Bu seferlik ÇOK CIDDI itirazlarım var

Israil, Polonya ve Iran değerlendirmeleri…
Ancak halim yok, belki başka bir fırsatta anlatırım nedenlerini…
Buna rağmen Zeynep Hanımı okumanızı tavsiye ederim!

Kaygan zemin
18 Şubat 2019

Dünya bizim coğrafyamıza odaklanmış durumda…
Geçen hafta yapılan üç önemli toplantıda, açıkça konuşulan konu Suriye ve İran, “ismi açıkça zikredilmeden” tartışılan ülke ise Türkiye ülke oldu.
– İlk toplantı, ABD’nin girişimiyle düzenlenen, İsrail’in ise adeta “onur konuğu” yapıldığı Varşova Zirvesi oldu. ABD’nin -ve elbette İsrail’in- bu toplantıdan amacı, Suriye’de sıcak çatışmadan, siyasi sürece yol alınılan bugünlerde, “İran kartını” açmaktı.
Toplantıda ABD’yi Başkan Yardımcısı Mike Pence temsil etti. Trump ailesinden ise damat Kushner başroldeydi.
Toplantıda Trump yönetimi İran’a karşı bir yandan Arapları, diğer yandan ise Avrupalıları yanına çekmeye çalıştı. Varşova’da, “İran’a karşı Arap cephesi” işi tamamlandı. Arap ülkeleri, İsrail Başbakanı Netanyahu ile aynı masa etrafına oturup, birlikte İran’a -hadi savaşmak demeyelim- mücadele planları yapmaya başladılar bile.
Avrupa cephesinde ise pek umduğunu bulamadı Trump yönetimi; Varşova’da üst düzeyde temsil edilenler, AB içinde son dönemde aykırı çıkışlarıyla dikkat çeken ülkeler oldu. AB’nin Fransa, Almanya gibi asıl unsurları, hatta AB Komisyonu’nun kendisi ise Varşova toplantısında olabildiğince “görünmez” kıldılar kendilerini.
Varşova’da hiç olmayan ülke ise Türkiye idi.
Daha da ötesi, Varşova’da Trump’ın ekibinin İran’a karşı “cepheyi” oluşturmaya çalıştığı saatlerde, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan, İran lideri Ruhani ile aynı karede poz veriyordu.
★★★
– Varşova Zirvesi’yle aynı dönemde gerçekleşen, Soçi’deki Türk-Rus-İran buluşması, Trump’ın kurmaya çalıştığı “İran karşıtı cephede” Ankara’nın nerede duracağını açıkça ortaya koydu.
Peki Ankara, kaygan Orta Doğu zemininde ABD’ye karşı yaptığı bu güçlü hamleye karşılık, Soçi’de istediğini alabildi mi? Tartışılır…
Soçi’de Suriye’nin masaya yatırıldığı zirve toplantısından Türkiye’nin en büyük beklentisi ABD askerlerinin çekilmesinin ardından Fırat’ın doğusunda kurulacak tampon bölgenin “Türk askerinin kontrolünde olması” için Tahran ve Moskova’nın desteğini almaktı. Bu olmadı. Aksine, daha önce Putin’in “Adana Mutabakatı”nı gündeme getirerek, Ankara’ya “Şam’daki Esad yönetimi ile barışın, iş birliğine geçin” tavsiyesine, İran da katıldı.
Hem Putin’in, hem de Ruhani’nin zirve sonunda sürekli tekrarladıkları “Adana Mutabakatı” ısrarının altındaki diplomatik mesaj açık; “Suriye topraklarının tümü Esad yönetimi tarafından kontrol edilsin, Esad, topraklarından Türkiye’ye yönelik terör saldırılarına engel olsun.”
Bu mesajla İran ve Rusya, değil Fırat’ın doğusunda Türk kontrolündeki bir tampon bölgeye yeşil ışık yakmak, halen Türkiye’nin kontrolündeki Afrin ve Cerablus-Mare hattının da Esad’a devredilmesi isteğini de dile getirmiş oldu.
Zirvede ayrıca Suriye’nin kuzeydoğusu, yani İdlib de görüşüldü. Türkiye, Rusya’dan istediği “İdlib’e topyekun bir askeri harekat yapılmayacak” güvencesini alamadı. Tek alabildiği, kaçınılmaz görünen ve Türkiye sınırlarına yeniden yüz binlerce sığınmacının yığılmasını sağlayacak bu operasyondan önce, “biraz daha zaman kazanmak” oldu. Kazanılan bu zamanda Türkiye’den beklenti, İdlib’de kümelenmiş cihatçı teröristleri “bir şekilde” etkisiz hale getirmesi. Ancak son altı aydır -üç ayda yaparım dediği halde- bunu başaramayan AKP hükümetinin, kendisine tanınan bu yeni -ve kısa- sürede bölgeyi cihatçılardan temizlemesi çok zor görünüyor.
Kısacası, Soçi Zirvesi’nde İran ve Rusya’nın, sıkışan AKP hükümetini “katil” dediği Beşar Esad’a “mahkum ettiğini” söylemek herhalde yanlış olmaz.
★★★
– Haftanın üçüncü kritik toplantısı, ABD’yi yine Başkan Yardımcısı Pence’in temsil ettiği, her yıl kritik stratejik dünya meselelerinin masaya yatırıldığı Münih Konferansı idi. Münih’te İran ve Suriye’nin yanı sıra, “adı pek zikredilmeden” konuşulan konu Türkiye oldu.
Mesela:
Pence’in “NATO müttefikleri Doğu’dan silah alırken, ABD buna seyirci kalamaz” sözü adrese teslim AKP hükümetine yönelikti. Pence’in bu diplomatik cümlesinde “doğu” derken Rusya’yı, “NATO müttefiki” derken Türkiye’yi, “silah” derken ise S-400’leri kastettiği “herkesin bildiği sır” olarak kayıtlara geçti.
Münih Konferansı’nda “Türkiye odaklı tartışma” sadece bununla da kalmadı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Saray’da alay-ı vala ile ağırladığı, birlikte Fazıl Say konserine gittiği Amerikalı Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, baklayı ağzından çıkardı:
Graham, ABD’nin Avrupalı NATO ortaklarına, Fırat’ın doğusunda kurulacak tampon bölge için “asker göndermeleri” çağrısı yaptı. Bununla da kalmadı; Avrupalı askeri güç tarafından kontrol edilecek olan bu tampon bölgenin amacının da PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD-YPG’nin, “Türk Ordusu’nun saldırılarından korunması” olduğunu açıklayıverdi.
AKP hükümeti hâlâ “tampon bölge Türk Ordusu kontrolünde olmalı” ya da “Çekiç Güç benzeri yapıya izin vermeyiz” demeye devam ederken, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford da Avrupalı muhataplarından “tampon bölge için asker istedi” hafta boyunca yaptığı Avrupa temaslarında.
★★★
Tüm bu üç zirvenin ortaya koyduğu ise AKP hükümetinin bugüne kadar izlediği yanlış dış politika nedeniyle, Türkiye’nin iyice sıkıştığı.
Papaz Brunson’ın -hâlâ tartışılan bir hukuki kararla- salıverilmesi ile AKP hükümetinin Ankara-Washington hattında oluşturulmak istediği yakınlaşma zora girmiş durumda. Trump yönetimi bir yandan İran konusunda bastırırken, diğer yandan Rusya’dan S-400 alımını sürekli gerilim unsuru yapmaya devam ediyor. Üstelik buna şimdi bir de Türkiye açısından “yeni Çekiç Güç” anlamına gelecek, Türkiye dışında her türlü ülkenin askerinin yer alacağı, doğrudan “Türkiye’ye karşı” kurulacak tampon bölge eklendi.
Washington’un baskısından bunalan AKP hükümetinin, can havliyle yakınlaştığı Rusya ve İran’dan ise beklenen destek yok. Aksine bu iki ülke, AKP’yi sürekli “katil” dediği Esad yönetimi ile barışmaya zorlamakla meşgul.
Zemin kaygan, çıkış yolu da pek görünmüyor…

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/zeynep-gurcanli/kaygan-zemin-3565762/

Değişen bir şey yok! Elim varmıyor… Canım çok acıyor!

Ama en kötüsü beter bir halsizlik…
Diken üstündeyim, DAHA…
2,5 saat gibi var. Sabahtan beri telefonlardayız…
Valide:
“51 senelik gelinimiz” diyor başka bir şey demiyor…
Yaaa…
Anne, 51 senelik olsa, 21 senelik olsa, 51 günlük olsa ne fark eder?
Can değil mi can…
Yedi kat ele üzülüyoruz, bizden bir insan!

Ameliyat…
Ne olabilir, ufak tefek şey gelip bizi mi bulur…
Mide komple alındı, daha doğrusu hala masada…
Allah yardımcıları olsun…
Annem diyor yine “vay gidene!”
BIR KAVGA…
Kalan, geride kalana bir şey olmuyor mu sanıyorsun?

Tabii…
İnsandan insana değişiyor, diyor yine “en çok onlar dayandı”
İyi ya siz boşandınız mi sanki?
Diyor “teyzen neredeyse 40 sene, biz 40 sene!”
Anne, ölüm ayırmadı mi sizi?

Allah…
Kimseyi kimseden ayırmasın, dert verip derman aratmasın…
Çektirmesin…
Kalana da…
Gidene de zor, çok zor…
Bizler geldik gidiyoruz, yaşımızı almışız…
Onlar daha da ihtiyar…
Allah gençlerimizi korusun, cümlemizin yardımcısı olsun.

Karl Lagerfeld ölmüş…
Haberler çalkalanıyor, kullanırdım bir parfümünü, kullandım yıllarca…
KIM…
Bu dünyaya kazık çakmış, kim?

Küfür ettin mi küfür etti oluyorsun!

KÜMAŞ ve BEKA!
18 Şubat 2019

Bilene, anlayana, gerçekten gönlüyle dokunup, gönlüyle görene sihirli bir kelime: KÜMAŞ!
45 yıllık birikim demek.
45 yıllık milli tecrübe.
“Beka” diyorlar ya; işte KÜMAŞ esasen ülkenin yerli, milli, bütün, beraber, huzurlu, ahlaklı, vicdanlı, hukuk içinde, yüksek faiz ödeyip kendini dış borçla soydurmadan, başkasına el açmadan birlikte yaşaması demek.
K: Kütahya.
M: Manyezit.
A: Anonim.
Ş: Şirket.
KÜMAŞ: Kütahya Manyezit Anonim Şirketi, 47 yıl önce (1972’de) devlet bankası Etibank’ın yüzde 30 sermaye desteği ile halka açık bir şirket olarak kuruldu. KÜMAŞ kurulmadan önce Kütahya-Eskişehir arasındaki toprağın hemen altında milyarlarca ton manyezit madenini Avusturya şirketi işletiyordu. Manyezit cevherinin üstünde tek başına oturmuş, yatakların en kolay çıkartılabilir, en ucuza mal edilir bölümlerini kepçeleyip yurt dışına çok ucuza satıyordu. Türkiye’nin manyezitini alan ülkelerin şirketleri, onu işleyip Türkiye’de yüksek ısılı fırın kullanan cam, demir-çelik, çimento, metal-makine fabrikalarına yüksek döviz karşılığı satıyordu. Böylece Türkiye, manyezini ucuza veriyor, işlenmiş manyezitten elde edilen ara mallarını ise döviz ödeyerek pahalı alıyordu.
Türkiye ütülüyordu.
Bekası tehlikedeydi.
★★★
KÜMAŞ, ütülmeye tepki olarak yerli ve milli bir devlet-halk şirketi olarak doğdu. Toprağın hemen birkaç metre altındaki zengin manyezit yataklarında 40 kuyu açtı. Doğal yerli manyezit cevherini, taşından, toprağından, kilinden, sapağından temizledikten sonra 2000 derecelik fırınlarda milli zinter manyezit haline getirmek için 2 yüksek fırın ithal edildi, diğer 2 yüksek fırın ise Türkiye’de yerli üretildi.
500 işçi işe alındı.
Kütahya’nın manyezitin, milli ve yerli şirket KÜMAŞ tarafından zenginleştirilmesine ve ihracatına kısa zamanda başlandı. Rusya, İran, Romanya, Polonya, İtalya’ya işlenmiş manyezit satışını KÜMAŞ yaptı. Avusturyalı firmanın Kütahya manyeziti üzerindeki tekelciliği ve istediği gibi at oynatması imkanı kalmadı.
1981 yılına gelindi.
Üretim 72 bin tondu.
İhracat 15 milyon dolar.
1982 yılına geçildi.
Üretim 82 bin tona çıktı.
İhracat 25 milyon doları buldu. KÜMAŞ, bu miktar ihracatı ile o yıllarda Türkiye dış satımının en büyük yedi firması; Koç, Sabancı, ENKA, Çukurova, Okumuş, Transtürk, Anadolu Endüstri’den sonra sekizinci sırada yer aldı. KÜMAŞ ihracattan tek kuruş vergi iadesi de almadı. Manyezitte vergi iadesi yoktu. KÜMAŞ, Sosyal Güvenlik Kurumu’na, Merkez Bankası’na, Hazine’ye, Devlet Yatırım Bankası’na, belediyeye tek kuruş borç takmadan, işçisi-mühendisiyle huzur içinde çalışmaya uzun yıllar devam etti.
★★★
Bir ütülme kapısı kapatılmıştı.
Diğeri açık duruyordu.
KÜMAŞ’tan zinter manyeziti alan dış ülke şirketleri onu yüksek ısıya dayanıklı malzeme haline getirip Türkiye’ye yüksek fiyata satıyordu. KÜMAŞ, İslam Kalkınma Bankası’ndan çok düşük faizli 10 milyon dolarlık kredi buldu ve ısıya dayanıklı ara malı üretimini de gerçekleştirdi. Böylece Türkiye KÜMAŞ sayesinde ham maddeden başlayarak, sinter manyezit, sinter dolomit, monolitik ürünler ve bazik tuğlalar üreten yerli ve milli entegre fabrikanın sahibi oldu.
BEKA diyorsanız.
BEKA budur.
Bütün bunlar; KÜMAŞ‘ ın kurucu genel müdürlüğünü yapan Tuğrul Erkin ve 3-4 çalışkan, dürüst mühendis arkadaşı döneminde oldu.
★★★
Tuğrul Erkin ayrıldı.
Devlet şirketi KÜMAŞ, Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile 108.1 milyon dolara Zeytinoğlu Holding’e satıldı. KÜMAŞ karlı, kazançlı, sorunsuz bir şirketti. Bankalarda 40 milyon dolar nakit parası vardı. Satılmadan bir gün önce bu 40 milyon doların 18 milyon doları bankalardan çekilerek, satın alacak Zeytinoğlu Holding’in bankasına yatırıldı. Zeytinoğlu da bir gün sonra 18 milyon dolar peşinatı yatırarak KÜMAŞ’ın sahibi oldu. Bankalarda kalan 28 milyon dolar KÜMAŞ parası da yeni sahibine geçti. Zeytinoğlu 1999-2000 krizi sırasında batınca KÜMAŞ, devletin yani TMSF’nin eline geri geldi. Devlet, KÜMAŞ’ı yeniden 2011 yılında Tayyip Erdoğan döneminde Yıldız Holding’e (Ülker) sattı. Bu satışın yapıldığı yıl KÜMAŞ üretiminin yarısını 55 ülkeye ihraç ediyordu.
Geldik bugüne.
KÜMAŞ’ı alan Yıldız Holding, geçen hafta Kamuoyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) bir açıklama yaptı ve KÜMAŞ’ı 500 milyon dolara Avusturyalı RHI şirketine satacağını duyurdu.
★★★
Döndük yine başa!
Ütüldüğümüz noktaya.
Avusturyalı şirket, 47 yıl önce kendine rakip olan yerli ve milli KÜMAŞ’ı aldı.
“BEKA” diyorsunuz.
Oy istiyorsunuz.
Ayıp arkadaş ayıp!

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/necati-dogru/kumas-ve-beka-3565804/

Tuzu kuru olanlar

Bildik insan…
Hele Türk veya Türkiyeli…
İzledi mi ekonomi haberlerini, dinledi mi borsacıları…
Dünya…
Gülük, gülistanlık sanır…
Tayyipistanı(!)

Bak güzel kardeşim birde bir “bilenden” gerçekleri dinle…
Dolar yükseldi ya 5,31’e…
Bekliyordum, bu veya buna bezer açıklamalar…
Kimden?
Yalaka, yandaş basından, en başta Demirörenlerden!

Kırılma noktaları, tedirginlik yaratan aşamalar…
Düşmeler, yükselmeler. Ürün ne olursa olsun hep ayni…
İster para, nakit olsun yani…
İster borsada işlem gören başka herhangi bir şey…
Borsa neydi kardeşim?

Beklentilerin fiyatlanıp, pazarlandığı bir yer…
Yok efendim dolar 5,35’i görmedikten sonra endişelenmezlermiş…
Anlık bir mesele, hele Tayyipistan gibi kırılgan ülkelerde…
Israil osursa, Suudi köpekler geğirse, Trump sapığı…
Bir Tweet atsa, 5,35’in çok üstünü görürüz…
Zaten borsacıda açıklama yapıyor, kırılma noktaları…
Kâbusları, korkuları dolarda 5,55 sonrası…
KIMSE…
Hele borsacılar düşünmüyor ki dolara endeksli bir ülkede…
Doların bir kuruş artması, milyarlarca Tayyip Lirası…
Onların tuzu kuru kardeşim onların tuzu kuru…
Seninki de kuru mu?

Sebze, meyve…
Şimdi kuru fasulye, nohut…
Yakında burnunun bokunu yedirirsin çocuklarına!

İhtiyardan geçtim, bu yüzden de ciddi konulara değiniyorum. Gençler…

Demokrasinin D’sinden…
Ekonominin E’sinden…
Atatürkçülüğün, ilke ve inkılaplarının A’sından…
Milliyetçiliğin M’sinden haberi yokken…
Okur, yazarlığı bırak bir tarafa düşünme, görme özürlüyken ben bunların nesine, kime yazıp dert anlatacağım?

Evet, bence doğru bir tespit!

Söyle…
Allah peygamber aşkı için nerede bu ülkenin muhalefeti…
Nerede Sivil Toplum Örgütleri…
Nerede sendikalar…
NEREDE…
Bilim, DIN, ilim ileri gelenleri???

HAK be paşam, hak be İzmirlim hak, BU MILLETE HAK

Dünya lideri manavı
14 Şubat 2019

Türk tekstilinin temeli kabul edilen Nazilli Sümerbank fabrikası, 1937’de bizzat Atatürk tarafından açıldı.
2 bin 500 kişi çalışıyordu.
İşçilere balo düzenleniyordu, danslar ediliyordu. 700 kişilik sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı, haftada altı gün film gösteriliyordu. İşçilerin tiyatro kulübü vardı, müzik grubu vardı, korosu vardı, fabrikanın radyosu vardı, fabrikada piyano vardı. Resim-heykel sergileri açılıyordu, bahçesinde havuz, havuzun içinde bronz kadın heykeli vardı. Spor kulübü vardı. Türkiye’nin ilk alttan ızgaralı futbol sahası oradaydı, basketbol-voleybol sahası vardı, güreş minderi, boks ringi, tenis kortu vardı, paten pisti vardı, bisiklet parkuru vardı. Ameliyathaneli, laboratuvarlı, 40 yataklı hastanesi vardı, eczanesi vardı. İlkokulu vardı, kadın işçilerin bebişleri için kreş vardı, 1937’den bahsediyoruz… Giyecek kooperatifi vardı, fırını vardı. İşçileri şehirden fabrikaya getirip götürmesi için mini treni vardı. Kendi enerjisini kendi üretiyordu, santrali vardı, Nazilli’ye elektrik veriyordu. Fabrika bünyesinde, Nazilli halkına, özellikle genç kızların meslek edinmesi için ücretsiz kurslar düzenleniyordu, okuma yazma kursu veriliyordu. Çevre köylere sağlık personeli gönderiliyordu, hastalar tedavi ediliyor, ücretsiz ilaç veriliyordu, bölgedeki sıtma salgını, fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutuldu. İşçilerin 264 dairelik, bin kişilik lojmanı vardı. Hamam vardı, Nazilli halkına da açıktı. Altı ayda bir yöre halkına ücretsiz basma dağıtılıyordu.

Akıl’la zeka’yla kurulan bu muhteşem fabrika için tek kuruş ödemedik.
Devletin kasasından, milletin kesesinden tek kuruş çıkmadı.

Domates, biber, patlıcan, kabak, portakal, mandalinayla ödedik!

Kurucu Cumhuriyet’in vizyonuydu…
Ekim 1937’de imzalanan Ticaret ve Tediye Anlaşması’nın eseriydi.

Ruslar inşa etti, personeli eğitmek için 120 Rus mühendis çalıştı, kredisi, makinaları, iğneden ipliğe hepsi Rusya’dan geldi.
Para yerine, domates, biber, patlıcan, kabak, kuru üzüm, fındık, tütün, zeytin, portakal, mandalinayla ödendi.

Aynı vizyon çerçevesinde, 1967’de yeni bir anlaşma imzalandı.
Bu yeni anlaşmaya göre, Sovyetler Birliği tarafından Türkiye’de bir demir çelik fabrikası, bir alüminyum fabrikası, bir hidroelektrik santrali, bir petrol rafinerisi, bir sülfirik asit fabrikası, bir lif levha fabrikası, bir cam fabrikası “anahtar teslimi” kurulacaktı.
Kredisini, teçhizatını, malzemesini Ruslar verecekti, Türk personeli Ruslar eğitecekti.

Hibe değildi.

Peki geri ödeme nasıl yapılacaktı?
Sebze, meyve, narenciyeyle!

Anlaşmada aynen şöyle yazıyordu: İş bu anlaşma çerçevesinde, Sovyet teşekküllerince sağlanacak kredi, teçhizat, malzeme, teknik hizmetler ve Türk personelin mesleki eğitim bedeli, narenciye, yaş sebze meyve, kuru üzüm, zeytin ve fındıkla ödenecektir. Geri ödeme bedeli olarak Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne ihraç edilecek malların fiyatları, dünya fiyatları esas alınarak tespit edilecektir.

İskenderun demir çelik kuruldu.
Domatesle ödedik.
Seydişehir alüminyum kuruldu.
Patlıcanla ödedik.
Aliağa rafinerisi kuruldu.
Biberle ödedik.
Oymapınar barajı kuruldu.
Portakalla ödedik.
Bandırma sülfirik asit fabrikası kuruldu.
Kabakla ödedik.
Artvin lif levha fabrikası kuruldu.
Mandalinayla ödedik.
Çayırova cam fabrikası kuruldu.
Zeytinle ödedik.

Türk sanayisinin omurgasını oluşturan bu hayati tesisler sayesinde, hem onbinlerce insanımız iş buldu, hem de milyarlarca dolarlık ithalattan kurtulduk, dışarıya bağımlılığımız azaltıldı.

Hem milletin cebinden tek kuruş harcamadan memleket kalkındırılmıştı, hem de Allah’ın bu topraklara bahşettiği tarım zenginliğimiz takas aracı olarak kullanılarak, çiftçimiz ihya edilmişti.

E şimdi bakıyoruz…

Dünya lideriyiz diyen arkadaşlar “devlet manavı” açıyor, karneyle sebze dağıtıyor.
Millet ucuza iki kilo domates alabilmek için saatlerce kuyruğa giriyor.

Fabrikaları rafinerileri barajları sattılar.
Ahali yiyecek patlıcan bulamıyor.

Taş üstüne taş koyanı iyi kötü görmüştük ama…
Taş üstünde taş bırakmayanı ilk defa görüyoruz.

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/yilmaz-ozdil/dunya-lideri-manavi-3521122/