Annem…
Benim dışımda kimse anneme böyle hitap etmez, edemez de zaten…
Soner Beyin bugünkü yazısı…
Allah bu dünyadaki tüm annelerin yâr ve yoldaşı olsun, Allah onları başımızdan eksik etmesin…
Ana – oğul çok kavgalarımız olmuştur, annem…
Maazallah…
Sinirlenmesin, tepesi atmasın, ütü, çaydanlık, bıçak – makas, terlik merlik dinlemez…
Yaşa başa da bakmaz, galiba en son 47-48 yaşlarında anne dayağı yemiştim…
Haşlar insanı!
Hani…
Annelerin vurduğu veya öptüğü yerde gül biter ya…
Öyle derler, cennet annelerin ayakları altında aynen öyle…
Kadın…
Hayatın tuzu – biberi. Ne onlarla ne onlarsız…
Benim en iyi dostum, en yakın arkadaşım, beni dünyaya getirmesinin yani sıra, büyütüp yetiştirmesinin, beni en iyi tanıyan ve bilen insanlardan biri, hala…
Bu yaşta veli nimetim bile diyebileceğim bir insan, hayatımda çok özel yeri olan bir insan, bir kadın…
Eksiklerimi, eksik kalan taraflarımı sürekli doldurmaya çalışan bir varlık…
Kimi zaman akıl hocam, bazen en iyi, en yakın arkadaşım…
Buna rağmen her şey anne ile paylaşılmaz, konuşulmaz…
Eş – dost, kardeş bile uzak, illa lazım insana yüreğin sıcaklığı, yakınlığı…
Yüreğin yürekle birleştiği, bir olduğu, illa lazım insana yüreği yürek için çarpan insan.
Soruyor “olabilir mi, Önder?”
Bu sorunun yanıtına gelmeden önce…
Hileli mileli, boş ver şimdi bunları…
Bu pezevengin oy oranında önemli bir yeri olan, mutlak potansiyel, bir nevi gizli kasa…
Yurtdışı Türklerine bir bakalım…
Çünkü bunun bilincinde olmak “direnişte, dirilişi” kavramanın bir yolu…
Yurtdışı Türk’ünün, ortalama bildiğin insanın sosyoloji ve psikolojisi…
Tabii ne sosyoloğum ne psikolog…
Salt gözlem, sadece…
Gözlemlerim.
Kabaca üç guruba ayırabiliriz bu insanları…
Birinci grup öyle diyeyim ki sıralamanın hiçbir önemi yoktur, bizim gibi insanlar, azınlıktalar…
Bir milyon üç yüz bin ile üç milyon arası oldukları söyleniyor…
Bakış açısına bağlı, koyduğun kriterlere, Türkiye’den gelen insanlar olarak değerlendirdiğinde yaklaşık üç milyon. Coğrafi dağılımı ki yüzde sekseni Anadolu (Karadeniz bölgesi dahil) veya Güneydoğu Anadolu kökenli. Eğitim düzeyi ki birinci neslin çok büyük bölümü ancak okur – yazar, birçoğu bunu bile bilmeyenlerden oluşuyordu. Çoğunun mesleki eğitimi, yani bati düzeyinde bir eğitimi yoktu.
İkinci nesil…
Yani benim neslim, az ama küçümsenmeyecek bir bölümü ancak ilkokul düzeyi, geneli ortaokul veya az bir bölümü lise ve üstü. Çok şükür…
Yetişen üçüncü ve dördüncü nesilde bu oranlar tam tersi gelişmekte. Gelelim yetiştiğin ortam ve çevre meselesine…
Hani kuş yuvada gördüğünü yapar der ya atalar, aynen öyle…
Birinci nesil bir kültür şoku yaşamış, bu travmaya dönüşmüş ve “kalıtım yolu” ile ikinci ve üçüncü nesille yansımıştır. Hani hep paralel, paralel diye tutturuyor ya kuduz köpekler…
Almanya’da…
Yaklaşık elli sene içeresinde paralel bir toplum oluşturdular. Bu insanlar…
İkinci grubu oluşturmakta…
Yaklaşık toplam Türk sayısının en azından yüzde yetmişi…
Kendi berberlerinden tut, bakkallarına kadar kendilerine has bir dünyaları var. Camii…
Camileri bile ayrı ayrı…
>>> Domuz topu <<< gibi ki domuz kelimesini özellikle kulandım, aynen öyle domuz topu gibi gettolarda – varoşlarda, bir arada yaşıyorlar. Üçüncü gurup ise…
Birinci gurup gibi bir azınlığı oluşturuyor…
Kök ve bağlarından koparılmış veya bilinçli olarak kopmuş insanlar…
Aslında ne Türk ne Alman…
Evlerinde bile Almanca konuşanlar, bırak konuşmayı, bir Alman siyasetçinin sözüdür…
“Rüyanı bile Almanca göreceksin”
Aynen öyle. Bu insanlar kayıp insanlarımızdır, kayıp (…)
Anlayacağınız…
Mücadelemiz, kazanmak veya ilelebet kendimizden soyutlamamız gereken insanlar ikinci gurubu oluşturmaktadır. Kör cahil desen değil…
Kökünden kopmuş, evsiz – barksız ayak takımı desen değiller…
Hastalıklı bir ruh, hastalıklı bir hayat anlayışına sahipler…
Ezilmişler, hani Victor Hugo’nun Sefilleri…
O misal…
Kendi hayatlarındaki başarısızlıkları, ortama uyamamaları, eziklikleri, komplekslerinin aynadaki aksi…
Recep Tayyip Erdoğan, hani dünya lideri dedikleri…
Bir yerlere gelmeyi başarmış ya, kendilerini onunla özdeşleştiriyorlar…
Onun başarısı, onların başarısı, futbol misali, ayni sosyolojik ve psikolojik olguları fanatik taraftarlarda veya salt futbol severlerde de gözlemleyebiliriz.
Peki, …
Bu insanları nasıl kazanabiliriz?
Genel anlamda insan kazanmanın yolu üç kaide üzerinde oturmuştur…
– ya cüzdana…
– ya beynine, ruhuna, vicdana…
– veya kalbe hitap edeceksin…
Kendine “aydın” diyen, kendine Atatürkçü diyen insan…
Bu insanlara kendilerine olan özgüven ve özsaygıyı geri kazandırmalı…
Hayatin, tarihin ve istikbalin getirdiği, getireceği gerçeklilikten şaşmamalı…
Belki bu yol ile bir araya gelme, bir olmayı başarabiliriz.
Yani…
Biz, kendimiz bile doğruya doğru, yalana yalan, kediye kedi, hırsıza hırsız…
Pezevenge, pezevenk, orospuya orospu diyebilmeliyiz.
Olabilir mi?
İnşallah onun dediği gibi olur, inşallah AMA sanmam…
Trump…
Erdoğan’ı boşuna aramadı. Herife ta Mayıs’ta randevu veren…
Buna gerek görmez. Kaldı ki…
Nerde Erdoğan’da o öngörü, o bilgi birikimi, o zekâ ki on beş seneden beri ülkeyi bir maceradan diğerine sürükleyebilecek, eğer olmasa…
Evet olmasa bir üst zekâ?