Yeter ya yeter be!!!

Başta Sözcü denilen gazete olmak üzere, diğerleri de…
Ya siz dünyayı Tayyipistandan…
Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyetinden mi ibaret sanıyorsunuz?

Bu nasıl bir habercilik anlayışıdır…
Bu nasıl bir rezalettir, bu ne ya, bu ne?

Evet, bende sinir oluyorum bazen Almanlara…
Vicdan yaptıklarında, milliyetçilik haysiyetime ters söz ettiklerinde…
AMA…
Ben perde arkasını da biliyor, perde arkasına da bakıyorum…
Ya sizler kaleme sarılmadan…

>>> adam akıllı ve etraflıca bir araştırma yapıyor musunuz? <<<

Yapmadığınız besbelli, yoksa böyle aptal aptal sözler etmezdiniz!

Doğru hatırlıyorsam…
Almanya 2013 yılına kadar İnsansız Hava Aracına (IHA) sahip değildi…
Ne silahlı ne silahsız!!!

DIKKAT, buraya dikkat…
Başkalarına rica minnet ediyorlardı bu gibi araçlara ihtiyaç duyulduğunda…
Ricacı oluyorlardı, muhtaçtılar başkalarına, muhtaç…
Ulan bağımsızlık diye…
Tam bağımsızlık diye bir tarafımı yırtıyorken…
G.tün ipotekte derken…
Siz(ler)…
Neyi, nerenizden anlıyordunuz?
Yeter ya yeter be!!!

Elbette herifler ağızlarına geldiği gibi…
Menfaatleri neyi emrediyorsa ona göre konuşacaklar, elbette!

ÖSO tıpkı Kuvayi Milliye gibiymiş iyi mi
31 Ocak 2018

Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizde durduk bu dünyanın üzerinde
İstanbul 918 teşrinlerinde
İzmir 919 mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar
mayıs ortalarından haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar
Adana, Antep, Urfa, Maraş düşmüş, dövüşüyordu…
Ateşi ve ihaneti gördük
ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman’a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler
*
Ateşi ve ihaneti gördük
dayandık
dayandık her yanda
dayandık İzmir’de, Aydın’da
Adana’da dayandık
dayandık Urfa’da Maraş’ta Antep’te
*
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lambalarında
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu
*
Bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat
“Hey deli gönlüm” dedi
Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm
“ya istiklal ya ölüm” dedi
*
Ayın altında kağnılar gidiyordu
kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru…
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti…
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle
ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız
*
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar “üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.
*
Solda, ilerdeydi Ali onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız, ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor, yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.”
*
Ve Tayyip Erdoğan, “ÖSO tıpkı Kuvayi Milliye gibidir” dedi iyi mi…
*
Bıraksalar, ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kürsüden Akp grubuna atlayacaktı!

http://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yilmaz-ozdil/oso-tipki-kuvayi-milliye-gibiymis-iyi-mi-2196323/



Türkiye Gençlik Birliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği

Ben yokken evlat ADD’ye üye olmuş, bugün söyledi babaannesi…
Benim edindiğim izlemimin aynısını o da edinmiş, babaannesine söylemiş…
ADD’ye gidip – gelmeme sebebim, üyeyim, ufacık maddi bir destek…
O KADAR!

Tevazu efendim…
Yani alçakgönüllülük insana çok yakışır, böbürlenmemek gerekir…
Hele, hele entel – dantel geçinmeye başladın mi bende ne kadar sigorta varsa atar!

Babasının oğlu…
Aynı duygular ile ayrılmış oradan…
Bir insanın entelektüel olması başka bir şey, entel – dantel geçinmesi…
İnsanları aşağılayarak, hor görmesi başka bir şey…
Yapmam, kızarım, küfür ederim, söverim ama sürekli öğretmeye de çalışırım…
Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp olan. Kızdığım, küfür ettiğim olgu…
İnsanların “bildiğinden” şaşmaması!

TGB…
Çok önemli, çok ama çok…
Atatürk’ün evlatları, henüz hayat çoğunu aşılamamış, köreltmemiş…
Allah sizi korusun çocuklar, Allah bozulmanıza mâni olsun…
Hor görmeyin, küçük düşürmeyin yaşıtlarınızı…
Bir kardeş gibi, bir ağabey bir abla gibi doğruyu öğretmeye çalışın…
Gönül kazanın gönül…
İnsanların itimadını, güvenini…
Doğru olandan sakın ola ki şaşmayın!

TGB

ADD

Yapmacık…
Göstermelik olan, kökü olmadan, temeli…
Sonradan görme gibi…
Sırıtacaktır çocuklar, sırıtıyor, anında deşifre oluyorsunuz…
Mahcup olursunuz, küçük düşersiniz…
Koyma pınar, pınar olmazmış dibinden kaynamadıktan sonra!

Personal Defence Weapon

Birkaç kez konu etmişimdir silahları…
Silah sistemlerini, silah başka, silah sistemleri bambaşka bir şey…
Evlatlar ölüyor oralarda!

Güvenlik kuvvetlerimiz, polislerimiz…
Evet, dünde öyleydi, bugünde böyle, gelecekte de bir şeylerin değişeceğini sanmam.

Salt devletler silahlanmıyor, toplumlarda silahlanmakta, bireyler…
VE ki Personal Defence Weapon denilen her geçen gün farklı bir önem kazanmakta…
Hani var ya bir Elon Mask, elektrikli araba…
Sanayici, en son ürünü alev makinesi (Flammenwerfer) kişisel kullanım için(!!!)

Trabzon silah fabrikasına bir mektup yazıyorum. Hani kısmetse ruhsatlı alacağım…
Zigana F63 tam otomatik tabanca…
Kimi önerilerde bulunmak istiyorum, teknik öneriler, makineyi daha güvenli, daha kullanışlı kılacak şeyler. Özellikle nişangâhını. Bakalım…
Bilmiyorum, belki dikkate alırlar. Bir iki teknik çizim yapmam gerekiyor…
Kabul ederlerse, beğenirlerse!???

Sildim mi, geri dönüşümü >>> mümkün olmayacak şekilde <<< silerim

Bu…
Hem bilişim için geçerlidir hem hayatıma giren insanlar açısından…
Bu yüzden bilmeliyim, anlamalıyım, EMIN OLMALIYIM, emin…
Milyonlar, “paha biçilmez” nitelikte bilgiler, değerler bana emaneti.

Nasıl üzüldüm anlatamam, mahcubum, mahcup…
Dalgınlıkla…
Dün kadını beklerken Türkiye’de çektim tüm fotoğrafları…
Teyzeminkiler dahil, İstanbullu nasıl rezil ettiklerinin kanıtları, Anadolu tarafında kalan “son” yeşillerin nasıl imha edildiğini belgeleyen fotoğraflar…
Geri dönüşümü olmayacak şekilde sildim…
Kaldıramıyorum bu yoğunluğu, bu kadar üst üste gelen derdi…
Kafam hallaç pamuğu gibi, darmadağınım, tek kelime ile berbat…
Yorgun!!!

Bir kadının hikayesi

Bu anlatacaklarım gerçek bir hayattan alıntılardır. Bir kadının hikâyesi, yeri geldikçe kendimi de katacağım bu hikâyeye çünkü hem kendi hayatımın bir parçası oldu hem son demlerini yaşayan bu insan açısından, bu safhada kendim önemli bir rol oynuyorum.

Bana sorsanız…
Fransız mi İngiliz mi diye…
Her zaman için Fransız derim hem mutfağı açısından hem kadın denen varlık yüzünden…
İnsanlıkları, kültürleri, görgüleri, eğitimleri, yazarları, sanatçıları bir farklıdır Fransızların. Unutulmamalıdır ki bademlerin göstermelik bile olsa sahip çıktıkları Osmanlı, Fransızları, Fransızlar…
Osmanlıları etkilemiştir. Bugün bile kullandığımız Türkçemiz içeresinde birçok Fransızca kelime mevcuttur.

Bu yazı, anlatacaklarım…
Uzun mu olacak kısamı hiçbir fikrim yok…
Taslak olarak yazmak – anlatmak istediklerim aklımda AMA hayat şartlarım, sağlığım buna izin verir mi bilmem. Aslında…
Bu ömür, babaannem misali başından sonuna anlatılacak bir hayat hikayesi, roman olacak cinsten.
Belki inanmayacaksınız bana…
Herkes diyor, herkes…
Yazsam roman olur diye, benim hayatıma roman yetmez, birkaç ciltte…
Ansiklopedi şeklinde kaleme alınması gerekir. Pişmiş tavuğun başına gelenlerin öznesiyim, bu terimi kullanmam hem dil bilgisi açısından hem felsefi bakış acısından olmak üzere ikisi içinde geçerlidir!

Birinci dünya savaşı esnasında doğmuş bir kadının hikayesidir…
Baba sevgisini tatmış ancak özbeöz anne tarafından dışlanmış, hor görülmüş, istenmemiş, def edilmiş bir insanın. Ölümsüz bir aşk yaşamış bir genç kadının, bir İngiliz ve bir Alman kadın arasında geçen hazin bir münasebet ve acı bir sonun hikayesidir. Kazak…
Evet, kazak bir çeyreğin hikayesi, yok, kendimi kast etmiyorum. Anlatacağım insanın eşi. Bir hâkim.
İngiliz’den ayrıldıktan sonra, “zorunlu” bir evliliğin hikayesi. Nazi Almanya’sında bir hayatta kalma mücadelesinin öyküsü.

Devam edecek…