Bilmem bilir misiniz?
Bin dokuz yüz altmışların ortalarında dünya çapında, yaklaşık 13 milyon genç üniversitelerde ter döküyordu. Bu rakam 2015 yılında 200 milyon oldu, iki bin otuzlara gelindiğinde bu rakamın 400 milyon olması bekleniyor.
Devam etmeden önce gelin ülkemizdeki duruma bir göz atalım…
1983-1984 öğrenim yılı için toplamda 335165, 2015-2016 yılı için YÖK istatistikleri 6689185 rakamını vermektedir. Özelikle filtrelemedim, ne kadın – erkek ayrımı ne başka bir şey.
Kaynak:
https://istatistik.yok.gov.tr/
Nerden esti diye sorabilirsiniz şimdi…
Eserler, arada ziyaret eder beni iyi saate olsunlar. Benim adim Önder ne sağım bellidir ne solum.
Gerçek şu ki ve hatırlı okuyucularım bilir beni, eğitime çok ama çok önem veririm. Aile içi eğitim olsun, dışarıdan edindiğimiz bilgiler olsun. Temel eğitim, görgü dediğimiz aile içi edinilir. Anne elzemdir, anne babadan çok daha önemlidir çocukların eğitiminde. Anne ne kadar bilgili olursa çocuklarını bir o kadar iyi eğitir.
Piyasa ekonomisi…
Vahşi kapitalizm ama özellikle kahpe liberalizm, neo – liberal dedikleri…
Haliyle arz – talep meselesi…
Bu yoğunlukta talep olunca öğrenci yerleştirmek, yetiştirmek sorun oluyor. Tabii kaliteli eğitimden bahis ediyorum, nicelik değil nitelik!
Amerika Birleşik Devletleri…
Hayran ve ağzı açık ayran budalaları…
Dünyanın en namlı Üniversiteleri ABD ve İngiltere’de, kaliteli eğitim…
Küreselleşme, hani globalizm dedikleri her türlü sömürü!
Paran varsa okursun kardeşim, hani nerede fırsat eşitliği?
Genelde kapitalizm, özelde ama vahşi kapitalizmin özelliği, ihtiyaç olmayan yerde ihtiyaç yaratmak, yoksa paran sorun değil be kardeşim, kredi kartları, bankalar ne güne duruyor?
Buraya dikkat…
Recepten, Tayyip’e yalan ve dolan, hırsızlık, arsızlık, yüzsüzlük, namussuzluk ve rezillik…
Tayyip’ten Erdoğan’a amansız ve insafsız piyasa ekonomisi…
Ister özel ihtiyaç kredisi ister evlenme, isterse eğitim olsun…
Her “ihtiyaca” göre bir kredi, al, al kardeşim durma, sen al…
Ufak ufak, taksit, taksit ödersin bana…
Haliyle eskiden kalma…
Çağımızda kölelik resmen yoksa bile, uyuşturucu müptelası misali bağımlılık yaratmak asıl maksat!
Dünyanın her yerinde koyun vardır, uysal koyun, kara koyun…
Hiç fark etmez, Mor Karaman, Akkaraman, Dağlıç, Sakız, Kıvırcık, Karayaka, İvesi, Merinos, Malya, Gökçeada, Ödemiş, Ege veya Hemşin koyunu olsun, koyun neticede koyun. Çoban lazım, birkaç it – köpek ki sürü bir arada kalsın, korusun. İhtiyaç hasıl olduğunda ister kes, yap kuzu çevirme, ister sat – sav bak keyfine. Tabii mecazi anlamda kullandım koyun deyimini, yani eğitimsiz insanlar. Birde…
Entel – danteller var ki onları bir kenara bırak…
Gerçekten entelektüel insanlarda var bu dünyada, bilgili, bilinçli ve kökten görgülü…
Çekirdekten yetiştirilmiş insanlar!!!
işte bu insanları kontrol altına almak oldukça zor!
Çünkü düşünüyorlar, çünkü biliyorlar…
Bilgililer, bilgili ve bilinçli!
Mesele…
Yok dinci ve kinci nesiller yetiştirmekte değil, mesele endüstrinin, piyasa ekonomisinin ihtiyaç duyduğu kaliteli, nitelikli ama aynı zamanda uysal, başkaldırmayan insan yetiştirmekte…
Vur kafasına al lokmasını ağzından, buna benzer. Aklıma gelir, gelir Süleyman Demirel’in o meşhur sözü gelir…
“Demokrasilerde çareler tükenmez!”
Demokrasilerde çarelerin tükenmeyeceği gibi kapitalizmde, hele vahşisinde, hele hele piyasa ekonomisinde çareler tükenir mi hiç? Bu ekonomik yönetim şeklinde yaratıcılık esastır, esas.
Yaratırlar, ne yapar yapar bir çare bulurlar…
Hayatın zaten, geleceğinde artık kredi ile(!) New economie adı altında, doksanların sonunda milyarların Avrupa ekonomisine akıtıldığı yıllardır. Siyasetçiler, bilim adamları, konunun uzamları kafa kafaya verip düşünürler; nasıl yaparız da…
Avrupa’yı kendi içinde daha istikrarlı, “kapalı”, Avrupalılar omuz omuza ve geri kalan dünyaya karşı daha farklı bir şevk ve özellikle hırsla “karşı dururlar”?
Entelektüel, ekonomik ve bilimsel çalışmalar, hazırlıklar nasıl olmalı, ne yapmalı, teknolojik gelişmeler ile tüm bunlara nasıl bir yönlendirebiliriz? Amerika Birleşik Devletleri’nin bu konudaki başarısının ardında ne gibi sırlar yatmaktadır? Bu ve bu gibi sorulara kafa yormuşlardır o yıllarda…
VE hepsinin ortak kanaati…
Tüm soruların cevabı eğitim ve bilimsel araştırmalarda aranmalıdır! Anlayacağınız…
O kerevizin tavsiye ettiği, kinci ve dinci gençlik ile ancak kenefe kadar gidip – gelirsiniz…
Öyle ya kılavuzu karga olanın burnu b.ktan çıkmayacağı gibi bozuk pusula ile yola da çıkılmaz!
Stratejiktir Avrupalıların düşünüş şekli, kütle, kitle, derinlik…
Azami derinlik, dedik ya stratejik çünkü önümüzdeki onlarca yılı, nesilleri etkileyecek. Doksanlı yıllarda ABD üniversiteleri dünya çapında başı çekiyordu. Birinci sınıf bilimsel araştırmacılık olsun, bilimsel yayıncılık, scientific publications denilende hep en önlerdeydiler…
Bundan sonrasına dikkat buyurunuz lütfen…
Amerika Birleşik Devletlerinin yılmaz ekonomik önderliğine, gücüne karşılık Avrupa devletleri hamle yapmak ihtiyacı ve gerekliliğini duydular. 1998 senesinde Paris’te, bir takım stratejik buluşmalarının ilki Sorbonne üniversitesinde gerçekleşir. Fransa, İtalya, Almanya ve İngiltere “milli eğitim bakanları” bir araya gelir. Bir sene sonra 29 Avrupa ülkesi bakanı İtalya’nın, Bologna kentinde bir araya gelerek ortak bir üniversite eğitim çizelgesine imza atarlar. Mart, iki binde AB ülke başbakanları Portekiz’in, Lizbon kentinde eğitim ve bilimsel araştırmaları Avrupa ekonomisinin > kalbi < ilan ederler.
Avrupa Birliğinin uluslararası rekabette bu iki ana temel üzerine oturtulması kararlaştırılır.
Burada bir parantez açmak işitiyorum…
Bakın…
Bana kızabilirsiniz, muhtemelen gösterdiğim “medeni cesaretin” bedelini ağır ödeyebilirim…
Söyleniyorsam, en ağza alınmayacak şekilde küfür ediyorsam…
Kızgınlığımın, öfkemin had ve sınır tanımamasındandır. Ve evet, bu öfkenin bedelini ödemeye hazırım. Ülkemiz İsmet İnönü’den sonra eşine az rastlanır bir “iktidar – iktidarsızlığı” ile “yönetilmiş, yönetilmektedir”. Seçim ile baş tacı ettikleriniz…
Kendi menfaat ve cepleri için çalışmayıp, ülke ve millet menfaatine çalışmış olsalardı…
Bu ülke şimdilerde ne Katar’a ne Suudilere ne Avrupa’ya nede ABD’ye muhtaç duruma gelmez, kendi sınırlarına ve sınır ötesine sahip çıkabilir vaziyete olabilirdi. Ben bunları bilip, ben bunların farkında olup nasıl bu ağza alınmayacak küfürleri etmem? Âlem…
El alem liselerine, üniversitelerine, eğitime nasıl değer veriyor, gereken tüm önlemleri alıyorlarsa biz bir o kadar mevcut olanı bile bu zibidiler sayesinde yıkıyoruz. Biz imamlarla, biz hacı – hocalarla uğraşa duralım insanlık neler ile uğraşıyor?
Kapa parantez.
Avrupa Birliğinin bu kararını net…
Anlaşılır bir dile ile anlatacak olursak ki evladım, kendi oğlum bu kararların bir > kurbanıdır Nitekim yanlıştan dönülüyor, memnuniyetle karşılamama rağmen benim evladıma ve yaşıtlarına oldu olan. Eğitim…
Oyuncak mı ki kafana göre dizayn (tasarlamak) et. Anlayacağınız, üniversite eğitiminizin ağırlığına göre okuyacağınız yıllar kısaltılıyor, kuram yerine, öğür düşünce yerine kısaltılmış, ekonominin, endüstrinin ihtiyaçlara göre kurgulanmış bir eğitim, sözde daha pratik bilgiler ile donatılmış ki fiiliyat bunun böyle olmadığını gösterdi, dolayısıyla buna eğitim, hele üniversite eğitimi denilemez herhalde(!?)
Neyse…
Geçelim ve yine konumuza dönelim çünkü düşündükçe deliriyorum, delirdikçe isyan ediyorum…
İnsanız…
Doğru bildiğin, yanlış, yanlış bildiğin doğru çıkabilir. Ve yine ister insan psikolojisi olsun ister toplumsal hafıza veya toplumsal kabuller doğru veya yanlış olabilir. Zaman…
Birçok konuda olduğu gibi derman, “ilaç”, doğru veya yanlışın tasdiki olabilir. İnsanda yüzeyselliği, insanda baitligi kabul etmediğim, tasvip etmediğim gibi toplumu oluşturan ve insandan kaynaklanan “hatalarda” kabullenmek bana çok zor geliyor. İnsanız, tabii ki yanlışımız, tabii ki hatalarımız olacaktır, hatalardan – yanlıştan ders çıkarmak bir erdemdir, erdem. Gelin sizlerle iki kıta ve iki ülkeye biraz daha yakında bakalım. Bu kuş bakışının ara başlığı hata kültürü, yanlışlardan ders çıkarma kültürü olsun.
Amerika…
Hayallerin, imkânsızın başarılabileceği bir ülke olarak bilinir. Başarının yüz seksen derceyse tersi; başarısızlık! Amerikalılar bunu olağan, doğal olarak kabullenmekte. İş arıyorsunuz, bir yerlere müracaat edeceksiniz, CV’nizde mesela dükkân açtım, başarısız oldum diye yazdığınızda…
Amerika’da olağan, doğal bir durum olarak karşılanırken genelde Avrupa’da, özelde ama ne Almanya’da ne Türkiye’de başarısızlık hayatın doğal bir ögesi olarak karşılanmamaktadır. Halbuki her başarısızlık, yanlış veya hata diyelim başarıya götüren bir adım taşıdır. Yanlış yapmak, hata, kusur işlemek biz insanların özünde yatmamakta mıdır?
Bizler bunu neden kabullenemiyoruz? Almanya’da, hastanelerde yılda 19000 insanın doktor hataları, yanlış tedavi sonucunda öldüğünü biliyor muydunuz?
VE BU ÖLÜMLERIN temelinde, kaynağında…
Çoğu zaman ekonomik gerekçelerin yattığını düşünebiliyor, hayal edebiliyor musunuz?
Evet, doktorlar artık ister hastanelerde olsun ister özel muayenehanelerinde kâr amaçlı çalışmak “zorunda”!!! Tabii ki kazanacaksın, tabii ki eğitimine, emeğine uygun bir maddi “mükâfatın” olacak…
Ama bu kâr amaçlı çalışma şekli günümüzde ayyuka çıkmıştır, zirve yapmış, odak noktası itibarıyla doruğa erişmiştir! Bu sahnelere Türkiye alışık olsa gerek, Almanya bu sahnelerle nispeten kısa bir süre önce tanışmaya başladı (Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra özellikle). Ben kimsenin ahlak polisi, vicdanı değilim AMA bu konuya dikkat çekmek bir Atatürk milliyetçisi olarak görevim. Hatayı kabullenmek, hatalardan öğrenmek…
Geldik konunun bamteline, zurnanın zırt yaptığı yere (…)
Yönetimin güç kaybından kokması, koltuk davası! Ki burada yönetim ile kastım sadece ülke yönetimi değil mesela, aile büyüğü de olabilir örneğin. Hangimiz hata yaptığımızı öyle kolay kolay kabullenebiliyoruz ki? Evet, KORKU…
Tabiatın canlıyı “hayatta” tutma formül ve dürtüsü. Her tezin bir antitezi, her kutbun bir karşı kutbu olur. Hata kültürünün zıttı, iddia kültürüdür “kendi doğrunun gerçekten doğru olduğunu iddia etme kültürü” Bu olgu yani iddia etme kültürü supoptimal yani yetersiz, standart altı bir anlayış ve “sorun çözme” yöntemidir. Bireyin reşitliği, doğrusunun ve yanlışının ardında durabilme kapasitesi!
Benim ailem mesela, yani velilerim, yetiştiğim ortam. Küçüklüğümden beri gördüğümdür…
Yapıcı eleştiri, yine karşındakinin yapıcı şekilde sorgulanması…
Mesleğimin de getirisi, hatayı önce kendinde ara, kendini sorgula…
Özeleştiri…
Yıkma, yap. Taş üzerine taş koy. Bu felsefe, bu hayat anlayışıyla büyüdüm. Yaptığın hatanın ardında dur! Her babayiğidin harcı değildir, bunu eminim sizlerde biliyorsunuz. Hatayı kabullenip özür dilemek
Mesela (!) Dedim ya insanız, her şeyi olağanmış gibi, gayet normalmiş gibi kabullenmemek gerek. Kimi şeyleri insanlara öğreteceksin, öğretmek zorunda kalabilirsin. Böylelikle döndük yine konumuza.
Üniversitelere, eğitime.
Burada yine bir parantez açıp konumuzun biraz dışında başka çok önemli bir meseleye değinmek istiyorum. Çok kısa, sadece bilginiz olsun diye. Aslında yine eğitimle ilgili, eğitim ve mantık, mantık ve alınan veya bir kez alinmiş olan kararlarda emsal temsil etme meselesine değinmek istiyorum, konumuz hukuk. Günümüz Türkiye’sinde…
Biliyoruz ki hukuk denilen kavram AKP yardımı ile önce Gülen ve örgütünün (FETÖ demeyi RET EDIYORUM, F. Güllen ve arkası terör örgütüyse ve Gülen çete başıysa, AKP’de terör örgütüdür ve Recep Tayyip Erdoğan ise bu örgütün çete başıdır. Hak, hakkaniyet FETÖ denildiğinde AKTÖ denilmesini de gerektirir) ardından AKP eline geçmiştir. Bağımsız bir yargıdan, kendi hür, vicdanı hür hakimlerden yıllardan beri bahis etmek mümkün değildir! Ve yine ebedi muhalif, müzminleşmiş uyuşuk Y-CHP, AKP ne yaparsa yapsın Anayasa mahkemesine baş vurmaktadır. Sizlere bir şeyler sormak istiyorum; hiç üzerinde düşündünüz, hiç merak ettiniz, hiç üzerinde kafa yordunuz mu?
İster Anayasa Mahkemesi olsun ister bildiğin herhangi bir mahkeme…
Bir davayı > kabul < veya > ret < etmesi ne anlama geliyor? Kabulü veya ret etmesi durumunda, hukuken hâkim… Davacı, davasında “haklı veya haksız” olabilir, konunun takibinde fayda var veya yoktur soncu çıkarmaktadır. Önyargı… Adalet ki önyargısız olanıdır. Bırakın Türkiye’yi, bırakın bir tarafa, hakimler üniversitelerde > önyargı ve sonuçları < konusunda nedenli eğitilmektedir? Bilmem anlatabildim mi ne demek istediğimi?
Suç, suçlu, suçsuz, masum olan ve masum olmasına rağmen suçu sabit görülen (…)
Yine bir örnek vermek istiyorum, Almanya’da yılda 800000 ceza mahkemeleri görülüyor, yani ağır veya adi bir suç işlenmiş ve hükmü verilmiştir. Bunlardan sadece 900’ü temyize gidebilmektedir.
Oğlumdan biliyorum, uzun uzun bu konuları konuşuruz arada. Bana anlatır eğitimin ne denli yetersiz kaldığını ki düşünün burası Almanya, dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Türkiye’yi, hele AKP – Tayyip “yönetimi” altında hiç düşünmek bile istemiyorum. Bilirkişi, bilirkişide buna benzer bir konudur, “bilirkişi” bilgisi ve eğitimi(!) Buradan kimseyi yetersizlik ile itam altında bırakmak veya kişisel, mesleki onuruna “dokunacak” sözler etmek niyetinde değilim. Sadece eğitimin önemine, eğitimin sürekliliğine ve kalitesine dikkat çekmek istiyorum.
In dubio pro reo…
Şüpheden sanık yararlanır ilkesi bir zamanlar Türk hukuk sisteminde yer alırken, artık bu ilkenin varlığından söz etmek bile abeste iştigal olur sanırım. Türkiye’de durum böyleyken dünya farklı mi? Hayır, değil. Şüpheli durum, davanın reddi veya kabulü, temyize gitmek, GIDEBILMEK, yargıç, hakkim ve sanığın avukatı…
İnsan ve vicdan muhasebesi ve yine mesela hâkimin hür iradesiyle hareket etmesi…
Deliller, delilerin sınıflandırıldığı biliyor muydunuz?
Aşikâr olan birinci sınıf ve farz edilen ikinci, vesaire…
Tahmin üzerine bir hükme varmak, varsayım…
Allah var yukarıda, kendim mahkemelik oldum mesela, suçsuzum demiyorum…
Oldu bir şeyler, ancak bende sadece bir insanım, önümüzdeki ay mahkemem var. Kendi avukatım bile ki yeminle, Allah inandırsın sebepsiz sarf etmedim istinat edilen sözleri…
Dedim ya inkâr etmiyorum ama beni bu sözleri söylemeye mecbur eden > “gerçekler” < ve karşımdakilerin algısal varsayımları(!) Kendi avukatımı bile inandıramadıktan sonra (…) AMA ALLAH var yukarıda, Allah, O gerçekleri biliyor ve ben ona güveniyorum, güvenip Ona sığınıyorum. Eğitim, ki hayatta bir okul. Hayatın kendisi en acımasız, en amansız eğitmen… Tecrübe… Kurgunun özümsenmesi tecrübe ve hür vicdan, mantık ile birleştiğinde adalet yerini bulur inancındayım. Kimi durumlarda sanığın veya şüphelinin diyelim hakim önünde çıkması istenir, hakkim şahsen mahkemeye gelmemi > emir < etti. Nedeni? Sanırım tipime bakacak, inandırıcı olup olmadığıma, elimde birinci “sınıf deliler” var ama vaziyetin geneli, kişiliğim bu “delileri” mahkemeye sunmamı engelliyor. Avukatıma vereceğim…
Çünkü onun bana inanması benim için önemli, kendisini şahsen tanıyorum. Peki, tüm bunları sizlere neden anlattım? Çünkü eğitim her ne kadar önemli olsa bile, hep derim insanız…
Sen, ben, O da insan, karşımızdaki de…
Modeller, rol modelleri, kuramlar, düşünceler, hayaller…
Hepsi kurgusal, hepsi “fantezi!”
Ya gerçekler, acı gerçekler, hayatın gerçekleri, ekonomi, reel ekonomi, ekonomik gerçekleri gibi?
Demokrasi, temsili demokrasi ki günümüzün gözdesi…
İlerisi de var tabii…
Küreselleşme, neo – liberalizm adi altında köleleştirme, özgürlüğünü yaşadığını sanırken, o algı yaratılırken ekonomik prangayla küreğe mahkûm edilme. İnsanın…
Duyularının, düşüncelerinin, hayallerinin maddiyata bağlanarak insanın, insanlığından çıkarılması(!)
Kar reali ve maksimizasyonu…
Neo – liberalizm, devletin…
İster ekonomik ister yaşam tarzı açısından insan üzerindeki denetimini azaltılması, bunların yok edilmesi(!) Peki, kuralların, denetimin işlemediği toplumlarda ki bırak devletleri oluşturan toplumsal birliktelikleri bir tarafa, toplumun en küçük ögesi insan, aile birliktelikleri…
Buralarda bile denetim, buralarda bile kurallar, kanunlar olmazsa ne olur?
Üniversite…
Mesleğe mi hazırlıyor genç dimağları yoksa geleceğin yönetici kadrolarını hayata mı?
Kültür…
Genel kültür, mümkün olan en geniş anlamda bilgi vermekle mükellef olan bir kurum değil midir üniversite? Yoksa ben mi yanlış biliyorum?!
Evet denetim, evet kanunlar ve kurallar…
GEREKLI…
2007 yılında başlayan ve dünya çapında etkisi olan, ülkemizi kesinlikle TEYET geçmeyen bankalar krizini hatırlatırım. Denetim esas, denetim, kontrol gerekli!
Bak Amerika’ya, Trump, başkan, başkan arkadaş ama tek adam değil…
Herifi görevden alma gündemde, denetim, kontrol mekanizmaları…
Demokrasi işliyor, neydi demokrasinin temelleri?
Yasama, yürütme ve BAGIMSIZ YARGI…
İlerisinde hepsi tek mercide…
Ya Kasımpaşa başkanlık usulü, yok kesinlikle değil Türk usulü olsa en azından yine bir yerde denetim olurdu, bu doğrudan Kasımpaşa Başkanlığı, aldın başına belayı…
Benim başıma aldığım gibi!
Tüm bunların gençlerle, eğitimle ne alakası var diye sorabilirsiniz, bir iyi düşünün…
Kültür…
Eğitim, bilgi birikimi, birikim, tecrübe kardeşim tecrübe birikimdir. Ne eğitim ne birikim bir andan diğerine olmaz, elde edilmez, edilemez. Hani damlaya damlaya göl olur özdeyişimiz vardır ya, öyle işte. Evrensel bir söyleyiş şeklidir, iki kelime ama dünyaları anlatır;
Main stream…
İnsan, sosyal bir varlık. Kişisel psikoloji ve sürü psikolojisi(!)
Modeller matematiksel varsayımlardır, tasdiki bir “kapasite” tarafından yapıldığında, doğruluğu kanıtlanmamış olsa bile “doğru” kabul edilir. Ana akım, yani main stream olgusu ekonomide olduğu gibi sosyal hayatta da belirleyicidir. Maalesef bu olgu kabul görüyor. Aslında ölçülemez, ölçü kabul etmez insancıl davranışlar bütünü, matematiksel kalıplara sığdırılarak toplum mühendisliğine, toplum tasarımcılığına dönüşür. Daha anlaşılır bir dil ile…
Tabiat kanunları, Fen dediğimiz kalıtsal gerçeklere dayanırken, rol modelleri sadece birer varsayımdır!
O halde…
Bana göre, genelde, üniversite eğitiminde yanlış nerede?
Güncel, ilkesel yaklaşımda. İdeolojide. Bilimsel yaklaşımın özüne dönülmeli bence. İnsan…
Ve özeleştiri, insan ve hata kültürü, yanlış, insanoğlunun yanlış yapabileceğini kabullenme…
Pozitif, yani olumlu düşünce, düşünmek kadar negatif, yani olumsuz düşünmek gerekmez mi?
Immanuel Kant’ın çeşitliliğin sentezini hatırlatmak isterim. Evet, bir yerden başlamak gerek ve bu teze göre her başlangıç kendi içinde yanlışı barındırmaktadır. Başka bir yerden de başlayabilirdim mesela, sonuç aynı mi olurdu? Kim bilir 😊
Lise matematiğini hatırlatmak isterim; soyut cebir, mantık…
Birleşmeli, dağılma ve değişme özelliği (Commutative, Associative, Distributive property)…
Değişkenlik kardeşim, değişkenlik(!) Kuram yani tez, hipotezini denetlenebilir kılarken modeller kendi içinde kapalı devre, kapalı birer kutu! Hayat kendi başına bir risk…
Hayat bir kumar! Bahtına, bahtına ne çıkarsa artık, şansına.
Ancak geleceğimiz, çocuklarımız, istikballeri…
Hırsa, kör inanca, körü körüne olana, kâra kurban edilemeyecek kadar değerli. Ne din ne iman ne bilimsel gerçekler birbirinin aksi, tersi, birbirini inkâr ve ret eden olgular değildir, olamaz da…
Hele hele İslamiyet’e, yüce dinimizde!
Muhalif düşünceler, farklı yollar ve yöntemler…
Platonizm…
Sağduyu arkadaşım, sağduyu. Maalesef artık dünyanın birçok ülkesinde eğitim, hele üniversite eğitimi maddiyata, maddi durumuna bağlanmış durumda.
Yani geleceğin ipotekte, borçla okuyorsun, borçlanarak…
DAHA DOGRUSU bilinçli olarak borçlandırılarak ki gerekli hallerde borç balyozuyla kafana vurulup sesini kesmek üzere. Evet, dostlarım acı gerçekler bunlar, çok acı. Özgür irade, özgürlük, hür vicdan ve cüzdan. Serbest çağrışım, düşünmek, düşünebilmeyi öğrenmek, ki…
Öğrenmeyi öğrenmek(!)
Yok latife değil…
Gerçekten sistematik öğrenmeyi, öğrenmek gerek!
Dedim ya bırak enteli – danteli bir tarafa, koyunu zaten…
AMA…
Entelektüel bir insandan beklentilerim çok farklıdır. Bir durum, bir vaziyet ne kadar basit, hani banal dedikleri alışılagelmiş olursa o kadar çok insan bu vaziyete göre değerlendirme ve gerekli hallerde önlem alma kabiliyetine sahiptir. Durumun karmaşası artıkça yani kompleksitesi çoğaldıkça sorun çözme, vaziyeti anlama kabiliyeti o oranda azalır. Elitler, entelektüeller bu gibi durumlarda gereklidir, topluma, insanlığa önderdirler veya olmalıdırlar. Yukarıda vermiş olduğum rakamlardan da görüle-bileceği gibi düz hesap 80 milyonluk ülkemizde yine düz hesap 7 milyonluk üniversite mevzunu çok değildir (…) Ya bu insanların ve eğitimlerinin kalitesi?
“Altlarında” olan insanları yönetme ve yönlendirme yeter(siz)liği?
Tekrar hatırlatmak isterim; hata kültürü, insanı olduğu gibi kabul edebilme bilinci…
Yapılan hatalardan ders çıkarmak, öğrenmek, yanlışı açıklamaya çalışmak, ardında durmak, durabilmek, hayatı olduğu gibi kabul etmek…
Sizce de önemli değil mi?
Yanlışların kaynağına inmek, varsa bir hata, o hatayı kökünden çözümlemek daha doğru olmaz mı?
İnsan, özgürlüğü, vicdanı, düşünebilme yetisi, takdir hakkı, evet takdir hakkı bile çok önemli, en basit bir memurun, işçinin bile yeri gelir sorumluluğunda olan bir durumdan, vaziyetten bir takdir hakkı doğar ve amirine sormadan bir karar verir, uygular. Doğru veya yanlış, elbette önceden bilemez, sonradan belli olur kararın doğruluğu veya yanlışlığı, ya cezası?
Çocuklarımıza özgür birer birey olmayı öğretmiyor muyuz, vermiyor muyuz onlara bile takdir hakkı?
Eğitim…
Beşikten, mezara! Süreklilik arz eden bir durum, bizler bile, hani kendimize reşit birey diyoruz ya…
Her an, her saniye yeni şeyler öğrenmiyor, öğretmiyor muyuz?
Sahi…
Özgürlük neydi?
Ceza!?
Cezalandırılmak, bir yanlıştan dolayı, korku neydi?
Başarı, başarısızlık neydi ya neydi?
Toplumsal kabul gören kalıpların bireyleri ezme ve dizginlemesi…
Şaha kalkmış atlar, ufukta tan doğuyor, özgürlüğün meltemi, doludizgin koşarken…
Yarış başlamışken…
Korkuları, endişeleri…
Ya başaramazsam ya birinci gelmezsem!???
İkinci olsan, üçüncü veya en sondaki, önemli olan belirlenen hedefe ulaşman değil mi?
Kaliten değil mi? Taş yerinde ağırdır derler…
Doğru derler, herkes olduğu yere çökecek, yerini, ağırlığını, özgül kütlesini bilecek…
Herkes kendine göre değerli. Yeri önemli, bulunduğun yer ve içinde azim varsa, kararlılık gelebileceğin, gitmeyi kendine hedeflediğin yer bir o kadar önemli. Kalite kardeşim, kalite…
İnsanda ve eşyada kalite!
Süreklilik, sorgulama, kendini ve karşındakini…
Yapıcı, olumu tenkit, eleştiri…
İyi niyetli, hoşgörülü, sağduyulu, kinci ve dinci değil…
İnsan yetiştirmek, insan ki olsun insan evladı yetiştirmek, görmüş – geçirmiş, bilgili ve bilinçli…
Korku, kötü bir danışman, son pişmanlığın fayda etmeyeceği gibi…
Başarısızlıklar, yanlışlar insanlarda utanma, insanlarda koku uyandıran durumlardır ne yazık ki…
Ve bunların sonucu…
Çok değerli bir varlığın yitirilmesidir, güvenin, güvenilirliğini yitiren bir insan daha “kaç para” eder ki?
Perspektif yani bakış açımızı değiştirmeliyiz…
Hiçbirimiz Müneccim değiliz, her şeyi öngörme yetimiz yok, olsaydı Allah bizleri öyle yaratırdı…
Dolayısıyla kararlarımızın, fiiliyatımızın sonuçlarına vakıf olamayız, bu şu demek değildir, o halde sorumsuzuz, hayır, kılı kırk yarmak, etraflıca düşünmek boynumuzun borcu. Hatlar, yanlışlar her zaman kişilere bağlanmamalıdır, durum ve vaziyetin getirileri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Ancak, dedim ya kılı kırk yarmak, etraflıca düşünmek boynumuzun borcu…
Ben insanım, ben hata, yalan – yanlış yapabilirim demekle olmuyor, örneklemek gerekirse; askeri bir operasyonda veya sivil hayatımızda, bir inşaat amelesi, onuncu katta çalışıyor, gerekli önlemleri almadığımız takdirde yapılan yanlış ölümcül olabilir mesela.
Hayat bu, farklılık arz eder, yerine göre yüzde bin beş yüz ile, yerine göre yüzde kırk ile yetinmeyi, yani mutlak doğruyu ve yanlışı bilip, kabullenmek, kabullenip hayatımızda yer vermemiz gerektiğini anlamamız gerek.
Sapere aude
Bilge birisi olmaya cesaret göster, yine I. Kant’in konuyla ilgili açıklama denemesi…
“Kendi aklınla düşünmeye cesaret et”
Medeni cesarettir bu kardeşim, özgürce düşüncelerini ifade edebilmek, yanlıştan, cezadan korkmadan insan içinde, insan olmak!
Ast – üst ilişkisi, verimlilik ve hep ama hep kâr, kârlılık düşüncesi, ekonomik çıkarlar…
Gençliğimden beri nefret ederim bu kelimeden > Profit <
Müşteri gurubum vardı, ya nasıl anlatsam bilmiyorum, Wiesbaden çok eski bir yerleşim yeri, Hessen eyaletinin başkenti, bir semti var, villalar, aklınız hayaliniz durur. O villalardan hareket eden şirketler, özel danışmanlar, nasıl bir para, nasıl tarif etmem mümkün değil. Yine arşivlerime sağlık vermek isterim, anlatmıştım birkaç kez değişik vesilelerle, içlerinden bazılarıyla dost olmuştum. Bana kârı, kârlılığı anlatıyorlardı. Aslında anlatmalarına gerek yoktu, tamam gençtim ama kör değildim. Her taraf konuşuyordu, mesele duvarlarda asili duran sanat eserleri, para, çil çil para diye bağırıyorlardı adeta.
Ya bu dünyada her şey mi para, her şey mi menfaat?
Makalenin başında da değinmiştim, Amerika ve İngiltere üniversite eğitimi dendiğinde başı çekiyor(du). İkinci dünya savaşı sonrası İngiltere’de 18 yaşındakilerin yüzde üçü üniversiteye gidiyordu. Yani yılda yaklaşık yirmi bin kişi (!)
1980 – 90’lara gelindiğinde, üniversiteler öğrenci yoğunluğu nedeniyle oluşan masraflarına altından kalkamamaya başladı. Bunun üzerine zamanın hükümeti konunun araştırılıp bir rapor hazırlanmasını ister (Deakin report, bu raporda 100 kadar teklif vardır. Bunların yarısı kadarı masrafların nasıl kısılabileceği ile ilgiliydi). 1997’de Tony Blair’in seçimleri kazanmasıyla birlikte…
Buraya dikkat!!!
Blair, özel teşebbüsün yönetim > modellerini < kamuya yansıtmaya başladı! Yani kamu kurum ve kuruluşları özel teşebbüs mantığı ile kârlılık hesapları yapmaya başladı. Verimlilik, kâr, verimlilik ve yine verimlilik! Biraz kabaca olacak ama böyle “yöneticilere” söyleyebileceğim sözler bundan ibarettir:
Sizlerde ananınızdan çıktıktan sonra böyle büyümüş, böyle yetişmiş, böyle okumuş, böyle yaşamıştınız değil mi? Madem devlet, özel bir teşebbüs misali yönetilebilecek bir “müessese”, para, para, para diyecektiniz ne b.k yemeye devlet yönetmeye soyundunuz, idareyi elinize aldınız?
1998’de üniversite harçları öğrenci hayatlarına girdi. Artık parasız üniversite eğitimi tarihe karışmıştı.
Yılda 1000 Pound üniversite harcı, bir kısmı üniversite harcamalarına giderken bu paranın, bir kısmı maddi olanakları kısıtlı öğrencilere burs olarak bağlanıyordu.
Blair, beş sene sonra bir kez daha seçilince üniversite harçlarını 3.300 Pound’a kadar çıkardı (Üniversitesine göre). Amerika Birleşik Devletleri’yle kıyaslanacak olursa, yanında leblebi – çekirdek parası gibi kalıyor. Evet insan harcamak, istikballe oynamak bu kadar kolay(!)
Pandora’nın kutusu bir kez açıldı ya, Blair ondan sonra gelen seçimi kaybetmesine kaybetti AMA yerine gelenler bu sefer harcırahı 9000 Pound’a kadar çıkarmaya kalkıştı. Büyük protestolar fayda etmedi, artık İngiltereli öğrenciler yılda en azından 9000 Pound ödemek zorunda.
Genç insanlar, gencecik…
On – on beş sene içeresinde İngiltereli öğrencilere bu rakamları reva görenler, zamanında > ücretsiz < üniversiteye gitmişlerdi. Bu gençlerin hayalleri var, okuyup “adam” olmak, toplum içeresinde bir yerlere gelmek, kariyer yapmak. Paran varsa kızım, pamuk ellerini cebine, daha doğrusu ailen cebine atabiliyorsa oğlum hayallerini belki gerçekleştirirsin(!)
Ben mesela, çalışamıyorum, yok canım gidiyor eller yine ekmek tutsun ama yok, imkânsız… Yaş 52 ama kendim yetmiş – seksenlikler gibiyim. Babaannesi oğlana destek olmaya çalışıyor, evini – barkını kiraya verdi, burası Almanya, okumak ille maddiyata bağlı değil ama yine de para, para, para…
Ya olmasa?
Türkiye, İngiltere, Amerika…
İnsanlar satıp savıyor, varı – yoku, ne varsa elde avuçta çıkartıyor ki evlat okutsun diye…
Yoksa, yoksa ne yapacaksın? Kredi kardeşim kredi. Yine İngiltere’de, yılda 21.000 Pounddan fazla kazanmaya başladığında, yüzde 9 faiz ile borcunu geri ödemeye başlıyorsun…
Borç…
>>> Yaklaşık 30 sene sonra bitiyor <<<
Alt tarafı bir kâğıt parçası, yine kendimi örnek göstermek istiyorum, bilişimciyim, yok bildiğiniz tiplerden değil! Lise terkim…
Yani liseyi bile bitirmedim AMA ömrüm boyunca, özellikle meslek hayatımın son on senesi…
MUTLAK üniversite diplomasi gerektiren pozisyonlarda geçti. Yaptıklarım, yapmam gerekenler derin bilgi gerektiriyordu, şansım, mesleğimin hobim olması. Ancak…
Diplomam olmamasını hep bir şekilde his ettim, ettirdiler…
Ettirenler, gerçi ağızlarının paylarını aldılar ama çok zorladılar beni. Göz hizasındaydım onlarla hep, daima göz hizasında. Ast – üst ilişkisini bana yaşatamadılar. Anca bu bendim, şansım, karakterim, bilgim, herkes böyle mi?
Gençlerimiz, çocuklarımız…
Daha hayata atılmadan borç batağında(!)
Eğitim, mal mı? Çok şükür Almanya böyle değil, İskandinav ülkeleri böyle değil…
Demek ki başka türlüde oluyormuş öyle değil mi? Gerçi oralarda da maymunun gözü açıldı, İskandinav veya AB üyesi ülkeden olmayanlarda artık oralarda paralı okumak zorunda. İngiltereli gençler, İskandinav ülkelerinde. İnsanlar, benim gibi, bizim gibi canlarını dişlerine takip çocuklarının eğitimine yatırım yapmaya çalışıyorlar. Neden? Kendi yaşadıkları zorlukları çocuklar yaşamasın, daha rahat bir hayat sürsünler diye. Refah düzeyi…
Okudun okumasına, diploma sahibisin gerçi, belki çok iyi notlarla…
İyide be kardeşim, evladı okuttun okutmasına, “adam” ettin ya okul bittikten sonra iş bulamazsa?
Ki…
Biliyorsun birçoğu evde pinekliyor, hele Türkiye’de, neden? Başına seçtiklerin, basiretsiz, kendi soysuz pis hırsızları başında tutuğun, hesap sormadığın için. Farkındaysan…
Türkiye’deki üniversite yerleştirme programlarına falan hiç değinmedim, evladın o konuyu okumaya meyli var mı, yetenekli mi – değil mi meselelerine hiç girmedim. Belki ziraat ile ilgili…
Notları, sınavı bahane edip musiki okutuyorlar…
Önemli olan türbanlı bacılarımız istediklerini okusun, onlar önemli, sen, senin evladın değil canım kardeşim. Heriflerin hayatı yalan!
Sindire sindire, alıştıra, alıştıra, …
Üçüncü safha…
Neo – Liberalizm, diğer adıyla vahşi, ultra, süper kapitalizm üçüncü aşamasında…
İngiltere’de, şu an itibarıyla 2.300000 bin öğrenci var üniversitelerde. Neden, neden hala bu caba?
Hangi siyasi mantık, hangi ideoloji…
Eğitimin bu derece pahalanmasını öngörüyor?
Seksenlerde özelleştirme fırtınası, kamu mallarının peşkeş çekilmesi…
Evet, yangından mal kaçırırcasına, karı – kız satarcasına, haraç – mecaz kamunun özelleştirilmesi…
Doksanlarda özel teşebbüs > modellerinin < kamuya yansıtılması…
İki binlere gelindiğinde > doğrudan kamu rekabeti <…
Üniversitelerde birer “kamu teşebbüsü”!?
Amerikan modelli…
Amerikan hayranlarının egemenliği, birçok devlet asli görevlerinden biri olan halkı eğitmekten imtina ederek ki masraflı bir girişim, eğitimi özelleştirerek, okumak isteği ve niyetinde olanların maddi gücüne bağlayarak VE EN ÖNEMLISI eğitimi bir gelir kaynağı olarak “keşif” etmeleriyle bu sorumluluğu üzerlerinden atmaya başladılar. Düşünün…
sömestr başsına ortalama 30000 €. Eğitime gelenlerin azımsanamayacak çoğunluğu yurtdışından. Turizm geliri gibi, eğitim turizmi(!) Parana göre üniversiteni kendin seç, rekabet, serbest piyasa koşulları. Manchester mesela, yok dünkü o iğrenç bomba saldırısından söz etmek istemiyorum, sadece Manchester’da 130000 üniversite öğrencisinin olduğunu biliyor muydunuz? Yerleşik halkın yaklaşık üçte biri kadar(!) Üniversite kampüsünün büyüklüğü yaklaşık şehrin merkezi kadar.
International Society…
Marketing…
Üniversiteler artık bilginin, bilimin, araştırmanın, bilimsel çalışmaların yeri değil…
Birer şirket şeklinde yönetilmek ve çalıştırılmaktadır. Özgür düşüncelerin yerini verimlilik ve kâr almıştır. Nelerden bahis ettiğimi daha iyi anlamanız açısından…
Manchester Üniversitesi 1824 senesinde kurulmuş, 2004 yılında başka bir üniversiteyle birleşerek 40000 öğrenci, 11000 çalışanı ile İngiltere’nin en büyük üniversitesidir. VEEEEEEEEEEEEEEEE…
Yıllık cirosu 1 milyar Pounddur!!!
Farkındayım lafı fazla uzattım…
Saadete geliyorum:
Başımızdaki pezevenkler bilseler, ah bir bilseler…
Bir saniye dururlar mıydı acaba? Para için analarının a’sını, karılarının, kızlarının gerisini satmaktan geri durmayacak olanlar, bilginin, bilimin bu kadar çok para edeceğini bilseler acaba bu konuda da hamle yapmaktan geri dururlar mıydı?
Şaka bir yana, bilim ayaklar altında…
Dünya çapında!
Verification and validation…
In vino veritas, misali…
Yani, basite indirgeyerek gerçek mi? Ve yaşam ile bağdaşıyor, yararı, faydası, zararı var mı, gibi…
Falsification…
Yani, tahrif, yalanlaması…
Reversibility…
Çevirebilme, geri dönüşüm, verilen bir kararın fesi gibi kelimelerle açıklanabilir…
Evet, bilimin, bilimselliğin üç kaidesi…
İkinci veya üçüncü bir şahsın, aynı mantık dizini ve yöntemler ile yine aynı sonuca varması(!)
Bu yöntemler unutuldu mu yoksa para uğruna (…)!?