Çok sevindim…
İnanın çok sevindim, bu yoğunluk ve bu nedenli ilgiyi ilk defa gösteriyorsunuz…
Teşekkür ederim.
Ama…
Nerede yaşadığınızı unutmayın, TAMAM…
Üniversite PROXY’leri ama (…)
Tedbiri elden bırakmayın.
Aman gençler, artık her kimseniz okuyan…
…
AMAN, benim yüzümden kimsenin başı derde girmesini…
ISTEMEM
*
Ich SOLLTE…
NICHT!
Du siehst doch, …
Auf der anderen Seite
???
Ich weiß NICHT was ich tun soll
VideoLAR hakkında benim için söylediğini arıyorum hala,
Keşke belgeleseydim
Musevi kardeşlerimiz hakkında yayınladığım,
İlginçti…
Atatürk bağlamında. YOK…
Oldukça olumlu bir yorum yapmıştı.
Ancak…
İnsan başka…
SIYASETI bambaşka
Gizemli bir TARAFIM YOKTUR…
Sizler gibi bir…
Veli Ademim
„DİVAN, İLAHİ, NİYAZİ MISRİ, TASAVVUF
Her neye baksa gözüm
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır,
Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’ân andadır.
Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur,
Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.
Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür,
Her ne mevci kim görürsün bahr-ı ummân andadır.
Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,
Bir ilimdir ol ki kamu ilm-ü irfân andadır.
İbret ile şeş cihetten görünen eşyâya bak,
Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır.
Söyleyen ol, söylenen ol, gören ol, görünen ol,
Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânân andadır.
Mazhar-ı tammı veli Âdem yüzüdür şüphesiz,
Künh-ü zâtı hem sıfâtı cümle yeksân andadır.
Haşr u neşr ile Sırât u dûzah u mâlik azab,
Hem dahi Rıdvân u cennet hûr u gılmân andadır.
Görünen sanma Niyâzî’ nin heman sen mülkünü,
Gönlü bir virânedir genc-i pinhân andadır.
Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır,
Her nereye baksarsan bak Allah Teâlâ’nın sırrı ondadır,
“Her neye” yani her ne şey’e demektir.” Baksa gözün” yani zahiri gözün bakışı ile kâinatta “sırr-ı Sübhân” görürsün. Yani bir sır vardır ki; ona ezel sırrı derler.
Vücûd kelimesi ile Hakk’ın varlığı kastedilmektedir. Varlığın mertebeleri mutasavvıflar tarafından değişik tasniflere tâbi tutulmuştur.
“Vücûd birdir, o da Hakk’ın vücûdudur. Vücûdun mertebeleri pek çoktur. Ancak bu mertebeler ana hatlarıyla dört, beş, yedi v.s. gibi birbirinden ayrı mertebelere tasnif edilmiştir.
Dörtlü tasnife göre vücûdun mertebeleri:
1- Lahût, zat; 2- Ceberut, sıfatlar ve ilâhî isimler; 3- Melekût, ruhlar ve misâl, 4- Nasût ve şehâdet âlemlerine ayrılmıştır.
“Hazarât-ı hamse” denilen beşli tasnifte ise yukarıdaki tasniften biraz farklı olarak Melekût âlemi iki mertebe olarak kabul edilmiştir.
Böylece 1- Zat-sırf lâ-taayyün, ahadiyyet; 2- Vâhidiyyet; 3- Ervah; 4- Misâl; 5- Şehâdet ve insan-ı kâmil mertebelerine ayrılmıştır.
Yedili tasnife göre ise, hazarât-ı hamsenin ikinci mertebesi olan “vâhidiyyet” mertebesi “vahdet” ve “vâhidiyyet” diye iki ayrı mertebe; beşinci hazret deyine “şehâdet” ve “insan-ı kâmil” diye iki ayrı mertebe olarak itibâr edilmiş, böylece mertebe sayısı yedi kabul edilmiştir.
1- Lâ-taayyün, ahadiyyet, zat-ı sırf; 2- Vahdet, hakîkat-i muhammediyye; 3-Vâhidiyyet, hakîkat-i insaniyye, a’yân-ı sabite; 4- Ruhlar; 5- Misâl; 6- Şehâdet âlemi; 7-İnsan-ı kâmil.” [1]
Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’ân andadır.
Kulağın her ne işitse Kur’ân özü ondadır.
Burada Kur’ân’dan murat “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız…” [2] Bütün eşya Allah Teâlâ’yı zikreder. Yani “sözle, halle, sırla” zikrederler.
Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur,
Her şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur,
“Burada ‘Bana tâbi olursanız Allah sizi sever’ kavl-i şerifine işaret vardır. Bu yüzden bu din Âşk dini diye isimlendirilmiştir. Ve bu dinle dinlenen kişi mahbûbunun tekliflerini kabul, rızâ ve sevgi ile karşılarsa o zaman o kişiden hangi yönden gelirse gelsin bütün meşakkat ve külfetler giderilmiş olur” (Bkz. İbnul-Arabî, Zehâirul-a’lâk fî şerhi Tercümânil-eşvâk, 40). [3]
“Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak…” [4] Allah Teâlâ’yı görmek basiretle caizdir. Yani zahir gözü zahiri ve bâtın nazarı hakikati görür.
Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.
Hakk gözüyle bak ki şüphesiz Allah Teâlâ’nın nûru ondadır.
Yezdan: Zann-i galibe göre Zerdüşt için bilinen en sağlıklı isim Pehlevîce Zârathestra ismidir. Erdebîler bu ismi tahrif ederek Zârastro demişlerdir. İsimlerin sonları, Pehlevî dilinde de, Sanskritçe’de olduğu gibi mutlaka hemzeli olur ve fethalı olarak okunurdu. Bu hemzeyi belirtmek için günümüzde “Elif” harfi konulmaktadır. Buna göre Zârâtistra kelimesinin sonu fetha sesiyle okunur. Klasik Pehlevi dilinde “Tâ” harfinin yerini Sasanî Pehlevîce’ sinde “Dal” harfi almıştır. Örneğin Pehlevîce’de “Yezata” kelimesi Sasanî Pehlevîce’sinde “Yezdâ” şeklinde yazılmıştır. Zamanla bu kelime de tahrif edilerek “Yezdan” şeklini almıştır. Bu değişiklik Pers dininin kurucusunun isminde de yaşanmıştır. Nitekim onun ismi de Zârahestra’dan Zerdehüşt şekline dönüşmüştür. Araplar bunu da tahrif ederek Zerleit veya Zerdüşt demişlerdir. [5]
Bazı kesimlerce Türkçede kullanılan Tanrı kelimesine karşı yapılan tepki bu kelime için yapılmadığı gibi çok rahat Allah ismi yerinde kullanılmaktadır. Bu nedenle bağnazlık sınıfından yapılan itirazlar yerine işin hakikatini bilip Allah ismini yalnızca Allah Teâlâ’ya duyduğumuz sevgi nişanesi ve Kur’an-ı Kerim’de kendine layık gördüğü isimi zikretmek uygun olduğunu bilmek daha önemlidir.
“Hak gözüyle” den murat basîret nurudur. Ona can gözü ve kuvvet-i kalb de denir. Basiret nuru Allah Teâlâ’nın nurundan iktibâsdır. Nur üç türlüdür.
Göz nurudur. Görür ama göstermez.
Güneş ve kamer, ay, yıldızlar ve ateşte olan nurdur. Gösterir ama görmez.
Allah Teâlâ’nın nurudur, hem görür hem gösterir. bu görüp göstermek de zahir ve bâtın nuru Allah Teâlâ ile beraber bulunur.
“Gizliyi ve açığı bilendir…” [6] Eğer göz nuru basirete tâbi olursa hüküm basiretin olup basiret dahî Allah Teâlâ’nın nurundan feyz almakla zuhura gelen nazar eşyanın belirmesindeki sırrından daha açıktır.
“Nûr-i Yezdan ondadır.” Murat eşyada olan ilâhî isimlerdir. Gözlüye gizli olmaz dedikleri budur.. Yani göz, basirete tabi ve basireti Allah Teâlâ’nın nuru ile münevver olan basiret sahipleri varlıklara tayin olan ilâhî isimleri görür.” Allah, göklerin ve yerin nurudur…” [7]
Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür,
Çokluğun dalgalarına bakma hepsi bir deryâdır.
“Kesret-i emvâc”dan murat mahlûkatta zuhur eden ilâhî hakikatler ve isimlerdir. “Cümle bir derya”dan murat hakîkatü’l-hakâyık olan “Hakîkat-ı Muhammediyyedir” ki; yaratılışın evvelidir. Bu mertebede Allah Teâlâ çokluğun başlangıcıdır. Fiil, sıfat ve esmasının tecellîsi mertebesi ulûhiyyettir. Yaratıcılık, rızık vermek ve sâir isimler kemâlâtın zuhuru mertebesidir. Allah Teâlâbu ulûhiyyet mertebesinde kemâlâtı olan zât-ına verilen isimdir. Bütün eşyanın mahlûk olması bu mertebenin zuhûrâtındandır. Bu mertebede Allah Teâlâ’nın ismine “Allah” derler.” Allah” ismi ism-i âzamdır, belirlenmiş bir hakîkattir ve bütün isimlerin merciidir.
“Herşeyin mülkü kendi elinde olan Allah‘ın şânı ne kadar yücedir. Siz de Ona döneceksiniz.” [8] Her ne mevcudat var ise denizin dalgaları gibi hakîkat-ı Muhammediyye denizinden zahir olup bir taraftan var olurken ve bir taraftan yok olmaktadır.
Bütün eşyanın varlıkları fâni ve Allah Teâlâ’nın zâtiyle bakîdir. Çünkü zâtın kendisidir. Nitekim buyurur “Ondan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır…” [9] Bunun için dalgalara (emvâca) hayran olup kalma, belki suretden manaya yönel. Yani bu mahlûkat âlem-i mahabbet-i ilâhiyye suretidir. Halkın vücûdundan Allah Teâlâ’ya yönel ve onu bil. Çünkü mahlûk ilâhî kemâlâtın zuhurudur. Allah Teâlâ’nın bilinmesi mahlûkatın varlığı iledir.
Her ne mevci kim görürsün bahr-ı ummân andadır.
Her ne dalga görürsen okyanus ondadır.
“Allah her şeyi ihata edendir”[10]
Sûfîlere göre bu ihata, zarfın içindekini ihata etmesi gibi değil, güneşin ışık ve gölgeleri, ruhun bedenleri, suyun dalgaları İhata etmesi gibidir. Allah Teâlâ buyuruyor ki; “Onlar Allah’ı gereği gibi değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” [11] Yâni, Cisimlere tâbi ruhları, yoksa ruhlara tâbi cisimleri değil. Kâbız, cisimleri kabzettiği zaman ruhları da kabzetmiş demektir. Çünkü onlar o cisimlerin heykelleridir… Bütün cisimler ruhlarının arzı’dırlar. Bu yüzden ruhsuz cisim olmaz. Cisimler de ikiye ayrılır. Unsûrî ve nûrî. Tabîî ki bir de tabîatları var. Allah ruhların vücûdunu cisimlerin vücûduna, cisimlerin bekâsını ise ruhlann bekasına bağlamıştır… Buradaki kabz: tutma işi hakikatinde Allah Teâlâ’nın “Allah her şeyi ihata edendir”[12] âyetinin mânâsıdır. Bir şeyi ihata eden o şeyi kabzına almıştır. Çünkü ihata edilen şeyin bir kaçış yeri kalmamıştır. Aksi halde bu ihata olmaz ve o kişi de Muhît olmaz. Bütün bunlar demek oluyor ki Allah Teâlâ’dan başka, hiç bir mümkün varlık yok ki esmâ-i hüsnâ denilen ilâhî nisbetler ve rabbânî hakikatler ile irtibatlı olmasın. Bütün (Küllî) mümkünler hakîkat-ı ilâhiyye’nin kabzasındadırlar. Ve zâten ‘bütün’ (Küll) bile kabzadadır”. (İbnu’l-Arabî, el-Fütûhât (Thk.), XIII/64-66.)[13]
Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,
Birliği çoklukta bulmak, çokluğu birlikte beraber,
Bil ki: Hakikat ve ayn birdir. Onda kesret (çokluk) yoktur. Herhangi bir şekilde tezahür eden hakikate baksan, “Hakikat olması itibariyle Hak’tır, dışarda görünüşü itibariyle halk’tır” dersin. Ahadiyyete bakarsan “Zat, yahut hakikat” dersin kafi. Zati tahakkukuna (hakikatine) bakarsan “Hak” dersin. (Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korurum. [14]) Hadisin manasına bakarsan: Bütün kuvvelerin ve uzuvların, kulun aynı olduğunu görür ve kula izafeti dolayısıyla bunlara “halk” dersin. Hakkın da o kuvvelerin ve uzuvların aynı olduğunu görürsen bunlara “Hakk” dersin. Vahdetin (tekliğin) çokluğa oranını düşünürsen (çoğun bire bağlılığını göz önünde tutarsan) “İlah” dersin. Tek hakikatten ibaret olan gerçek varlığın dış görünüşünün, iç varlığın daima bir aynası olduğunu düşünürsen “O, tecelli eden ve tecelli edilmiş” dersin. Bu, en çok şaşılacak şeylerdendir ki bir tek hakikate bu kadar itibarlar girer. Ve hakkında bütün itibarlar da doğru olur. (Bir tek varlık bu kadar isim alır). O, hakikatiyle, ilelebet sonsuz suretlerde tecelli etmektedir. O tek hakikat, belirli bir surette tecelli ederse diğer bütün suretlerde görünenin de o olduğunu unutma. O görünüşüyle beraberdir. Her aynda (varlıkta) O vardır. Her varlıktan görünen O’dur. Bir şeyde görünüşü, mutlakiyetini bozmaz. O bir şeye hasderilemez. Herşeyin özü O’dur. Ama bu ayn (varlık) larda, eşyada, tecelli eden suretler, O’nun mutlak zatı değildir. Mutlak zatı, her suretten münezzehtir, O’nun zahiri, her aynda ve her ayn içindir. Bütün bunlar, O’nun mahiyeti ve itibar edenin itibarına göredir. (Mahiyeti mutlaktır, şekilsiz, zamansız ve mekânsızdır, ama taayyünü, yani görünüşü şekillere ve suretlere bağlıdır).
Bundan hayret et; iyice bunda yerleştin ve anladınsa hayret etme; Zira O, zatında kendinden başka varlık bulunmaktan münezzehtir. “O’ndan başka ilah yoktur. Her şey yok olucudur. Yalnız O’nun vechi bakidir. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” [15]
O halde ey veli, içinle Allah Teâlâ ile birleşmenin artmasına çalışırken, dışınla da ayrılığını bilmelisin. Yani içinle cem’ tarafında, dışınla fark tarafında olmalısın. Vahdet ile kesretten; kesret ile de vahdetten perdelenmemeli, kullukta marifet arasını bulmalısın ki tehlikelerden kurtulasın.
Mutasavvıflar dilindeki cem’ , tefrika ve cem’ul-cem’in manası şudur: Tefrika, sana nisbet edilendir. Cem’ , senden soyulup alınandır. Bu, şu demektir: Yani kulun, kulluk vazifelerine, beşeriyet icaplarına göre yaptığı ameller tefrikadır. Hakk tarafından ona gelen manalar, lütuf ve ihsan ise Cem’dir. Her ikisi de kula lazımdır. Çünkü tefrikası olmayan kimsenin kulluğu olmaz; cem’i olmayan kimsenin de marifeti olmaz. Kulun “ancak sana ibadet ederiz” sözü, kulluğu göstermek suretiyle tefrikayı isbattır. “Ancak senden yardım dileriz” sözü de cem’i istemedir. Tefrika, iradenin başlangıcı, cem’ sonudur. Cem’ul-cem’ daha tam ve daha yüksek bir makamdır.
Cem’, eşyayı Allah Teâlâ ile beraber görmek, kuvvet ve kudretin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu bilmektir.
Cem’ul-cem’ ise tamamen helak olmak ve Allah Teâlâ’dan başka her şeyden fena bulmaktır ki bu, Ahadiyyet mertebesidir.
Çalışıp mücadele etmelisin. Vücudunu gözünden kaybetmeli, Zat’a yönelmeli, hakikatle uğraşmalısın ki, bütün varlıklar, O’nun cemalinin cevlangahı ve bütün kâinat, O’nun kemalinin aynasıdır. Ruhunu bu mertebeye yükseltmeye ciddiyetle çalışmalı, mücahede etmelisin. Varlığını öylesine kaybetmelisin ki sana bakman O’na bakman olsun; senden bahsetmen, O’ndan bahsetmen olsun. Nerede ve ne zaman olursa olsun, yemede, içmede, konuşmada, susmada, gidip gelmede, hareket ve sükûnda her an O’ndan boş kalmamalısın.[16]
PANTEİZM VAHDET-İ VÜCUD MUDUR? [17]
Panteizm kelimesini etimolojik[18] yönden ele alırsak, kelime olarak kullanılışının çok yeni olduğunu görürüz. Oysa mahiyet itibari ile panteizm, antik çağdan beri vardır. André Lalande (1867-1963)’a göre panteist terimini, ilk defa 1705 yılında John Toland (1670-1722) kullanmış, pantizm terimini ise, Toland’ın hasmı Fay, 1709’da kullanmıştır. Panteizmi, iki ana tanımla ifade etmek istersek:
a — Tam anlamı ile: Her şeyin Tanrı olduğunu, Tanrı ile kâinatın tek ve aynı cevher olduğunu kabul eden doktrindir. Bundan da temel iki anlam ortaya çıkar:
1) Tanrı tek gerçek, kâinat sadece, ne devamlı gerçekliğe, ne de farklı bir cevhere sahip olmayan, görünümlerin veya sudurların bütünüdür. Tabiatı Tanrı’da, sonluyu sonsuzda eriten panteizmin bu türüne idealist panteizm denilir.
2) Kâinat tek gerçek, Tanrı sadece var olan her şeyin toplamıdır. Sonsuzu sonluda, Tanrı’yı tabiatta eriten panteizmin bu türüne naturalist veya materyalist panteizm denilir, sonunda ateizme varır.
b — Kapalı veya felsefî olmaktan daha ziyade edebî bir anlamda, tabiatı, bir çeşit tapılmanın öğretildiği canlı bir birlik olarak tasavvur etmektedir. Bu açıdan panteizm ilahlaştırılmış tabiattır.
Panteizm’e göre Tanrının âlemden ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur. O, bir kanundur, bir kuvvettir. Bundan dolayı panteizm, şahsiyet kavramını ve hürriyetin varlığını kabul etmez. Bu durumda insan, fizik âleminin bir parçası, ahlâk da tabiat düzenine zarurî ve pasif bir itaat olur. Ayrıca yaratanla, yaratılan arasındaki farkı kaldırdığı için bütün dinleri yıkar.
Görüldüğü gibi panteizmin birçok çeşitleri bulunmakta ve değişik tanımları yapılmaktadır. Bunların, hemen hemen hepsinde değişmeyen gerçek şudur:
Sonsuz varlıkla sonlu varlıkların, yani Tanrı ile tabiatın ezelden beri tek ve aynı şey olduğunun kabul edilmesidir. Bu bakımdan panteizmin çeşitleri, esas itibariyle birbirinin aynıdır. Bunların farklılıkları şöyle belirtilebilir: Bir açının kenarları uzadıkça aradaki mesafenin açılması gibi, panteizmin muhtelif çeşitleri tekâmüle doğru gittikçe aralarındaki uzaklık artar’ .
Tanrı-âlem özdeşliğini kabul edip, savunan panteizmin, Arapça bir ifade ile vahdet-i mevcudun durumunu, kısmen de olsa, belirttikten sonra İslâm tasavvufunda yer alan Vahdet-i Vücud ilkesi hakkında bilgi vermenin yerinde olacağıdır.
Araştırmaların bugünkü durumuna göre Vahdet-i Vücud deyimi, “ilk defa Konevî’nin eserlerinde ve onun yaşadığı devirde ve kendisiyle Mısır’da görüşmüş olan İbn Seb’in’in (669/1270) eserlerinde kullanılmaya başlanmıştır” .[19] Bu gibi iddiaların yanında, İbn Arabî (560/1165 -638 /1240)’nin, Vahdet-i Vücud ifadesini Fena Risalesi’nde kullandığı görülmektedir. O, şöyle diyor:
“Hikmet ehli olduğunu iddia eden ve hep aklî nazariyeler ileri süren biri, Vahdet-i Vücud ehlinden olan hakikat ehlinden birine gelip bir mesele sordu, ben de bulunuyordum (… ) Oysaki Vahdet-i Vücud düşüncesine sahip olan kimse bildiği şeylerden ötürü son derece mutludur” .[20]
Vahdet-i Vücud ilkesine taraftar olanlar, bu düşünce tarzının Kur’an ve Hadislere dayandığını ileri sürüyorlar. Bu iddialarını delillendirmek için de birçok âyet ve hadisleri delil gösteriyorlar. Bu âyetlerden birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” .[21] “Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatır” .[22] “O, evvel, âhir, zahir ve bâtındır. O, her şeyi bilicidir”. [23] Zikrettiğimiz bu son âyet-i kerîme şöyle tefsir ediliyor:
“Zahir, varlığı her şeyden aşikâr, çünkü her şey O’nun vücuduna delildir. Hiçbir şey yoktur ki vücutta zuhur ederken daha evvel O’nun vücudunu isbat etmiş olmasın. Mamafih her zahiri O, zannetmemelidir. Çünkü o, zahir olmakla bâtındır da, havass ile his, hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi hakikati akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh ne yalnız zâhir, ne de yalnız bâtın diye hükmetmemeli, hükmü atıftan sonra yaparak zâhr-ü bâtın demelidir. Evvel ve âhir de böyledir. (…) Mamafih hepsinde hüküm rabıttan sonra olmak daha evlâdır. Çünkü “Hüve” zamiri Allah ism-i Celîline râci’dir. Allah ismi ise bütün esma ve sıfatın mertebe-i cem’idir. Hâlbuki birçokları bundan gaflet ederek Vahdet-i Vücud namına hatalara düşmektedirler. Ve “O, her şeye âlimdir”. Binaenaleyh kendini de bilir. Bâtın isminden, kendine nazaran da bâtın olduğu zannedilmemelidir” [24] .
İsmail Fennî Ertuğrul, tefsirini belirtmeye çalıştığımız bu Ayet-i Kerîme için şöyle diyor: “Âcizane görüşüme göre bu Ayet-i Kerîmede, Vahdet-i Vücud vardır, bu da Kur’an’a mahsus meziyetlerdendir” .
Vahdet-i Vücud ilkesi için, zikredeceğimiz şu görüşün en belirleyici ve kabul edilebilir olduğu inancındayız: “Tanrı ile âlemi bir ve aynı sayan monist mistisizmi, İslâmî açıdan savunmak mümkün değildir. Savunulabilecek olan ve asırlar boyunca da kabul edilegelmiş olan fikir şöyle özetlenebilir: İnsan Allah’ın da yardımı ile (ve vahyin öğrettiklerine dayanarak) kendisindeki ilâhî yanı keşfederek nazarî ve amelî kemali elde etmek için büyük bir mücadeleye koyulur. Nefsinin “âdî ve bayağı güçlerini” hâkimiyeti altına alır. Manevî imkân ve kabiliyetlerinin idraki yolunda adım adım ilerler. Sonunda öyle bir kemal noktasına gelir ki, kendisinde ilâhî sıfatların, beşerî imkânların elverdiği seviyede gerçekleştiğini hisseder. O zaman her şeyle ve her şeyin yaratan ile bağlantılı, ilişkili olduğunu fark eder. Hangi kaynaktan geldiğini ve hangi kaynağa döneceğini bilir. Nereye baksa Allah’ın yüzünü” görür. O’nun daimî “huzuru” nda düşünür ve hareket eder. Beşerî irade ile ilâhî irade arasındaki gerilim yok olur. Birinci derecede kâmil insanın gönlü, ikinci derecede ise her şey, ilâhî tecellîye mazhar olur. Artık sûfî her zaman, her şeyde O’nunla olduğunu idrak eder” .
Kâinattaki, zerreden küreye her mevcud, Allah’ın varlığının ve birliğinin, kâinatla özdeş olmadığının açık bir delilidir. İyi düşünebilen zekâlar bilinenden bilinmeyeni; görülenden görülmeyeni; hissedilebilir kuvvetlerden ana kuvveti keşfedebilir. İnsana düşen, hâşâ Allah’la kâinatı özdeşleştirerek Allah’ı inkâr etmek değil, yaratılışın sırlarını inceleyerek yaratıklardan, Aşkın ve Mutlak Yaratan’ın varlık ve birliğini görmektir.
Böylece belirtilmeye çalışılan Vahdet-i Vücud ilkesi ile panteizm arasında birçok farkların olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu farkları eleştirel bir şekilde ortaya koymanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz .
PANTEİZM İLE VAHDET-İ VÜCUD ARASINDAKİ FARKLAR
Panteizm her şeyden önce çelişmezlik ilkesini yıkıyor. Çünkü Allah’ı insanı ve dünyayı tek bir cevher kabul ediyor. Bu evrensel cevher aynı zamanda sonlu ve sonsuz, mükemmel ve gayri mükemmel, izafî ve mutlak olacaktır. Eğer bu hipotezde sonsuz varsa, yer kaplama ile düşüncenin, ruhla vücudun sadece bir karışımı olacaktır. Fakat yer kaplama ile düşünce, ruhla cisim birbirine indirgenemez ve biribirine muhalif özelliklere sahiptir.
Sonsuz ile sonlu arasındaki fark hiçbir zaman kapatılamayacaktır. Bir tarafta sonsuz var, diğer tarafta sonlular kolleksiyonu var. Bunların birleşme noktası nerede? Spinoza bunu bulamadı. Ne sonsuzdan sonluyu çıkarmayı, ne de sonluyu sonsuza bağlamayı isbat edemedi. Yaratma inkâr edilirse, Allah âlem ilişkisini açıklamak imkânsızlaşır gibi görünüyor.
“Panteizm, aşkınlık fikrini reddettiği için ateizme yardımcı olmaktadır .” Panteist, inkâr yolunun yarısını ateist için tesviye etmektedir” sözü, panteizm tenkid eden eserlerin pek çoğunda geçer.(…) Panteizm “Tanrı her şeydir” demekle varlık mertebeleri arasındaki ayırımı kaldırmakta, sözgelişi taşla insanı bir tutmaktadır.(…) Şuurlu fert kendi kendini bildiği, kendisini öteki fertlerden ayırabildiği, kendisini “başkası”ndan ayrı gördüğü takdirde fert olmaktadır. Penteizmde bu nasıl meydana gelecek? İradem, söz gelişi, benim iradem midir? Yoksa hem bana hem de “külli olana”mı aittir? Semavî dinler, “kulun iradesinin, Tanrı’nın iradesine tabî olmasını” isterler. Fakat evvela bana ait bir irade olmalı ki, onu başkasının iradesine tabi kılmayı düşünebileyim”
Panteizm, cevherin mutlak birliğini doğrulayarak ferdiyat ve şahsiyeti yıkıyor. Şahsiyet yıkılınca, şuurlu şahsa ait olan gerçek ölümsüzlük de yıkılıyor. Ölümle, “ben”i oluşturan öğeler, yeni bir birleşim için büyük bütünde dağılacaktır. Yeniden dirilme, cennet ve cehennem panteizm için sözkonusu değildir
Panteizm, ahlâkî açıdan birtakım hususiyetleri yok ediyor. Bunlardan bazıları şunlardır: Sorumluluk: Hürriyet ve şahsiyeti kaldırdığı için, zorunlu olarak sorumluluğu da kaldırıyor. “Ben” olmadığı için, “ben”in cevap vermek mecburiyetinde olduğu fiiller de yok demektir.
İyi ile kötü, faziletle günah, değerlilikle değersizlik arasındaki farkı yok ediyor. Çünkü panteizme göre her şey, ilâhîleşmiştir. Oysaki her şeyi ilâhîleştirmek, her saçmayı doğrulamaktır.
“Panteizmde aşkın ulûhiyet anlayışı olmadığı için ‘yaratma’ fikri de yoktur. Teizmin en bariz vasfı, iradesi olan bir hür yarana fikrine yer vermesidir. Panteizmde her şey Tanrı’da olup bitmektedir. Ondan ayrı bir âlem yok ki yaratma olsun.
Panteizm dinî tecrübenin anlaşılmasını da oldukça güç duruma sokmaktadır. Eğer, Tanrı bir zat değilse, ibadetin, duanın ne anlamı vardır? Dinî tecrübe, Tanrı-insan münasebetine dayanmaktadır. Tanrı-insan ayniyetine değil .(…) Panteizm ile Vahdet-i Vücud fikrini savunanlar arasındaki en önemli farklardan biri burada karşımıza çıkıyor. Panteizm dinî tecrübenin değil, nazarî düşüncenin öne sürdüğü felsefi bir teoridir; oysa diğeri, yaşanan bir tecrübedir. Biri hayatın somut veçhesinden kopmuş bir sistem, öteki ise, birçok mutasavvıfa göre, bu somutluğun, bütün derinliği içinde, yansımasıdır” .
Panteistlere göre Allah için hiçbir zatî sıfat söz konusu değilken, Vahdet-i Vücud ilkesini kabul edenlerin tamamına göre Allah’ın ilim, irade, kudret, yaratma v.s. gibi zatî sıfatları mevcuttur. Bunların “hiçbirisi Cenab-ı Allah’a, düşünce ve yer kaplama gibi sıfatları isnat etmemiştir. Çünkü bunlar, mahlûkata mahsus sıfatlardır”. Felsefi bir teori olan panteizmle, dinî bir tecrübe olan Vahdet-i Vücud arasında en az, “isim” ile “müsemma” arasındaki fark kadar ayrılık vardır.
Mesela dünya küresi üzerinde küçük bir nokta ile isim olarak gösterilen bir şehir, fiilen ziyaret edildiği zaman ismi ile o şehrin imar durumu arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu görülür. “Fikir ve nazarla zevk ve şuhud da böyledir. Vahdet-i Vücud ile panteizm arasındaki manevi fark da böyledir. Bu manevi fark iman ile ilhad arasındaki farkın aynıdır. Felsefedeki tevhidi görüp de İslâm dininden yüz çevirmek ne ise, panteizm denilen felsefî sistemi görüp de, Vahdet-i Vücuda kail olan evliyalardan yüz çevirmek odur” .
Spinoza’ya göre Tanrı’nın tezahürü zarurîdir. Onda irade ve ihtiyar yoktur. Tanrı hür olan iradesiyle ve dilediği gibi önceden takdir etmemiştir.
Mutasavvıflara göre Allah, âlemi kendi iradesi ile yaratmıştır. Kâinatın hepsi sonradan olma, muhdes ve mümkündür. İnsan cüzî iradeye sahiptir. Ceza ve mükâfat, cüzî iradeden mütevellid seçmeye dayanır.
Spinoza’ya göre din, Tanrı tasavvurundan yahut ilâhî aşktan doğan emel ve fiillerin bütünüdür. Dinin âyin ve şekle ihtiyacı yoktur. Onun din dediği şey sırf akla dayanan bir sistemdir. Dinî hükümlere itaat esarettir.
Mutasavvıflara göre din, Allah’ın vahyettiği ilâhî bir nizamdır. Orada durur, ondan ilerisi için nebilerin irşadına muhtaçtır. Hidayete, selâmete ve saadete ancak onlara tabî olmakla ulaşılır.
“Vahdet-i Vücud âyet ve hadislerle beraber, kalbî keşiflere dayanan dinî bir mezheptir. Panteizm ise sırf akla dayanan felsefî bir sistemdir”
Panteizm ile Vahdet-i Vücud arasında belirtmeye çalıştığımız farklar daha da artırılabilir. Bununla beraber Vahdet-i Vücudda, panteizmin birçok etkilerinin görüldüğü de bir gerçektir. Bütün bu etkileşimlere rağmen, bir müslüman panteist olamaz; dolayısıyla bir müslümana, müslüman olduğu sürece panteist demek, hiç te uygun düşmez gibi görünüyor. Aynı şekilde Vahdet-i Vücud deyimini, panteizm olarak ifade etmenin de İslâm kültürüne uygun düşmeyeceği görüşündeyiz. Görüldüğü gibi bu iki deyim, ihtiva ettikleri anlam itibariyle tamamen farklıdır. Bu durumda İslâm kültüründe, “panteist” ve “panteizm” terimlerini kullanırken çok dikkatli olup, cömertçe davranmamak gerekiyor. Bir Mevlânâ, bir Yunus söz konusu olduğu zaman bu durum daima göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlar gibi velîlere panteist demek, bir bakıma, İslâmî açıdan, bu zatlara, “mü’min değildir” demek kadar yanılgıyı ihtiva eder gibi görünüyor.
Bir ilimdir ol ki kamu ilm-ü irfân andadır.
Bir ilimdir ki, bu bütün ilim ve irfân ondadır.
Bahsedilen ilim hakikat ilmidir. ehlinin kavuştuğu bu bilgi sayesinde marifet hasıl olur. Bunu tahsil etmek için kesbîlik şart olmasına rağmen büyük kısmı vehbî olup kavuşanlar az olmaktadır.
İbret ile şeş cihetten görünen eşyâya bak,
İbret ile altı yönden görünen eşyâya bak,
Burada eşya “şey” manasına kullanılmış, eşyanın hakikati olan Allah Teâlâ’nın eşyada zuhur edişini anla ve fark et denilmektedir. Allah Teâlâ’nın zuhuru, perdedir zuhuruna demektir. Eşya hem zuhura sebep hem de engel olmakla perdeleri insanın gözüne çekmektedir.
Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır.
Bütün eşya bir aynadır hepsinde Rahmân’ın yüzü ondadır.
Görmenin sırrına erişmek yine Allah Teâlâ’nın yardımı sayesindedir.
“Sadece gökten gelen şeylerin hakkı ve otoritesi vardır; sadece onlar hakikatin göstergesini taşırlar: Bu yüzden hakikati kendi gözlerimizle görmeyiz, onu kendi yöntemlerimizle de yakalayamayız: Bu kutsal ve büyük ide[25], tanrı onu bu amaç, için hazırlamamış olsaydı, tanrı onu inayetiyle ve özel ve doğaüstü lütfuyla oluşturup güçlendirmeseydi, böyle sefil bir yerde asla barınamazdı.”[26]
Söyleyen ol, söylenen ol, gören ol, görünen ol,
Söyleyen ol söylenen ol görünen ol gören ol
Bu mısra kader sırrını işaret eder. Meselâ Karagöz oyunu; hayal ve gölge dedikleri perdede zahir olan oyundur ki; herhangi bir suret ve türlü türlü sözler, şekiller ve hayaller zuhura gelip, onlara bakan insanların zan ile meşgul eder. Bu cünbüşün oynatıcısı olan zâtı perdenin engel olmasından görmezler.
“… öte dünyayı bir çeşit rüya âlemi olarak anlamak mümkündür. Uyuduğumuzda duyu uyaranları İle bağlantı kesilir veya her halükarda bunların beyin merkezlerine olan etkileri engellenir. Fakat biz, yine de tecrübe etmeye devam ederiz. Artık duyu algılarının kesildiği doğrudur; fakat yeteri kadar buna benzeyen bir şey de devam etmektedir. Bizim, uyanıkken duyu uyaranlarının aralıksız bombardımanı altında geri çekilenhayal üreten güçlerimiz’ (image-producing powers) uykuda bu engellerden kurtulur. Bundan sonra birçok şeyin farkına varır, onların üzerinde düşünür ve onlara karşı istek duyarız. Farkında olduğumuz bu şeyler öyle bir harekette bulunurlar ki, uyandığımızda bu durum bize çok tuhaf gelir. Onların davranış yasaları fiziğin yasaları değildir. Bununla birlikte bunların davranışları, ne kadar acayip olursa olsun, o sırada bizim düzenimizi bozmaz ve bizim kişisel kimliğimiz de kesintiye uğramaz. Başka türlü söylemek gerekirse, eğer öte dünya olacaksa, ben bunun bir zihinsel hayaller âlemi (world of mental images) olacağı görüşündeyim….Doğrusu hayal âlemi onu yaşayanlar açısından , bu dünya kadar gerçek olacaktır; hatta buna o kadar benzeyecektir ki, insanlar orada, ölmüş olduklarının farkına varmakta son derece güçlük çekecekler.” [27]
Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânân andadır.
Her ne var güzel ve kötü, bil ki cânân andadır.
“Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O’nundur.” [28]
İyilik kötülük bize göredir. Allah Teâlâ katında kötülük ve iyilik yoktur.
Mazhar-ı tammı veli Âdem yüzüdür şüphesiz,
Şüphesiz veli Âdem yüzü tam zuhurat yeridir.
Âdem yüzü demek, insanın kâinata hükmetme yetisine işarettir. Ancak insanın Allah Teâlâ’nın halifesi olması ve dünyada her şeyin ona itaat etmesi evliya kullarına verilmiştir. Sıradan insanlar için bu durumdan bahsetmek mümkün değildir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık.
Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler.
ONLAR HAYVANLAR GİBİDİRLER. HATTA HAYVANLARDAN DA SAPIKTIRLAR.
Onlar gaflet içindedirler.” [29]
Künh-ü zâtı hem sıfâtı cümle yeksân andadır.
Her şeyin aslı, zâtı ve sıfâtı hep onunladır.
“Allah Teâlâ birdir, ortağı yoktur cisim değildir, zira cisim parçaların birleşmesiyle meydana gelir. Cevher değildir, çünkü cevher uzayda yer kaplayandır. Hâlbuki Allah Teâlâ yer kaplamaktan (bir yerde bulunmaktan) münezzehtir, aksine her yerin ve yer kaplayanın yaratıcısıdır. Araz değildir, zira araz iki zamanda bulunmaz (bir zaman diliminden fazla varlığını sürdüremez). Allah Teâlâ bâkiliği (sürekliliği) zorunlu olandır. Ne birleşir, ne ayrılır, ne de parçası vardır “[30]
Haşr u neşr ile Sırât u dûzah u mâlik azab,
Haşr, neşr ile Sırât ve cehennem ve azab bekçisi mâlik (ondadır)
Bu mısralarda vahdetin neşesini görmekteyiz. Her şey O’ndan ve O’ndadır. Bu sebeple ceza ve mükafât için yorum yapanlar yanılmaktadır.
Hem dahi Rıdvân u cennet hûr u gılmân andadır.
Rıdvân, cennet, hûri ve gılmân ondadır.
Görünen sanma Niyâzî’ nin heman sen mülkünü,
Şu an sen Niyâzî’ nin görünen varlığını sanma
Niyâzî-i Mısrî, kendine varlık veren aldanmıştır. Varlık denen şeyin vehimden ibaret olduğunu bilirsen ne kazandığına ne de kaybettiğine üzülürsün denilmektedir.
Gönlü bir virânedir genc-i pinhân andadır.
Virâne görünen gönlünde gizli definesi vardır.
[1] (ERGÜL, 2002), s.155
[2] İsra, 44
[3] (KILIÇ, 1995), s.126
[4] Araf, 143
[5] Ebu’l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 86.
[6] En’am, 73
[7] Nur, 35
[8] Yasin, 83
[9] Kasas, 88
[10] Nisa, 126
[11] Zümer, 67
[12] Nisa, 126
[13] (KILIÇ, 1995), s.136
[14] Buhârî. Rekaik, 38; lbn. Mâce. Fiten. 16.38
[15] Kasas, 88
[16] (ATEŞ, 1971) Kırk yedinci sofra
[17] KORLAELÇİ, Murtaza, Felsefe Dünyası, s. 44-50
[18] Kelimenin kökü, ilişkisi, geldiği yerle vb. ilgilenen bilim
[19] Ahmet Avni Konuk, Fusus’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Haz. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr.Selçuk Eraydın, cilt I, İstanbul 1987, s. XLIX.
[20] Ahmet Avni Konuk, Fusus’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Haz. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın, cilt I, İstanbul 1987, s. XLIX.
[21] Kaf, 16.
[22] Nisa, 126.
[23] Hadid, 3.
[24] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, cilt 7,1st. Tarihsiz, s. 4731.
[25] ide(a): idea fikir
[26] (Max HORKHEİMER, 2005), s. 410
[27] (KOÇ, 1990); s.82; H.H.Price Personal Survival and the Idea of Anothers. 367.
[28] Taha, 6
[29] Araf, 179
[30] Ebu’n-Necib Suhreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn, Kahire, ts. (Dâru’l-Vatani’l-Arabî), s. 15; (VASSAF, et al., 2006), s. 49“
İsmail Hakkı Altuntaş