Neo Osmanlı – Rus çatışması yine hortladı. Bende bu kadını bir şey sandım, aslında O SADECE bir gazeteci

Tatarları…
Ukrayna’yı, öldürülen elçiyi, düşürülen uçağı falan unutacaktı…
Sen…
Milleti kendi göt kıllın mı sandın?
Rus…
Af etmez.
NOKTA

Sende kızım yazacaksan…
Bir değerlendirme, analiz, durum tespiti yapacaksan…
Çıkar at gözlüklerini…
Gör gerçekleri!

‘Kişi kültünün’ Türkiye’ye zararı; Libya’da darbe; Suriye’de Rus kazığı; Akdeniz’de yalnızlık
31 Ağustos 2020

AKP-MHP işbirliği ile kurulan yeni yönetim sistemi “kişi kültüne” dayanıyor; “Türk tipi Başkanlık” diye propagandası yapılan bu sistemde, Cumhurbaşkanlığı makamı neredeyse tek yetkili unsur haline getirilmiş halde.
Dolayısıyla iç politikada da, dış politika da bu “tek kişinin” idealleri, “davası”, değer yargıları ya da düşmanlıkları, sanki “tüm milletinmiş” gibi bir atmosfer yaratılıyor.
Bu yaratılan atmosfere karşı çıkan, yönetime hakim olan unsurun değer yargılarına uymayan, inançlarını ya da düşmanlarını paylaşmayanlar ise, ya vatan haini, ya da terörist damgasını yemekten kurtulamıyor.
“KİŞİ KÜLTÜ” DIŞ POLİTİKAYI VURDU
Yönetim kişiselleştikçe, dış politika da kimi zaman dost, kimi zaman düşman görülen “kişiler” üzerinden yürütülmeye yöneliyor;
ABD’de mesela; AKP hükümeti tüm dış politikasını Başkan Trump üzerinden yürütmeye çalışıyor.
ABD’nin bir demokrasi olduğu, Kasım’daki seçimde Trump’ın kaybedebileceği hiç hesaplanmadan, tüm “yumurtalar”, Trump’ın sepetine yerleştiriliyor.
“Düşmanlık” da “kişi kültü” üzerinden yürüyor; AKP yöneticilerinin “kardeş” gördüğü Müslüman Kardeşler hareketinin zaferleri ya da yenilgileri, Türk dış politikasında da belirleyici oluyor.
Dış politikada “düşman ya da dost” olmadığı, sadece ülke çıkarlarının olduğu unutulup; Mısır’da Sisi darbe yapıp Müslüman Kardeşler’i yönetimden indirdiğinde, ya da Esad Müslüman Kardeşlere kendi hükümetinde yer vermediğinde, “Türkiye düşmanı” haline getiriliveriyor.
LİBYA’DA DARBE SÖYLENTİSİ; AKP’NİN DESTEKLEDİĞİ İÇİŞLERİ BAKANI GÖREVDEN ALINDI
Aynı durum Libya’da da yaşanıyor; Libya iç savaşında ABD’den Rusya’ya, İtalya’dan Fransa’ya kadar tüm ülkeler her iki tarafla da bir şekilde ilişki kurarken, AKP hükümeti “yumurtalarını” yine tek bir tarafın sepetine koydu: Trablus’daki Sarraç hükümeti desteklenirken, karşı taraftaki savaş baronu Halife Hafter “düşman” ilan edildi.
Başlangıçta iyi gibi giden AKP’nin Libya seferi, iş Libya’nın asıl petrol zengini bölgelerinin kontrolüne gelince -tıpkı Suriye’de olduğu gibi- Rusya’ya, Fransa’ya, Arap dünyasına takıldı.
İşin kötüsü, AKP’nin Trablus’ta desteklediği hükümet de kendi içinde birbirine girdi. AKP’lilerin Libya’daki en büyük işbirlikçilerinden olan, Müslüman Kardeşler bağlantılı olduğu yazılıp çizilen İçişleri Bakanı Başağa, bizzat Sarraç tarafından, hem de Türkiye’de AKP’lilerle görüşmeler yaparken görevden alındı.
Sarraç görevden alma için resmi gerekçe olarak Trablus’taki sokak gösterilerine yönelik sert müdahaleleri gösterse de, Arap basını kararın ardında Başağa’nın “darbe” yapıp, Sarraç’ın yerine geçme planlarının olduğu bilgisini yaydı.
Yine Arap basını Sarraç’ın istihbaratını aldığı bu darbe girişimi nedeniyle Türkiye’ye planladığı çalışma ziyaretini de tek taraflı iptal ettiğini de duyurdu.
Türkiye’den Libya’ya dönen Başağa ise, güçlü olduğu Misrata kentinde destekçisi silahlı milisler tarafından oluşturulan konvoylarla, “Başkan” sloganlarıyla karşılandı.
Şu anda, AKP hükümetinin desteklediği Sarraç hükümeti tam ortadan ikiye bölünmüş durumda; Trablus’ta Sarraç, Misrata’ta ise Başağa güçlü görünüyor.
Tüm bunların üzerine uluslararası basında da Sarraç’ın önümüzdeki dönemde, Libya iç savaşında AKP’nin tam karşısında duran Fransa’ya resmi ziyarette bulunacağını dair yazılar çıkmaya başladı.
Trablus hükümeti içindeki bu güç savaşının kim tarafından kazanılacağı, AKP hükümetinin Libya seferinin kaderini de etkileyecek.
SARRAÇ HÜKÜMETİ TÜRKİYE İLE ANLAŞMADAN ÇEKİLİR Mİ?
Libya hükümeti içindeki AKP’ye en yakın duran isimleri çemberin dışına çıkaran Sarraç’ın önümüzdeki dönemde Fransa/Rusya/Mısır’ın kayığına binmesi çok da şaşırtıcı olmaz.
AKP hükümeti, Libya konusunda da -hemen her konuda olduğu gibi- hukukun kenarından dolanmış, Libya ile imzalanan deniz egemenlik alanı sınırlama anlaşmasını “mutabakat zaptı” olarak imzalamıştı.
O dönemde anlaşmanın “mutabakat zaptı” olarak imzalanması, Libya’nın “diğer tarafında” kalan Meclisinin onayından kaçırmak için “çok kurnazca bir yol” gibi görünmüştü.
Ancak parlamento onayı olmadan, sadece hükümetin imzaladığı “mutabakat zaptı”, yine bir hükümet kararıyla geri alınabilir. AKP hükümetinin etkisinden kendisini sıyırmaya çalışan Sarraç’ın bu yönde bir karar alıp, hep mutabakat zaptını geçersiz kılması, hem de Türkiye ile olan tüm askeri anlaşmaları iptal etmesi mümkün.
Yani Libya’da “meşru hükümete destek” diye çıkılan yolda, bizzat “meşru hükümet” tarafından ülkeden ayrılmaya zorlanmak olasılığı giderek artıyor.
SURİYE’DE RUS KAZIĞI
AKP dış politikada “arka kapıları”/ “yandan girişleri” zorlar da, başkaları durur mu?
Suriye’de PKK terör örgütü bağlantılı PYD/YPG de, Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan Anayasa görüşmelerine “yandan/arka kapıdan” girmeye çalışıyor. Üstelik bu çaba, Erdoğan’ın “dostum” dediği Putin Rusya’sı üzerinden yürüyor.
PYD/YPG’ye bağlı “Suriye demokratik Meclisi” adlı oluşumdan bir heyet, bu hafta gizli saklı Moskova’ya gidip, Suriye Anayasa görüşmelerine “muhalif heyet” kontenjanından katılan bir grupla “işbirliği mutabakatı” imzaladı.
PYD/YPG heyetinin Rusya’da mutabakat imzaladığı Suriye Değişim ve Özgürlük için Halk Cephesi adlı grup, Suriye muhalefetinin “Moskova grubu” olarak anılıyor.
Bu grup Cenevre’deki Suriye Anayasa görüşmelerinde “koltuk” sahibi. Şimdi bu koltuğa, dolaylı yoldan PYD-YPG de dahil ediliyor. Üstelik tüm bunlar Rusya’nın bilgisi ve onayı dahilinde yürüyor.
İşin ilginci, Moskova’da bu imzalar atılırken, ABD’nin Suriye temsilcisi James Jeffrey de Ankara’ya gelip, Washington’un tırlarla silah mühimmat verdiği PYD-YPG için kulis yapıyor.
Rusya ve ABD’nin Suriye’de üzerinde uzlaştığı tek şey, PYD-YPG hamiliği gibi görünüyor.
AKDENİZ’DE “DEĞERSİZ YALNIZLIK”
AKP hükümetinin “kişi kültü” üzerinden kotarmaya çalıştığı bu dış politikanın Türkiye’yi içine soktuğu bir başka çıkmaz ise gerçek milli dava olan Ege’de, Doğu Akdeniz’de yaşanıyor.
“Müslüman Kardeşler hükümetini devirdi” diye düşman ilan edilen Sisi, 2003’ten bu yana direndiği Yunanistan’la deniz yetki anlaşmasını, bu yaz imzalayıverdi.
AKP öncesinde Ege ve Akdeniz’de Rum-Yunan ikilisinin oluşturduğu cephe, AKP’nin bol hamaset içeren dış politika söylemi sayesinde artık içine ABD’yi, AB’yi, Mısır ve Birleşik Arap Emirliklerini, İsrail ve Fransa’yı da dahil ederek “dünya koalisyonu” haline gelmiş durumda.
AKP hükümeti o kadar sıkışmış durumda ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir dönem “hezimettir” dediği Lozan antlaşmasından medet umar hale geldi.
İçerde 30 Ağustos zaferi için millete kutlama yasağı getiren AKP hükümeti, dışarıya o zafer sonunda imzalanan Lozan Antlaşması’yla Ege’de haklılığını kanıtlamaya çalışıyor bu günlerde.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay çıkıp, Erdoğan’ın “hezimet” dediği Lozan Antlaşmasına sığınıp, “Lozan’da [Yunanistan’ın kara sularını] çizmişler zaten, 3 mil. Şimdi ‘Onunla da yetinmem.’ diyor. Ne yapacaksın? ’12 mile çıkaracağım.’ Bu savaş sebebi olmayacak da ne olacak?” açıklaması yapıyor.
Atatürk’ün 100 yıl önce gördüğünü AKP daha yeni anlıyor. Anlıyor ama, iktidarı kaybetmemek için anlamamazlıktan geliyor. Olan Türkiye’ye oluyor…

https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/zeynep-gurcanli/kisi-kultunun-turkiyeye-zarari-libyada-darbe-suriyede-rus-kazigi-akdenizde-yalnizlik-6014781/?utm_source=yazarlar&utm_campaign=diger_yazilar&utm_medium=diger

*

Ah İzmirlim ah, sen kime neyi anlatmaya çalışıyorsun?

Salgınla flört edilmez
6 Eylül 2020

Bazı insanlar kutup yıldızı gibidir.
Aklınız karıştığında, doğru yönü bulmak için ona bakmanız yeterlidir.
Diğer yıldızlar dünyanın pozisyonuna göre kendi pozisyonunu değiştirirken, bi bakarsınız şurda, bi bakarsınız burdayken, kutup yıldızı duruma göre davranmaz, hep aynı yerdedir.
Bu yüzden güvenilirdir.
Sizi asla yanıltmaz.
Onu takip etmeniz, doğruyu bulmanız demektir.

Varlığıyla onur duyduğumuz Profesör Ahmet Saltık, bu toplumun kutup yıldızlarından biridir.
Pandemi konusunda doğruyu bulmak istiyorsanız, doğruyu öğrenmek istiyorsanız, onu dinlemeniz yeterlidir.

Bu sebeple, Türkiye’nin –artık- ne yapması gerektiği konusunda, kendisinden bir değerlendirme rica ettim.
Sağolsun, kırmadı, siz değerli okurlara iletilmek üzere yazdı.

11 Mart 2020 günü Türkiye’nin ilk yeni koronavirüs bulaşına (enfeksiyonuna) yakalanan olgu, Sağlık Bakanı Dr. Koca tarafından resmen açıklandı.
Çin-Wuhan’da 31 Aralık 2019’da ilk olgular tanılandığına göre, eh, 2.5 aya yakın süre ülkemize bu hastalığı / COVID-19’u sokmamayı başarmıştık!
Ancak, yalnızca 1 ay sonra Nisan ortalarında bizim salgınımız çok hızla “tepe” (pik) yapmıştı kimi ülkeler gibi… Günlük yeni olgu sayısı 5 binleri, ölüm sayısı 120’leri aşıyordu.
Ne var ki, Mart sonunda, salgının 3. ayı bitmeden Çin, olağanüstü önlemler ve doğal ürünü eş nitelikli başarı ile salgını baskılamıştı.
80 gün sürmüştü baskılama, Jules Verne’e nazire ile adeta.
Türkiye’de, alınan sıkı önemlerle Nisan’ın 2. yarısında salgın eğrisi aşağıya inmeye başladı. “Her salgının bir çan eğrisi çizeceğini” muştulayan kimi uzmanlar oldu ne yazık ki, gevşemeye başladık. 11 Mayıs’ta, kapitalizmin tapınakları AVM’leri açtık… Adına “yeni normal” dedik Alaturka bir yaratıcılıkla. Ancak halkımız da, iktidarımız da “yeni normal”i kendince yorumladı, “normalleşiyorduk” artık, üstelik normalimiz “yeni” idi, ne güzel.
Açılıp–saçılmayı coşku ile sürdürdük; Epidemiyolojik öngörülerle değil.
1 Haziran’da ipler iyice gevşetildi. Ekonominin çarklarının dönmesi gerekiyordu, hafta sonu piknik karantinaları, arada denk düşen ulusal – dinsel bayramlarda bayram karantinaları ile durumu idare eyleceğimizi sandık. Oysa Nisan ortasında salgın tepeye erişmişken, pek çok AB ülkesinin yaptığı gibi en az 14 günlük bir tam kapatmaya (lockdown) gitmeliydik; kezlerce yazdık.
Örneğin İtalya %95 oranında kapattı ekonomisini.
Salgın öncesinde, sürecinde çok belirgin (majör) hatalar yaptık.
21.500’ü aşkın insanımızı Umre için S. Arabistan’a gönderdik.
Döndüler ve hemen hepsi bulaşlı idiler, tüm Türkiye’ye yaydılar. Epey öldüler – öldürdüler. Gerçekte iyi bir Filyasyonla bire bir aydınlatılabilir bu vb. topluluk hareketleri.
Öğrenci yurtlarını kapatıp, birkaç milyon genci tüm ülkeye yaydık.
90 bin hükümlüyü infaz yasası değişikliği ile -gerçekte af yasası ile- denetimsiz salverdik.
Güle oynaya “yeni normalleşirken”, gerçekte halk ve iktidar yeniden normalleşirken, salgının çan eğrisi çizmekten vazgeçtiğini (!) biraz gecikme ile algıladık.
İlk dalga sürüyor, 2. tepesini yaşıyoruz.
Bilimsel Danışma Kurulumuz tek 1 Halk Sağlığı Uzmanı ile çalışıyordu. Oysa bu ad hoc kurulun ağırlıklı olarak Halk Sağlığı Uzmanı hekimlerden oluşması gerekiyordu, istim epey arkadan geldi.
Sağlık Bakanı Dr. Koca akşamları basın açıklamaları yapıyor, kimi soruları yanıtlıyordu ama Bilimsel Danışma Kurulu’nun kararlarını öğrenemiyorduk, ayrıca Sn. Cumhurbaşkanı’na arz ediliyordu öneriler ve O’nun talimatlandırması ile yürütülüyordu bütüüüün işler.
★★★
Dünya’da ve Türkiye’de COVID-19 salgını yatay ve dikey eksende büyüyor ve yaygınlaşıyordu. ABD “perişan” idi, bütünüyle özelleştirilmiş / yabanıl (vahşi) sağlık sistemi yüzünden. İtalya, İsveç, İngiltere ağır bedeller ödemekteydiler. Almanya en başarılı AB ülkelerinden oldu, Fransa da.
Ama Uzakdoğu’da Japonya, Singapur, Hong Kong, Tayvan, G. Kore… Çok daha başarılı oldular “baskılama” yöntemiyle. Biz ise ilk dalgayı bile, salgının 6. ayı biterken henüz sönümlendiremedik.

Niçin başarılı olamadık, nerelerde yanlışlık yaptık?

Sağlık Bakanı Dr. Koca, 11 Mayıs sonrası hasta – ölüm sayılarında belirgin artışlar başlayınca basın toplantılarını kesti. Akşamları kişisel tweet hesabından kısa iletiler ve turkuvaz tabloyu sunuyordu.
Bu tablo giderek AKP yeşiline dönüştü ve yaşamın rakamları ile orada açıklananlar arasındaki makas büyüdü, büyüdü… Derken yoğun bakım ve entübe hasta sayıları kaldırılarak yerine, net- standart tanımlı olmayan “ağır hasta” ve “zatürreli hasta” sayıları kondu. Dünya verileri ise yoğun bakımdaki hasta sayısı ile paylaşılmakta. Karşılaştırma olanağı, bu boyutlarda kalmadı.
Üst üste hatalar birbirini izledi.
Adına “yeni normal” dense de hep birlikte “normale / eskiye” büyük bir hızla döndük.
Temmuz’daki 2 büyük sınav YKS ve LGS 1 ay öne çekilerek birkaç milyon insan hareketliliği yaratıldı ki; salgın yönetiminde altın ilke, toplumsal hareketliliği – değinimi (teması) en aza indirmekti.
Hedef Temmuz’da turizmi açmaktı. Öyle yapıldı ama AB ülkeleri çok kısıt koydular. Ağustos başında Kurban Bayramı ile kurban kesimi ve iç turizm salgını azdırdı. Rusya, korona olguları sayısı bakımından dünyada 4. sırada iken uçak seferleri ve dış turizme açıldık, bir türlü başı yere ermeyen salgın eğrisi, tam da tersine baş kaldırdı ve göz göre göre Eylül başına, 6. ayın sonuna eriştik.
Resmi veriler, Nisan ortasındaki ilk tepe sırası rakamlarına koşmakta:
Toplam olgu sayısı bakımından nüfus büyüklüğümüzle aynı sırada, 18’inciyiz epeydir.
Fakat bu tablodaki sayısal verilerle ilgili çok ciddi sıkıntılar var.
Somut olan şu ki; salgının ilk dalgasını 6. ay sonunda sönümlendirememiş olmak bir başarı sayılmaz, açık bir başarısızlık orta yerdedir. Bu gerçekliği kabulle yola çıkmak gerekir.
Sorun çok ciddidir ve ulusal ölçek ve niteliktedir.
Salgın denetimden çıkmıştır, hastane yatakları – yoğun bakımlar doludur, halkta panik başlamıştır.

NE YAPMALI ?

Salgın Yönetimi Epidemiyoloji bilim alanının sorumluluğundadır.
Bu eğitim Tıp Fakültelerinde Halk Sağlığı Anabilim Dallarında verilir. Dileyen Halk Sağlığı Uzmanı hekim, bu alanda yan dal eğitimi alabilir. Dolayısıyla söz ve karar sahibi alan Halk Sağlığı / Epidemiyoloji uzmanı hekimlerdir.
Ancak Bilimsel Danışma Kurulunda çoğunluk başka dallardadır, bu dengesizlik düzeltilmelidir.
Epidemiyolojik salgın yönetim yordamı (stratejisi), bir masanın 4 ayağı gibidir:
1. Sürveyans: Toplumda hastalıklar / sağlık sorunlarıyla ilgili sürekli – düzenli – güncel – güvenilir veri toplamak, bunları uygun biyomatematik – sayısal yöntemlerle çözümlemek (analiz etmek) ve Epidemiyolojik olarak anlamlandırarak yorumlamaktır. Her türlü planlama ve müdahale bu adıma dayalıdır. Türleri vardır; Aktif, Pasif, Sentinel. Bu salgında da en temel strateji Sürveyanstır ve toplumda, özellikle riskli kümelerde etkin tarama testleriyle virüsü alanları erkenden bulma hedeflidir. Bu amaçla Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) başından beri TEST – TEST- TEST uyarısı yapıyor. Türkiye’de en başta, duyarlığı yüksek bir tarama testi ile kapı kapı dolaşarak etkin (aktif) iz sürme (sürveyans) yapılmalı ve erken yakalanan taşıyıcılar toplumdan ayrılmalı idi (izolasyon). Bu önerimiz samanlıkta iğne aramak olarak görüldü, samanlıktaki iğneler erkenden bulunsa idi, bugün her yerimize batmazdı.
2. Karantina: Çok eskiden beri bilinen bir yöntem. Hastalığı almış olması olası – kuşkulanılan ama tanı konmayan – bulgu vermeyen insanların, en uzun kuluçka süresince toplumdan ayrılmasıdır.
3. İzolasyon: Sürveyans ile olabildiğince erken yakalanan hasta – taşıyıcıların sağlık kuruluşlarında sağaltıma (tedaviye) alınmasıdır.
4. Filyasyon: Tanı konan hastaların geriye doğru, bir cinayet detektifi gibi izi sürülerek kimden hastalığı aldığının bulunmasıdır. O kaynak uygun biçimde kurutulacak ve yeni bulaşların nedeni olmaktan çıkarılacaktır. Temaslı izlemidir (contact tracing), bulaş zincirini kırma hedeflidir.
Ülkemiz bu 4 adımda ciddi eksik ve yanlışlar yapmıştır.
Epidemiyolojik bilimsel ilkeler sıklıkla kimi siyasal tercihlerin gerisinde kalmıştır.
Bilim Kurulu kararları kamuyuna açıklanmamıştır.
Son söz Saray’daki Tek Adam Rejiminin olmuştur.
Son günlerde kimi Bilim Kurulu üyeleri itiraf gibi açıklamalarla pek çok kritik kararı kendilerinin vermediğini, basından duyduklarını, dahası Turkuvaz / AKP yeşili tablo verilerinin ötesinde bilgi sahibi olmadıklarını bildirmektedir… Bunlar dehşet vericidir; siyasal iktidar güdümünde “bilim kurulu” ile salgının yönetilemeyeceği çoook çıplak bir olgudur.
Araba atın önüne konamaz!

Dr. Refik Saydam Ulusal Halk Sağlığı Kurumu bir yasa ile özerk olarak yeniden açılmalı, insangücü ve teknik donanımı hızla sağlanarak salgın yönetimi bütünüyle bu bilim Kurumuna bırakılmalıdır.
Tarama ve tanı amaçlı kullanılan PCR testinin virüsü taşıyanları yakalama yetkinliği (Duyarlığı) ne yazık ki %40’lara dek inebilmektedir. Bu testin kullanımında ısrar etmenin anlaşılır yanı yoktur. %90’ı aşan duyarlıklı testler vardır ve hızla bunlara geçilmelidir. Nitekim 117.612’yi bulan test sayısına karşın yalnızca 1612 (+) yakalanmıştır; % 1,4! Oysa Türkiye “hasta” kaynamaktadır, hastaneler tıka basa doludur.
Testin kendisi, yapılacak kitleler, soğuk zincir ve laboratuvar süreçleri mutlaka iyileştirilmelidir, tersi avare kasnak gibidir, anlamsız ve kaynak israfıdır.
PCR testi (+) çıkanlar evlerine yollanmamalıdır, evde kendi kendine ilaç sağaltımı olmaz.
Burada yapılacak olan İZOLASYON’dur, yukarıdaki 3. adımdır ve sağlık kuruluşunda olmak zorundadır.
Tıbbi sağaltım (tedavi) verilecek ve virüsten arındırılarak topluma kazandırılacaktır hastalar.
Sürveyans, Filyasyon süreçlerinde yakalanan “kuşkulular” ın yeri Karantina’dır. Kural olarak bu işlem, amaca özel Karantina Yerlerinde yapılır. Bunlar, hastanelere yakın değişik binalardır ve sağlık çalışanlarının ve kolluğun gözetimi zorunludur.
Önerdik taaa başlarda, boş oteller, tatil köyleri, boş onbinlerce TOKİ konutları, boşaltılan öğrenci yurtları… Ama biz evlere yolluyoruz bu insanları… Oysa sahra hastaneleri yapmak zorunda idik, İstanbul’da yapılan 2 hastane sağlık turizmi için kullanılıyor.

O halde 1. Basamakta, yani hastane öncesinde, toplumun içinde salgın yenilecektir; hastanelerde asla değil.
Nitekim ön cephede yenilgi, cephe gerisinde hastanelerde çöküş getirmiştir.
Türkiye, “sağlık hizmetini hastane sanmak” gibi ürkünç (vahim) bir yanılgı içindedir ve bedelini çok ağır ödemektedir.
Gerçek sağlık hizmeti SAĞLIKLI İNSANLARA SÜREKLİ verilen hizmettir.
Hastane ve sağaltım, koruyucu hekimlik bir biçimde başarılı olamadığında istemsiz (arızi) olarak devrededir.
Öyleyse Türkiye, Sağlıkta Dönüşüm denen, asla yerli ve milli olmayan özelleştirmeci politikalarla çoooook zayıflattığı 1. Basamağı yeniden, tam kamusal sorumlulukla güçlendirmek zorundadır.
Bu yüzden Türkiye salgına çoook zayıf yakalanmıştır.
İvedi olarak yüz bin sağlık çalışanı ataması yapılmalıdır.
Ayrıca her Aile Hekimliğine kamu görevlisi bir Halk Sağlığı Hemşiresi atanmalıdır. 400 binden çok sağlık çalışanı atama beklemektedir.
Türkiye sağlık insangücü ve hastane yatakları sayısı akımından 36 OECD ülkesi içinde sonlardadır.
Şehir Hastaneleri açık bir talan olup, salgında derde deva ol(a)madıkları / olamayacakları görülmüştür; hemen kamulaştırılmalı, onlara feda edilerek kapatılan hastaneler geri açılmalıdır.
Özel sektörün 50 bin yatağından pandemide yararlanılmalıdır.
AKP yeşiline boyanan Turkuvaz tablo bize, tüm perdeleme çabalarına karşın hala çoooook önemli bilgiler veriyor. Toplam 276.555 olgudan iyileşen (doğrusu taburcu edilen; tam iyileşme yok) 249.108 düşüldüğünde 27.447 bulunuyor. Bundan da ölen 6.564 çıkarılırsa, 20.883 elde edilir ki, bu rakam 4 Eylül günü Türkiye’de hastanelerde yatan hasta sayısının bir bölümüdür.
Olağan olarak COVID-19 olgularının %85’i ayakta, hafif geçirmektedir hastalığı, hatta ek bir %25 de hiç belirtisiz. Yatması beklenenler 15/125… kabaca 1/8… Ne var ki, Türkiye’de son verilerle, yoğun bakım dahil en az 130 bin hastane yatağı pandemi (küresel salgın) için ayrılmıştır ve hemen hemen tümüyle doludur.
1. Basamakta göğüslenemeyen, bulaş zinciri – kırılamayan salgın, cephe gerisinde 2. ve 3. Basamak hastaneleri çökertmiştir.
20.883 hasta PCR(+) olanlardır.
Geri kalan 110 bin yatakta ise PCR(-) COVID-19 olguları yatmaktadır.
Test dışında tüm bulguları birbiriyle aynı 2 hasta kümesi.
Türkiye, DSÖ kodlama kurallarına uymayarak, test (-) leri yeni koronavirüs hastası saymıyor! Ama yataklar dolu!
130 bin hasta hastanelerde, bunun en az 7 katı evlerinde.
1 milyonu aşkın hasta!
Bitmedi, yatak yetmezliği çok net olduğundan, Sağlık Bakanlığı salt solunum güçlüğü / yetmezliği ve / veya yutma güçlüğü vb. olan AĞIR hastaları yatırabiliyor. Bunların da kabaca, yatması beklenen %15 hastanın 1/3’ü olduğu kabul edilirse, Türkiye’de 3 milyon hasta – bulaşlı insan var demektir.
Bu muazzam bir yüktür ve bulaş denetimden çıkmış, tüm topluma yayılmıştır.
3 milyon hasta – bulaşlı, Türkiye’de her 29 kişiden 1’i demektir!
Yangın yatay ve dikey eksende devasadır.
Çünkü yatırılanlar neredeyse tümüyle ağır hastadır.
3 koşul nedeniyle (solunum güçlüğü/yetmezliği ve/veya yutma güçlüğü vb.) ve ölüm oranları kaçınılmaz olarak çok yüksek olacaktır.
Gelin görün ki, bu tablodan 276.555.PCR+ hastadan 6.564’ünün öldüğünü, oranın %2,4 olduğunu görüyoruz sevinçle (!)
Dünya ortalamasının yarısı, nasıl oluyorsa!??
Pekiii, PCR(-) ama yatan 110 bin korona hastasından hiç ölüm yok mudur??!!
Aynı oranda ölüm varsayarsak, 6.564’ü 5,5 ile çarpmamız gerek (20 bin / 110 bin = 5,5)

Türkiye’de gerçek korona ölümleri yaklaşık 36 binlerde midir?

Bu yakıcı sorunun yanıtı ise, Türkiye’deki 1397 belediyeden, AKP’nin elindeki 585 ve 60 dolayında kayyım atadıkları çıkılırsa, kalan 752 muhalefet belediyesinden gelebilir.
Muhalefet partileri, mezarlıklar müdürlüklerinden gerçek ölüm rakamlarını çıkarabilir ve ilan edilen korona ölümleri ile karşılaştırılarak aradaki farkın nedeni, kaynağı sorulabilir.
Bu boyutta bir skandal herhalde, demokratik bir ülkede iktidarı Giresun’daki azgın sel gibi önüne katar ve hızla bitirir.

Salgınla flört edilmez.
Türkiye, AKP=RTE’nin babasının malı bir A.Ş değildir!

Anti-emperyalist bir savaşla kurulmuş onurlu ve saygın devlet ve mazlum bir Ulus yaşamaktadır bu topraklarda.
Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan bu ülkeyi bir CEO gibi yönetemez, bu insan haklarına aykırıdır, meşru değildir!
TBMM olağanüstü toplanarak sorunu görüşmeli, muhalefet etkin çaba göstermeli ve gerçek ölüm rakamlarını ortaya koymalı, bir Salgın Kurultayı düzenleyerek iktidara ve kamuoyuna bildirgesini (manifestosunu) sunmalıdır.
Görülmektedir ki; salgında, insan yaşamı siyaset kurumu ve güdümündeki köhne bürokrasi tarafından korun(a)mamaktadır.
Geriye tek seçenek BİLİM KURUMU kalmaktadır.
Bu Kurumu, şu anda Bilimsel Danışma Kurulu -hasbel kader- temsil etmektedir. Kurulun ezici çoğunluğu Hipokrat yemini etmiş hekimlerdir ve temel evrensel ilke “Primum non nocere” dir (önce zararlı olmamak).
Önerileri büyük ölçüde dikkate alınmıyorsa, derin çelişkiler varsa.. orada durmanın “suça ortak olma” dışında bir anlamı kalmayacaktır.
Kuruldaki hekim akdemisyenler, tarihsel sorumluluklarının gereğini daha çok ertelemeden yerine getirmek zorundadırlar.
Son çözümlemede; denetimden çıkan salgın, en az 14 günlük tam kapatma ile baskılanabilecek gibi görünüyor.
AKP = RTE, gerekli yaklaşık 50 milyar $ kaynağı akılcı biçimde bulmalı ve bu yola gidilmelidir.
Oyalanmanın, öteleme – ertelemenin, inadın bedeli hem ekonomik hem insan yitiği boyutlarıyla kabul edilemeyecek kertededir.
Sorun Ulusaldır, bu salgın Türkiye’ye diz çöktürebilir; İktidarı da önüne katarak tarihin çöplüğüne sürükler.
Bilimsel akılcılık dışında reçete YOK – TUR!

https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/yilmaz-ozdil/salginla-flort-edilmez-6024542/