriliyor…
Hayvan pislikleri toplanıp depolanıyor, enerji kaynağı olarak kullanılıyor…
ILAÇLAR, HORMONLAR otomatik olarak hayvanlara veriliyor veya aşılanıyor…
Çiftçi elindeki cep vasıtasıyla her şeyi kontrol ediyor. Bir alman çiftçisinin gündelik çalışma saatleri böylelikle ortalama on altı saatten, sekize düşüyormuş.

Zamanın önemini, değerini rahmetliden öğrendim…
Hep derdi, uyarırdı beni…
“Önder, bekle her şeyin bir zamanı var!”

Önder bu…
Bekler mi?

Bu bir gerçektir, başıma gelen çoğu şeyin sebebi aceleciliktir…
Zamanı…
Allah’ın insana bahşettiği zamanı iyi değerlendirmeli. Emanetçiyiz, sadece birer emanetçi…
Emanete ihanet edilir mi?
Bu açıdan ben tam bir hainim, ihanetin doruğuna eriştim. Vücudumuz emanet…
Çevremiz, içinde yaşadığımız tabiat…
Aslında her şey ama her şey emanet, vakti saati geldiğinde > devir < ediyoruz bize emanet edileni ardımızdan gelene. Tabii…
Devir edilebilecek bir şeyler bıraktıysak(!)
Hor kullandım, hor…
Acımadım, en başta kendime. Üvey ananın öksüzün sırtına vurduğu gibi vurdum…
Sevdiklerime, benim için çok değerli olanlara bile. Yok, kötülükten değil, iyilikleri için. Bugün evlat kendisi diyor “sen zorlamasaydın …”. Öyledir, bazen zorlayacaksın…
AMA…
Akıl ile mantık ile.

Zaman tasarrufu çok önemli ve anlaşılır bir gerekçedir…
Çok önemli, hele çağımızda…
Hastanede bana ne öğrettiler biliyor musunuz?
Yavaş hareket etmeyi, YA-VAŞ
Ağrıları ancak bu şekilde kontrol altında tutuyorsun. Öncesinde zaten kendim keşif etmiştim!

Öyle gösterilmek istense bile, bu algı yaratılmaya çalışılsa bile…
Özellikle çağımızda…
Psikologlar olsun veya doktorlar mesela bunu çok iyi bilir, çok insan hastalanır…
Rahatsızlanır bu yüzden. Stres, zamanla yarış…
Bu yarışı kaybeden insan, kaybeden sen ve ben…
Çoğu zaman farkına bile varmayız, kaybeden çevremiz. Sadece çoluk – çocuk, eş, dost değil. Tabiat…
Aceleyle, düşünmeden alınan kararlar, telafisi olmayan veya çok uzun zaman alacak olan…
“Geri dönüşüm”

Bir düşünün…
52 yaşındayım. Bundan hadi beş yüz sene önce diyelim 52 yaş demek çoğu insan için bir hayaldi…
Doğru hatırlıyorsam yaş ortalaması otuzlarda idi…
Bin sene önce, iki bin sene önce…
Peygamber Efendimiz örneğin…
Dokuz yaşında bir “bebeğin” evlendirilmesi(!)
Dünyamız…
Dört buçuk milyar yaşında…
Albert Einstein, zaman görecelidir. Bakana, bakış açısına, zamana bağlı!

Öğretmen hanım eşi ve dört çocuğu ile son derece mutlu…
En azından benim üzerimde öyle bir izlenimim bıraktı. Lütfen bir gözünüzün önüne getiriniz…
Aylarca dağlarda, muhteşem bir manzara olsa bile aylarca dağlarda, bir kulübede ne akar su var ne elektrik, ne çamaşır makinesi ne bulaşık…
Siz olsanız bu fedakârlığı yapar mısınız, gösterir miydiniz?

Hayvancılık olsun çiftçilik olsun zor zanaat…
Her şeyden evvel bir kadın için, çağdaş bir kadın için çok güç olsa gerek…
Benim en büyük, en şiddetli özlem duyduğum yaşamlardan biri. Her şeyden uzak, sevdiklerimle, hayvanlar ile, tabiat ile baş başa. Ah birde yürüyebilsem, ayakta durmaya gücüm olsa…
Çocukları da öyle, kova kova su taşıyorlar, odaları bir tane, ranza…
Asker usulü, apartman dikmişler, üst üste alt alta ama mutlular, hayvanlar ile tabiat içinde…
Çobanlığı oyun haline getirmişler, babalarına yârdim ediyorlar. O yemyeşil çayırlarda, yamaçlarda…
Binlerce çeşit kir çiçeği içeresinde çok mutlular.

Yeri geliyor Heidi, yeri geliyor Pollyanna oynuyorlar(!)

Meralarda, o engin ve sarp yamaçlarda insanlar doğa ile bütünleşmiş…
Allah ne verdiyse buyurun sofraya. Peynirlerini, tereyağı, et zaten her şeyi, her türlü ihtiyaçlarını kendileri üretiyor. Basit ama tertemiz bir hayat. Tavuklarla yatıp horozlardan önce uyanıyorlar. VEEE…
En çokta bundan etkilendim çünkü kendim tanıdım, tanıma şerefine eriştim böyle insanların…
Örneklerim…
Bu yüzdendir DINCININ karşısında…
Dindar insanın yanında, gerekirse önünde veya arkasındayım…
Yürekten…
Anlıyor musunuz yürekten Allaha inanın yanında…
Bir dostları, yine el yapımı ahşaptan hoparlör görevi yapan ama görseniz kova sanırsınız eşyalar üretiyor. Kadına hediye etmiş bir tane…
Eski, çok eski ve onlarca senedir dağlarda yankılanmayan bir geleneği kadın yine canlandırdı…
Çok isterdim bir pazar sabahı orada olmayı…
Pazar ayini…
Görülmeye, daha doğrusu duyulmaya değer bir OLAY!!!
Bir tek hastalanan veya kaza olursa helikopter gelip en yankın yerleşkeye götürüyor. Gerisi doğal bir yaşam.

Devam edecek…