Gözlerim…
Annem beni dün görünce:
“Oğlum, bu ne? Notre – Dame’ın kamburuna dönmüşsün!”
Merak ediyorum…
Acaba öncesini görseydi ne derdi?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ∙ Ne mutlu Türküm diyene, diyebilene
Gözlerim…
Annem beni dün görünce:
“Oğlum, bu ne? Notre – Dame’ın kamburuna dönmüşsün!”
Merak ediyorum…
Acaba öncesini görseydi ne derdi?
Köpeklerin maskarası olurmuş ya…
Aynen öyle…
Kardeş değil kardeşim, kanımdan kan…
İkisi bir araya gelsin, gelin ve görümce…
Konu ben!
Hatunum diyemem, kardeşte…
İkisi de düşman…
Kadınım, avradım nerede?
😊
Gerçekten ya ne büyük başım varmış arkadaş ne büyük…
Ayağı takılan benden biliyor…
Günaydın Türkiye, günaydın dünya!
Eyyy kadın…
Erkek değildir düşmanın!
THY…
Tayyip Hava Yolları, bir saat gecikmeli…
NORMAL(!)
Ben olsaydım >>> kesinlikle bu hava yolları ile gelmezdim <<<
EVET, Tayyip yiyeceğine, yandaş ve yoldaşı…
Alem yesin…
Bulmadı her halde başka uçan, çok beklemesi gerekiyordu mutlaka!
Sabah gözlerimi açtığımda dört sularıydı…
Eh işte iyi kötü kalktım, kahve yaptım kendime, banyoya gittim…
Diğer gözede sıçramış, biri iyileşmeye başlıyor derken!
Çok sürmedi, hanım kalktı…
Ya kadın, dur hele bir bismillah de başladı kazınmaya…
Bir kazınıyor ama sanki yarını yok gibi!
Geldik dükkâna…
Kardeş aradı sabah sabah…
“Nunaaa…
…
Nasılsın, ne yayıyorsun?”
Soruya bak, ya dükkânda ne yapılır???
“Ne yapacağım, çalışıyorum!!!”
“Annem kaçta gelecek?”
“Sabah telefon etti, Almanya saati ile 10:30’ da”
“Hangi 10:30?”
“Sabah”
“Eyvahhhhhhhhhhhhhhh”
…
…
…
“Hemen temizliğe başlamalıyım, hemen!!!”
Böyle bir şeydir kaynana olmak, ana olmak…
Hizaya sokar adamı otorite…
Pardon, gelini ve de kızı!
O eyvah’ı duymalıydınız…
Gayriihtiyari…
Başladım gülmeye, hanımla birlikte kardeşte!
😊
Müslümanlık ve ümmet düşüncesi, kulluk ilkesi…
Osmanlı yönetimi…
Ve Müslim – gayri Müslim ayrımı, vergilendirmede, askerlikte ve benzeri, ki…
>>> hepsi Osmanlı (!???) <<<
Var mi tarihimizde > azınlık < meselesi?
Arşivlerim meydanda, bu konuya öncesinde ve ayrıntılı şekilde değinmiştim…
Bizde YOK ama Avrupa’da oldum olası bir konu, bir mesele!
Lozan ile uğraşma oğlum…
Seni aşar, senin kalibrene, kalıbına göre değil bu mesele…
S.k kadar boyunla haddini aşma, herkese ayar veriyorsun ya, verdiğini sanıyorsun…
Sen önce kendini ayarla!
Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü
Müslüman bir ana – babanın evladıyım!
Yaşarken, yaşatmaya çalışırken Rabbimin yolundan gitmeye çalışan bir insanım, bir birey, bir kul…
NOKTA
Nefret ederim yalandan, aldatmaktan, kandırmaktan VE…
İnsanların yalan yanlış bilgiler doğrultusunda yönlendirilmesinden. TARAF basın ve yayın organları…
Tutturdu bir Evangelizm veya Evanjelizm yalanını koşturarak gidiyor…
Yeni cins bir ÖCÜ(!)
Niyet nedir…
Ardında yatan amaç BILMIYORUM!
Muhtemelen…
Din bir kez daha siyasete alet edilmekte.
—
Hristiyanlar Katolik, Ortodoks ve Protestan olarak üç ana mezhebe ayrılmışlardır. Bu mezhepler arasındaki en önemli ayrılıklar nelerdir?
Katolik ve Ortodoks Arasındaki Farklılıklar Nedir?
Gerçekte Katoliklerle Ortodokslar arasında çok büyük bir farklılık yoktur. Temelde her iki kilise de bazı ufak öğretisel (teolojik) ayrılıkların dışında hemen hemen aynı öğretisel çizgiyi takip ederler. Bu iki kilise arasında var olan farklılıklar daha fazla bölgesel ve kilisenin yönlendirilişiyle ilgili farklılıklardır.
Hristiyanlık içinde en yaygın ve en fazla üyeye sahip olan Katolik kilisesinin kuruluşu iddiasına göre bizzat İsa Mesih ve resulleri (özellikle Petrus ve Pavlus) tarafından olmuştur. Katolik kilisesi başlangıçtan bu yana sadık ve kesintisiz bir şekilde resullerin öğreti ve uygulamalarını devam ettirdiklerini iddia ederler.
‘‘Katolik“ kelimesi ‘‘evrensel“ demektir. Kilisenin yönetim merkezi Roma’da olup evrensel boyutlu olduğundan bu kilise ‘‘Roma Katolik Kilisesi“ adıyla bilinir.
Bu kilisenin başında öleceği güne dek seçilip, Mesih’in görünür temsilcisi olarak kabul edilmiş bulunan ve Vatikan Roma’da yaşayan Papa bulunur.
KATOLİK ve ORTODOKSLARIN BİRBİRLERİNDEN AYRILMALARI
Bilindiği gibi ilk Hristiyan kilisesi Pentikost günü Mesih tarafından vaat edilen Kutsal Ruh’un inanlılar üzerine gelmesiyle Yeruşalim’de kuruldu. Fakat Yeruşalim’in M.S. 70’de Romalılarca harap edilmesinden sonra baskılar nedeniyle, bu kiliseler başka bölgelere Avrupa’ya, yani batıya kadar yayıldı (Elçi.1:8)
O zamanlarda dünyada egemen olan politik güç Roma imparatorluğuydu. İlk üç yüzyıl boyunca Hristiyanlar çeşitli ağır baskılara maruz kalmışlardı ama dördüncü yüzyılın başlarında (M.S. 312/3) Hristiyanlığa dönen Roma imparatoru Konstantin’in emriyle Hristiyanlara tam bir özgürlük sağlanmış ve böylece baskılar durmuş oldu.
M.S. 395’de ise Roma imparatorluğu Doğuda Konstantilop (İstanbul) ve Batı’da da Roma şehirleri başkent olmak üzere ikiye ayrıldı. Yozlaşmaya başlayan Hristiyanlık güç ardına koşmaya başlayıp, Batılılar Roma’nın, Doğulular da Konstantilop’un dinsel merkez olması gerektiğini ileri sürmeye başladılar.
Roma devletinin desteğiyle günden güne güçlenen Roma kilisesinin rahibi kendisinin elçi Petrus’un halefi olduğunu, kilisenin tek evrensel şefi ve papası (babası) olduğunu bildirerek, Konstantilop patriğinin de onun yetkisini kabul etmesi gerektiğini ileri sürünce doğu kiliseleri buna karşı çıkıp birbirlerini aforoz ettiler ve bu şekilde 1054’te Batı’da Roma Katolik ve Doğuda da Ortodoks kilisesi oluşmuş oldu. Ortodoks kelimesi ‘doğru‘ anlamına gelip, doğru inanca veya görüşe sahip olan demektir.
Papa’nın yanılmazlığı ve evrensel yetkisinin kabul edilmemesinin dışında Ortodoksları Katoliklerden ayıran diğer bir kaç nokta da şunlardır.
Katolik kilisesi rahiplerinin evlenmelerini yasaklarken Ortodoks kilisesi rahiplerinin evlenmelerine müsaade eder. Katolikler Kutsal Ruh’un hem Baba’dan hem de Oğul’dan çıktığını ileri sürerken Ortodokslar Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan, İsa aracılığıyla çıktığını ileri sürerler.
Roma Katolik kiliselerinde vaftiz uygulaması yalnızca su serpmekle yapılırken, doğu Ortodoks kiliselerinde bu tamamen suya daldırılmak suretiyle yapılıyordu.
Ortodokslar yalnızca resimlerle yetinmekteyken batı kiliseleri heykel veya statüler de yapıyor ve bunları da şereflendiriyordu.
Ortodokslar Rab’bin Sofrasını ekmek ve şarapla yaparken Roma Katolikleri bunu yalnızca şaraba bulandırılmış kutsal ekmekle yapmaktaydı.
Ortodokslar ayinlerinde özellikle Yunancayı kullanırken, Roma Katolikleri Latinceyi kullanıyordu. Ortodokslar bazı Hristiyan kutlamaların Katoliklerden ayrı tarihlerde kutlarlar. Örneğin Katolikler İsa’nın doğuşunu 25 Aralık’ta kutlarken Ortodoksluk sistemi altında olan Ermeniler 6 Ocağı kutlarlar.
Bu farklılıkların dışında bu iki kilise diğer bütün konularda hemen hemen aynı inanç sistemini paylaşmaktadır. Ortodoksların yoğun olduğu bölgeler doğu bölgeleridir. Ortodoks ve Katolikler arasında var olan bu ayrılık uçurumu tarih boyunca politik nedenlerden dolayı daha da derinleşti. Ama son dönemlerde Katolik kilisesi Ortodoksları yeniden kendi denetimine almak amacıyla çeşitli taktik ve atılımlarda bulunmuştur ve bu hala da devam etmektedir.
İncil’e Dayalı Protestanlarla Katolik ve Ortodokslar Arasındaki Farklılıklar Nelerdir?
Söylediğimiz gibi gerçekte Katoliklerle Ortodokslar arasında (Ermeni resulu, Süryani kadim, Kildani vs…) çok büyük bir farklılık bulunmamakta, temelde bu kiliseler hemen hemen aynı öğretisel çizgiyi takip etmektedirler.
Bu üç kilise içinde öğreti ve uygulamalarıyla farklılığı hemen göze batan kilise Mesih İnanlıları veya İncili Protestanlardır. ‘Protestan‘ kelimesi ‘protesto eden‘ anlamına gelip, kurulu kiliselerin İncil’den uzaklaşmış, İncil’e ters düşen öğreti ve uygulamalarını protesto ettiklerinden bu isim kendilerine verilmiştir. Katoliklerce uzun yıllar ‘‘sapkınlar“ olarak ilan edilen Protestanlar Vatikan II Konsülünden itibaren ‘ayrı kardeşler“ veya ‘‘kardeş kilise“ olarak görülmeye başlanmıştır. Aralarında bulunan farklılıklara geçmeden önce Mesih İnanlılarının Katolik ve Ortodokslarla birlik içinde olduğu şu bir kaç noktayı vurgulamamız şüphesiz yararlı olacaktır
Tanrının varlığı, ebediliği, yüceliği ve üçlü-birliği, İsa Mesih’in yaratılamayıp ebediyen var olduğu, O’nun tam Tanrı ve tam insan olduğu.
İsa Mesih’in Kutsal Ruh aracılığıyla Meryem anadan mucizevî bir şekilde doğduğu, tamamen günahsız ve kusursuz olup, günahlarımız için haça gerilip öldüğü, üçüncü gün ölüler arasından bedenen dirilerek öğrencilerine göründüğü ve kırk gün sonra da diriliş bedeniyle göğe çıkması.
İsa Mesih’in ikinci kez görkemle yargı için geleceği, diriliş olacağı ve inananları cennete, inanmayanları da cehenneme atacağı Kutsal Ruh ‘un bir etki olmayıp üçlü-birliğin üçüncü şahsiyeti olduğu.
Meleklerin ve aynı zamanda Şeytan ve cinlerinin ruhi şahsiyetler olarak var olduğu. Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın esini olduğu vs…
Bu ortak noktaları vurguladıktan sonra şimdi Mesih İnanlılarını Katolik ve Ortodoksluktan ayıran temel öğreti ve özelliklerin ne olduğunu birlikte incelemeye geçebiliriz.
DAYANILAN YETKİ KONUSUNDAKİ FARKLILIK
Katolik ve Ortodoks kiliseleri inanç ve uygulamalarının tespit edilmesi hususunda iki temel yetkiye dayanır. Bunlar Kutsal Kitap ve Kilise gelenekleridir. Kilise gelenekleri derken kilise babalarının öğretileri, Papa’nın öğretileri, kilise konsüllerinde alınan kararlar ve kilise tarihi boyunca kiliseye sokulan öğreti, örf ve adetler anlaşılmaktadır. Katolikler, Kutsal Kitap ve bu kilise geleneklerini eşit bir şekilde Tanrı sözü olarak benimsemektedirler. Vatikan 1 ve 2 Konsülleri’nde bu düşünce şöyle ifade edilmiştir:
‘‘Kutsal gelenekler ve Kutsal Kitap tek tanrısal bir kaynaktan ileri gelerek tek bir akımda toplanır ve tek sonuca yönelir… Kutsal Kitap ve Gelenekler eşit bir saygı ve duyguyla kabul edilip şereflendirilmelidir“ (Dei Verbum, 9,10).
Hatta Kilise ve kilise gelenekleri çoğu zaman Kutsal Kitap’tan daha üstün ve önde tutulmaktadır. Örneğin Kilise gelenekleriyle Kutsal Kitap arasında bir tezat belirdiğinde Katolik ve Ortodokslar kiliseyi ve kilise geleneğini izlemeyi tercih ederler.
İncil kitaplarının kilise tarafından tespit edilip yetkilendirildiğini ileri sürerek, Kutsal Kitap’ın yalnızca kilise tarafından yorumlanıp anlaşılacağını iddia ederler. Kilisenin dışında Kutsal Kitap’ı doğru bir şekilde anlamak ve yorumlamak onlara göre olanaksızdır.
Fakat bunun karşıtında Protestanlar iki değil, yalnızca tek bir yetkiyi, yani Kutsal Kitap yetkisini kabul ederler. Konsüllerin, geleneğin, kilise babaları veya öğretmenlerinin değerini her ne kadar kısmen takdir etseler de bunların asla Kutsal Kitap’a eşdeğer bir yetki veya Tanrısal söz olarak kabul edilemeyeceğini vurgularlar. İşte Mesih İnanlılarını Katolik ve Ortodokslardan ayıran temel ve ana özellik budur. Eğer herhangi bir Katolik’e veya Ortodoks’a neden dolayı buna veya şuna inanıyorsun diye sorulursa genelde alınan yanıt şöyle olur:
‘‘Böyle inanıyorum çünkü kilisemiz veya papazımız böyle öğretir‘ ‘ . Oysa aynı soru bir Mesih İnanlısına yöneltildiğinde O hiç tereddüt etmeden ‘ ‘böyle inanıyorum, çünkü Tanrı’nın sözü Kutsal Kitap böyle öğretir“ der. Acaba bu görüşten hangisi doğru ve Tanrısal gerçeklere uygundur? Sadece Kutsal Kitap’ın yetkisinin kabul edilmesi mi yoksa Kutsal Kitap’a başka kaynak, gelenek ve yetkilerin de eklenip bunların eşit derecede izlenmesi mi?
Mesih İnanlılarının yanıtı kesin ve açıktır:
Yani yalnızca Kutsal Yazıların yetkisi. Yalnızca Kutsal Kitap Tanrı’nın ilham edilmiş sözü olduğundan inanç ve uygulamalarımızın tespit edilmesi hususunda yalnızca o tek ölçü olmalıdır. Kutsal Kitap’ın yanında veya dışında başka ek bir yetkiye bel bağlamak ancak karışıklığa ve sapıklığa götürür.
İsa Mesih’in, onun elçilerinin ve ilk yüzyıl imanlılarının öğretisi daima bu doğrultuda olmuştur. Onlar inanç ve uygulamalarını kesinlikle adetler üzerine değil ama yalnızca Tanrı’nın sözü üzerine kuruyorlardı. Örneğin İsa Mesih yeryüzündeyken dinsel adetlerin esiri haline gelmiş Ferisileri ve din bilginlerini geleneklerinden dolayı açıkça mahkûm etmiş, öğrencilerini de bu insan icadı geleneklerin tehlike ve yıkımlarına karşı uyarmıştır:
‘‘Kudüs’ten bazı Ferisiler ve din bilgileri İsa’ya gelip şunu sordular: ‘‘Senin öğrencilerin neden atalarımızın geleneğine karşı geliyorlar? Yemekten önce ellerini yıkamıyorlar.“ İsa onlara şu karşılığı verdi:
‘‘Ya siz, neden geleneğiniz uğruna Tanrı buyruğuna karşı geliyorsunuz? Geleneğiniz uğruna Tanrı’nın sözünü geçersiz kılmış oluyorsunuz. Ey ikiyüzlüler! Yeşaya’nın sizinle ilgili şu peygamberlik sözü ne doğrudur: ‘‘Bu halk dudaklarıyla beni sayar, ama yürekleri benden uzaktır. Bana boşuna taparlar. Çünkü öğrettikleri, sadece insan kurallarıdır“
(Mat.15:1-9).
Bu sözlerle açıkça İsa Mesih Kutsal Yazılar’ın geleneklerden kesin üstünlüğünü vurguluyordu. Yine başka bir fırsatta İsa Mesih kendisini deneyen Şeytan’a üç kez ‘‘Yazılmıştır“ ifadesiyle karşı koymuştur, gelenekler veya kurallar böyle öngörüyor veya diyor diyerek değil! (Mat.4:1-11)
Elçi Pavlus da gelenekler hususunda inanlıları şöyle uyardı ‘‘Dikkatli olun! Mesih’e değil de, insanların geleneğine ve dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin.“ (Kol. 2:8)
Başka bir bölümde de elçi Pavlus Kutsal Yazılar’ın rolü ve yetkisi hakkında genç Timoteos’a şunları yazdı: ‘‘Mesih İsa’ya olan iman aracılığıyla seni bilge kılıp kurtuluşa kavuşturacak güçte olan Kutsal Yazıları da (gelenekleri değil!) çocukluğundan beri biliyorsun. Kutsal Yazıların tümü (kilise gelenekleri değil!) Tanrı esinidir ve öğretmek, azarlamak, yola getirmek ve doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde (gelenekler değil) Tanrı adamı her iyi iş için donatılmış olarak yetkin olur.“ (2.Tim.3:15-17)
Pavlus ve Silas’ın ilan ettiği bildirinin doğruluğunu Veriya’lılar geleneklerine bakarak değil ama ellerinde bulunan Kutsal Yazılar’a bakarak kontrol ediyorlardı:
‘‘Veriya’daki Yahudiler, Selanik’tekilerden daha açık fikirliydiler. Tanrı sözünü büyük ilgiyle karşılayarak her gün Kutsal Yazıları inceliyor, öğretilenlerin doğru olup olmadığını araştırıyorlardı.“ (Elçi.17:11)
Bundan başka Kutsal Kitap açık bir şekilde biz insanların kilise ve insan adetlerine göre değil ama Tanrı’nın ve İsa Mesih’in sözüne göre yargılanacağını vurgular
‘‘Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var. O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür.“ (Yuh.12:48 )
Tanrı da kilise kurallarından veya geleneklerinden değil ama kendi ‘ ‘sözünden titreyen adama baktığını‘ ‘ bildirir (Yeş.66:2). Kutsal Kitap’ın yanına başka bir yetki koymak özden uzaklaşıp, sapıklıklara kaymanın temel kaynağıdır. Bu aynı zamanda bütün tarikatların da içine düştüğü tehlikeli bir tuzaktır. Bu nedenledir ki, Katolik ve Ortodoks kilise geleneklerinde kayıtlı bulunan ve Kutsal Kitap gerçekleriyle alakası bulunmayan bir yığın efsane ve hikayeler mevcuttur. Bunlar her ne kadar İncil öğretilerine ters düşse de ne yazık ki bir yığın insan bunlara Tanrı’nın sözüymüş gibi inanır ve izler gelenekler kaygan kum gibi; ama Kutsal Kitap sarsılmaz, sabit bir kaya gibidir. Gök, yer, insan ve gelenekleri gelip geçer veya bozulur ama Rab’bin sözleri ebediyen durur (Mat.24:35).
İşte bizim geleceğimiz ve güvenliğimiz de yaşamımızı neyin üzerine kurduğumuza bağlıdır. Acaba yaşamımızı geçici ve değişken insan gelenekleri üzerine mi yoksa değişmez ebedi Tanrı sözü üzerine mi kuruyoruz?
İlk yüzyıldaki kilisenin inanılması gereken kitapları tespit edip yetkilendirme iddiası da yanlış olup, hiç de kilise veya geleneklerin Kutsal Kitap’tan daha değerli ve önemli kılmaz. Kilise, İncil kitabına yetki veya değer sağlamadı, ama zaten İncil’de var olan yetkiyi ve değeri tanıdı, bir kuyumcunun önüne konulan metalın altın, gümüş veya bakır olup olmadığını tanıdığı gibi.
Kutsal Kitap’ın yalnızca kilise tarafından anlaşılıp yorumlanabileceği düşüncesi de Kutsal Kitap’a göre yanlıştır.
Samimi bir şekilde, dua ile ve Kutsal Ruh’un yardımıyla Kutsal Kitap’ı okuyanlar onun kurtuluş mesajını kolaylıkla anlayabilirler (bkz. Yuh.20:31; 2.Tim.3:15-17).
Katolik ve Ortodoks kiliselerinin Kutsal Kitap konusunda diğer önemli bir yanılgısı da 1546’da Protestanlara bir tepki olarak bazı sapık inançlarına destek buldukları Apokrifler olarak adlanan 14 kitapçığın Kutsal Kitap’a eklenilmesidir.
Oysa ne İsa Mesih ne öğrencileri ne ilk çağlardaki inanlılar ne de kendilerine Kutsal Kitap sağlanan Yahudiler bu yazıları hiç bir zaman Tanrısal esinli kitaplar olarak görmemiş, inanç veya uygulamalarını desteklemek için onların yetkisine başvurmamışlardır.
Kutsal Kitap’la eşdeğerde tutulup, Tanrı’nın sözü olarak kabul edilen geleneklerin ve bu apokriflerin Kutsal Kitap’a ve kiliseye sokulması İsa Mesih’in şu sözlerinin açık bir ihlalidir:
‘‘Bu kitaptaki peygamberlik sözlerini duyan herkesi uyarıyorum! Eğer bir kimse bu sözlere bir şey katarsa, Tanrı da bu kitapta yazılı belaları ona katacaktır.
Eğer bir kimse bu peygamberlik kitabının sözlerinden bir şey çıkarırsa, Tanrı da bu kitapta yazılı yaşam ağacından ve kutsal kentten ona düşen payı çıkaracaktır“ (Esin.22:18-19).
Bu temel konuda siz de şahsen bir karar almalısınız. Acaba siz Kutsal Kitap ve geleneklerden oluşan çifte yetki üzerine mi yoksa yalnızca Kutsal Kitap yetkisi üzerine mi yaşamını kuracaksınız? Seçim sizindir. Papanın Yetkisi ve Yanılmazlığı Konusunda Farklılık?
Mesih İnanlıları Roma papalık sistemini ve yetkisini tamamen reddederler. Katolik kilisesi papayı şu görkemli unvanlarla çağırır: ‘‘Tüm Hristiyanların papası“ (yani babası), ‘‘çobanı ve şefi“, ‘‘kutsal peder“, ‘‘Mesih’in görünür temsilcisi“, ‘‘Petrus’un halefi“, ‘‘elçilerin prensi“, ‘‘aracı“ , vs… Hemen belirtelim ki, yalnızca İsa Mesih’e verilen ve verilmesi gereken bu unvanların papaya verilmesi ve onun tüm Hristiyanlar üzerinde bu derece büyültülmesi Kutsal Kitap gerçeklerine tamamen aykırı düşmektedir.
İsa Mesih açık bir şekilde kendisini izleyenlerin eşit olduğunu ve birinin diğerlerinin üzerine yükseltilmemesi gerektiğini bildirmiştir. Büyüklük sevdasına kapılan öğrencilerine İsa Mesih şöyle demiştir:
‘Bilirsiniz ki, ulusların önderleri onları egemenlik hırsıyla yönetirler, ileri gelenleri de onlara ağırlıklarını hissettirirler. Sizin aranızda böyle olmayacak. Aranızda büyük olmak isteyen, diğerlerinin hizmetkarı ve kulu olsun“ (Mat.20:20-27).
Başka bir olayda da İsa Mesih öğrencilerine şunları bildirdi:
‘‘Kimse sizi ‘Rabbi‘ diye çağırmasın. Çünkü bir tek öğretmeniniz var ve hepiniz kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseye ‘Baba‘ demeyin. Çünkü bir tek Babanız var, O da göksel Baba’dır. Kimse sizi ‘önder‘ diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var, O da Mesih’tir. Aranızda en üstün olan, diğerlerinin hizmetkarı olsun. Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir“ (Mat.23:8-12).
Bu sözler öncülerini ‘Baba‘, ‘Rab‘, ‘sahip ‘ veya ‘efendi‘ olarak çağırmayı alışkanlık edinen Katolik ve Ortodoksların ne derece yanılgıda olduğunu sanırız açıkça göstermektedir. Katolik kilisesince ilk papa olarak benimsenmiş olan elçi Petrus hiç de kendisini en önde gelen papa olarak değil fakat diğer öncülerle bir tutarak ‘‘ben de onlar gibi bir ihtiyar“ diye tanıtır (1.Pet.5:1-5).
Kornelyus onun ayaklarına kapanınca o ‘ ‘kalk ben de insanım“ diyerek onun kendisini onurlandırmasına engel oldu (Elçi.10:25-26). O’nun bu tutumu Katolik papalarının onurlandırma konusunda takınmış olduğu tutumdan ne kadar farklıdır!
Katolik kilisesi daha da ileri giderek 1870 yılında yapmış olduğu Vatikan konsülünde papanın ‘yanılmaz‘ olduğunu da ilan ederek sapıklığının doruğuna ulaştı. Katolik kilisesi, Papa’nın öğreti ve ahlak konusunda resmen beyan ettiği bütün düşüncelerde hatasız ve yanılmaz olduğunu ve bunların Kutsal Kitap sözleri gibi bütün Hristiyanlarca kabul edilmesi gerektiğini ileri sürer! (Hristiyan Dinini Özü, 1987, sf.19).
Oysa bizzat Katolik kilisesinin tarihi bu iddianın ne derece çürük ve yanlış olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Tarih boyunca papaların desteklediği haçlı seferleri, korkunç engizisyon mahkemeleri, birbirleriyle çelişen bir sürü öğreti ve açıklamalar bu iddianın gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu gösterir.
Bir çok ‘‘kutsal pederlerin“ şahsi yaşamları da kutsal bir yaşamdan tamamen uzaktı. Ahlaksızlık, taht kavgası, üstünlük sevdası, yalan dolan, gaddarlık, politik hırs vs…
Topluluğumu bu kayanın üzerine kuracağım… göklerin Egemenliğinin anahtarlarını sana vereceğim“ derken onu yanılmaz veya diğerlerinin üzerine egemen atamıyordu (Mat.16:13-20). Zaten bu beyandan hemen sonra Petrus Mesih’in ölümü konusunda yanılgıya düşmüş ve İsa da onu ‘Şeytan‘ diye adlandırmıştır!! (Mat.16: 21-24).
Ne Petrus’un kendisi ne de diğer elçiler Mesih’in bu beyanını hiç de bu şekilde anlayıp yorumlamadılar. Elçilerin işleri kitabında okuduğumuz gibi ilk Kudüs konsilinde Petrus ilk yerde değil ama Barnaba, Pavlus ve Yakup gibi yalnızca söz alanlar arasındaydı.
Konsil’in aldığı kararlar da yine Petrus’un değil ama elçilerin adıyla onaylanıp kiliselere ulaştırıldı (Elçi 15:1-29). Bundan başka elçi Petrus Yuhanna ile birlikte Samirye kentine bir görevi yerine getirmek amacıyla diğer resuller tarafından gönderiliyor (Elçi 8:14). Eğer o ilk papa olsaydı kendisi başkasını görevlendirmeliydi bu hizmet için. Elçi Pavlus da Petrus’u en önde gelen yetki veya papa olarak değil ama Yakup ve Yuhanna gibi ‘‘ topluluğun direklerinden biri“ olarak görüyordu. (Gal.2:9).
Hatta Pavlus milletler hakkındaki tutumundan dolayı Petrus’la muhalefete girerek onu ‘‘ikiyüzlü“ olarak suçlamıştır (Gal.2:11-14). Eğer Pavlus Petrus’u yanılmaz bir papa veya evrensel kilisenin yetki sahibi tek çobanı olarak görseydi böyle bir harekette bulunup onu herkesin önünde eleştirmeyecekti.
Şüphesiz Petrus ilk kilisede önemli bir rol oynamıştır. Dile getirmiş olduğu iman ikrarıyla gerçekten de kilisenin ilk taşı veya taşlarından oldu o (Efs.2:20). Ama iyi bilinmelidir ki, ‘‘hiç kimse atılan temelden, yani İsa Mesih’ten başka bir temel atamaz“ ( 1.Kor.3:11). Petrus, Pentikost günü üç bin kişinin tövbe etmesine öncülük ederek ve milletlerin imana gelmesine ilk aracı olmakla sözü edilen göklerin egemenliğinin anahtarlarını gerçekten de kullanmaya başlamıştır (Elçi.2:14-41; 10:1-48 Unutmayalım ki, Kutsal Kitap’a göre Mesih’in yerini alıp O’nun temsilcisi olan Petrus veya herhangi bir papa değil ama Kutsal Ruh’un kendisidir. (Yuh.14:16-18,16:7-15).
Bundan başka Petrus’a verilen yetki daha sonra genelleştirilerek ilk yüzyıldaki bütün elçilere verilmiştir (Yu. 21:22-23). Yine belirtmeliyiz ki, Kutsal Kitap birçok çobanlık, müjdeci, öğretmen, şemmaslık vs… gibi imanlılara verilen ruhsal armağanlardan söz ederken, kesinlikle kiliseye verilen bir papalık armağanından söz edilmez. Böyle bir armağan mevcut değildir (Efs.4:11-13; 1.Kor.12:4-11).
Petrus’un Katoliklerin iddiasının tersine Roma’da papalık veya rahiplik yaptığı da meçhuldür. Kutsal Kitap beyanları daha ziyade bunun aksine tanıklık etmektedir.
Örneğin Pavlus Romalılara ve Koloselilere yazdığı mektuplarında Roma’da bulunan inanlıların adlarını bir bir sıralarken Petrus’un adı hiç geçmemektedir! (Rom.16. Kol.4).
Yine Pavlus Roma’ya vardığında oradaki imanlılar onu karşılamaya gelir ama aralarında yine ne Petrus var ne de onun izi… Bunlar bir kez daha Katoliklerin Petrus ve papalık hakkında sahip oldukları görüşlerinin yanlışlığını onaylar.
Papalık yetkisi günümüze dek kesintisiz olarak süregeldi iddiası da tarihsel gerçeklerin ışığında yanlış çıkıyor çünkü bazı dönemlerde aynı anda iki papa hüküm sürüyordu ya da kilise belirli süre papasızdı. Daha önemlisi Kutsal Kitap açık bir şekilde birinden başkasına aktarılarak süregelen bir papalık veya kahinlik hizmetinden söz etmez. Kâhinlik hizmeti ilk anlamıyla Yahudi sistemine dayalı olup Levi sıptına ayrılan bir hizmetti.
Mesih’in ölümüyle bu kahinlik hizmeti ve kurban sunma eylemi doruğuna vararak kesinlikle son bulmuştur (İb.7:26-7).
…
…
…
İncil’e Dayalı Protestanlarla Katolik ve Ortodokslar Arasındaki Farklılıklar Nelerdir?
Katolik, Ortodoks ve Protestanlık – Söylediğimiz gibi gerçekte Katoliklerle Ortodokslar arasında (Ermeni Resuli, Süryani kadim, Keldani vs…) çok büyük bir farklılık bulunmamakta, temelde bu kiliseler hemen hemen aynı öğretisel çizgiyi takip etmektedirler. Bu üç kilise içinde öğreti ve uygulamalarıyla farklılığı hemen göze çarpan kilise Mesih İnanlıları veya İncil Protestanlarıdır. ‘Protestan’ kelimesi ‘protesto eden’ anlamına gelip, kurulu kiliselerin İncil’den uzaklaşmış, İncil’e ters düşen öğreti ve uygulamalarını protesto ettiklerinden bu isim kendilerine verilmiştir. Katoliklerce uzun yıllar ‘‘sapkınlar” olarak ilan edilen Protestanlar Vatikan II Konsülünden itibaren ‘ayrı kardeşler” veya ‘‘kardeş kilise” olarak görülmeye başlanmıştır.
Aralarında bulunan farklılıklara geçmeden önce Mesih İnanlılarının Katolik ve Ortodokslarla birlik içinde olduğu şu bir kaç noktayı vurgulamamız şüphesiz yararlı olacaktır:
Tanrının varlığı, ebediliği, yüceliği ve üçlü-birliği, İsa Mesih’in yaratılmayıp ebediyen var olduğu, O’nun tam Tanrı ve tam insan olduğu.
İsa Mesih’in Kutsal Ruh aracılığıyla Meryem anadan mucizevî bir şekilde doğduğu, tamamen günahsız ve kusursuz olup, günahlarımız için haça gerilip öldüğü, üçüncü gün ölüler arasından bedenen dirilerek öğrencilerine göründüğü ve kırk gün sonra da dirilmiş bedeniyle göğe çıkması.
İsa Mesih’in ikinci kez görkemle yargı için geleceği, diriliş olacağı ve inananları inanmayanlardan ayıracağı.
Kutsal Ruh’un bir etki olmayıp üçlü-birliğin üçüncü şahsiyeti olduğu.
Meleklerin ve aynı zamanda Şeytan ve cinlerinin ruhi şahsiyetler olarak var olduğu.
Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın esini olduğu vs…
Bu ortak noktaları vurguladıktan sonra şimdi Mesih İnanlılarını Katolik ve Ortodoksluktan ayıran temel öğreti ve özelliklerin ne olduğunu birlikte incelemeye geçebiliriz.
…
…
…
Kaynakça:
http://www.kilise.org/index.php?option=com_content&view=article&id=51:ne-demek
Allah aşkı için ufak atta civcivlerde yesin!
Lozan Antlaşması’nın 94. yıldönümü geldi çattı. Ülkemizin Kurtuluş Savaşı’ndaki zaferinin devamı niteliği taşıyan Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 yılında imzalandı. Peki Lozan Antlaşması nedir, maddeleri, şartları ve bilinmeyenleri nelerdir? İşte Lozan Antlaşması ile ilgili tüm bilgiler…
Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Leman gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace’ta imzalanmıştır. Peki Lozan antlaşması nedir, Lozan süreci nasıl yaşanmıştır ve Lozan’ın şartları nelerdir?
ZAFER SONRASI BARIŞ İÇİN GÖRÜŞMELER BAŞLADI
TBMM Hükümeti’nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferin akabinde Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Bunun üzerine Sevr’in tarafı olan İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Lozan’da barış şartlarının görüşülmesi için Mustafa Kemal Atatürk İsmet Paşa’yı görevlendirmiştir. Mudanya görüşmelerine de katılan İsmet Paşa’nın Lozan’a baş temsilci olarak gitmişti. Bu süreçte İsmet Paşa Dışişleri Bakanı oldu ve çalışmalar hızlandırıldı. İtilaf Devletleri Lozan’a TBMM Hükümeti üzerinde baskı kurmak için İstanbul Hükûmeti’ni çağırsalar da bu duruma tepki gösteren TBMM Hükümeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır.
İLGİLİ HABERMustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta Lozan zaferini böyle anlatmıştı: Benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!
TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı’na Misak-ı Milliyi gerçekleştirmeyi, Türkiye’de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.
Lozan’da 20 Kasım 1922’de başlayan ilk görüşmelerde Osmanlı borçları, Türk – Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde durulmuş ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır.
Temel konularda tarafların taviz vermeye yanaşmaması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi. Tabii bu savaş ihtimalini gündeme getirdi. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu’na savaş hazırlıklarının başlamasını emretti ki Sovyetler Birliği de yeniden savaş çıkarsa bu sefer Türkiye’nin yanında savaşa gireceğini ilan etti. Haim Nahum Efendi öncülüğündeki azınlık temsilcileri de Türkiye’yi destekleyerek arabulucu oldular. Yeni bir savaşı ve kendi kamuoyunun tepkisini göze alamayan İtilaf Devletleri barış görüşmelerini tekrar başlatmak için Türkiye’yi tekrar Lozan’a çağırdı.
İLGİLİ HABERLozan Zaferi’ni yenilgi gibi gösterenlerin asıl hedefi Atatürk’tür
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923’te tekrar başladı. 24 Temmuz 1923’e kadar devam eden görüşmeler ile bu süreç Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştır. Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923’te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923’te, İtalya tarafından 12 Mart 1924’te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924’te imzalanmıştır. İngiltere’nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onaylarında dair belgeler resmi olarak Paris’e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
İLGİLİ HABERTürkiye’nin tapusu Lozan
LOZAN ANTLAŞMASININ ŞARTLARI
• Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması’nda çizilen sınırlar kabul edilmiştir.
• Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda İngiltere ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı.
• Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri’nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan’ın Batı Anadolu’da yaptığı tahribata karşılık savaş tazminatı olarak Türkiye’ye verildi.
• Adalar: Gökçeada ile Bozcaada özerk bir yönetime tabi tutulmak şartıyla (Türkiye antlaşmanın bu maddesini uygulamadı) Türkiye’de, diğer Ege Adaları İtalya’ya kaldı. İtalya’nın Türk sınırına yakın adaları silahsızlandırması kararlaştırıldı. Sevr Antlaşmasıyla Oniki Ada İtalya’ya diğer adalar Yunanistan’a bırakılmıştı. Oniki Ada ve Rodos 1945 yılında müttefiklerin eline geçti ve Nisan 1947’de resmen Yunanistan’a teslim edildi.
• Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’na göre belirlenmiştir.
• Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı.
Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması’nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır.”[6] Batı Trakya’daki Türklerle, İstanbul’daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türkler’in mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.
• Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Sadece Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç bölgesini verdi.
• Osmanlı’nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye’ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye idare heyetinde bulunan yenik Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devletlerinin temsilcileri idare kurulundan çıkartılmış ve kurumun faaliyeti devam ettirilerek antlaşmayla birlikte yeni görevler verilmiştir. (Lozan Barış Antlaşması madde 45,46,47…55, 56).
• Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.
• Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye’nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.
• Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin siyasi yetkilerinden arındırılarak İstanbul’da kalmasına izin verildi.
http://www.sozcu.com.tr/2017/gunun-icinden/lozan-antlasmasi-nedir-lozan-antlasmasinin-bilinmeyenleri-ve-maddeleri-1944000/
Buna rağmen…
Güvenmiyorum, güvenmiyorum, güvenmiyorum!!!
Nokta
Ama seni bayağı bir sevmişim içli köftem!
😊
Aynen böyle!
iyi geceler papatyam
Biliyorsunuz…
Almanya “resmen” hükümetsiz…
Anlaşamıyorlar…
Yeşiller, ki Allah cümlemizi korusun böylelerinden, kendini bilmezlerden…
Liberaller falan, olmadı.
Sosyal demokratlar önceden kesip atmıştı…
Naz, niyaz…
Bilmem ne karıları gibi(!)
Halk…
Halk önceleri istemiyordu büyük koalisyonu…
Baktı olmayacak…
HALK diyor birleşin, Halk bu Halk!!!
Demokrasi…
Çoğunluğun değil çoğulculuğun sistemi…
Çıktı bir g.t veren karşınıza diyor, istikrar, tek başına…
Kandırıyor sizi, aldatıyor…
Niyet kardeşim, niyet ülkeyi yönetmek değil çalmak…
Talan etmek, BOP eş başkanı, Kürdistan kurmak…
Iç siyasete alet etti “büyük emelleri”, Amerika fatura kesti.
Koalisyon demek…
Mümkün olan en büyük, en geniş şekilde halk iradesini temsil etmek…
Halk talep ederse, isterse, korkmazsa…
Siyasetçinin eli mahkûm, hala kendilerinden devlet diye bahis ediyorlar…
Devlet görevlileri ki Cumhurun başı bile sadece bir görevli…
Son kulanım tarihi belli olan bir görevli!
Söyle şimdi…
Talep et, ısrarcı ol, haykır…
Birleşin diye!