Sigara meselesi

Genç yaşımdan beri kullanırım bu mereti…
İster inan ister inanma…
Gece gündüz, eksi 10 – 20 derecelerde bile en azından camım açıktır…
Kokuya karşı oldum olası hassasım…
Kokulu mumlar, spreyler, kapı – pencere neler denemedim ki…
Halbuki çözüm o kadar basitmiş ki, yok sigarayı bırak deme…
İs-te-mi-yor-um bırakmak, belki başımızdaki p.zevenk gidince…
Sigara kullandığın odalara…
Kes bir tabağın içine dilim dilim limonu, serp > bolca < tuzu üzerine…
Ağzın açık kalacak, yeminle!

Not: Bir limon iki – üç gün kadar kokuyu olduğu gibi alıyor.

700 milyon

Doğru okudunuz, 700 milyon çocuk…
700 milyon, bir saniye duraksa ve içine sindir, sindirebiliyorsan…
Bu çocuklar dünya çapında ya şiddet mağduru veya açlıkla karşı karşıya, savaştan kaçıyor durumda…
Sömürülüyor acımasızca…
Allah…
Cümlemizin evladını böyle bir kaderden korusun, bu yavrularında yardımcısı olsun…
İçim gitti, içim cız etti ve elimden duyurmaktan, belki hassasiyet yaratmaktan, ulaşabildiğim yavrulara yârdim etmekten başka bir şey gelmiyor.

Evlat…
Hepimizin evladı, önce can sonra canan ama evlat bu evlat…
Kimin olursa olsun…
Çocuk ve çocuklar yardıma, himayeye muhtaç!

Aman adam sende, konu – komşu…
Belki kendi evlatlarımız bir bir kahpe kurşun, kahpe tuzak ile kara toprağa çökerken duyarsızız da…
Dünyadaki çocukları mi düşüneceğiz?
Dost acı söyler kardeş, dostun sözü acıdır gerçekler karşısında…
Öyle ya insanlığımızı yitirmişiz, para olmuş dinimiz – imanımız, bencilik pusulamız…
Çok değil izle eski Türk filmlerini, bundan yirmi – otuz yıl öncesini…
Türk…
Hatır naz, vefa, kadir – kıymet bilirdi…
Halden anlardı, terbiye – saygı gibi kavramlar hayatinin birer parçasıydı…
Geriye ne kaldı?

Din – iman, ana – avrat küfür ettiğim zaman…
Suçlusu ben miyim yoksa iktidarda olanlar mı?

Geçelim…
Çocuk istismarının en iğrenç taraflarından birine değinelim…
Çocuk pornografisi…
Pedofili bir hastalık, evet hastalık ama bilmem nelerinden asmalı böylelerini…
Europol…
Yardımlarınızı bekler, rica ederim, lütfen arada bir bu sayfaya girip…
Varsa, olursa bir katkınız…
İhbar edin bu şerefsizleri!

https://www.europol.europa.eu/stopchildabuse

Havalar sıcak, daha da sıcak olacak

Mühendis tarafım…
Mucit yanım…
Anlatmışımdır çokça çocukluğumu, evde sökmedik saat, dağıtmadığım makine kalmıyordu…
Merak…
Fen, ben…
Biyoloji, kimya ve fizik tabii, astroloji falan hiç ilgimi çekmedi…
Hani hep derim ya nedeni neden eden ben(!)

Almanya’da görülmemiş sıcaklar…
En basit önlem, yoksa kliman…
Oda pervaneleri falan, mesela tavan…
Fizik kardeşim fizik…
Sıcak hava, oda içeresinde ne yapar?
Yukarıya çıkar…
Sıcak hava daha hafif, soğuk hava daha ağır bu yüzden yere yattın mi sıcak odada sana daha serin gelir. Çözüm nedir?
Yer pervanesi, yerdeki soğuk havayı odaya dağıtan…
Yok öylesi piyasada, Önder yapar(!)

Tabii sen ben olmayabilirsin, bendeki donanım sende olmaya bilir…
Bir oda dolusu ıvır – zıvır var, kafama etsimi bir şeyler malzemeden bol ne var?
Bu yüzden sen…
Al vantilatörü…
Yok koyma masa üstüne, koy yere, eme basma tulumba misali emen taraf yerde…
Serin hava odada!

Para güzel kardeşim para, el artık ekmek tutmaz oldu ama kafa iyi kötü hala çalışıyor yoksa ağrılarım.

Bak bir tüyo daha…
Göreceksin ne güzel serinleyeceksin…
Birinci yöntem:
Sıcak havalarda insan ne yapar? Perdeleri çeker, panjurları indirir…
Gel sen beni dinle, bunları yap yine…
Ama…
Güneş gören en güzel pencereni kapama…
Büyüklüğüne göre pencerenin, hanımın banyo veya el havlularından birine kalk gidelim yap…
Bir güzel ıslat, yok su falan damlamasın, as güneş gören pencereye…
Bak gör satın aldığın klimandan farkı olacak mı!?
Bilimsel açıklaması, ikinci yöntem sonrası…
Vantilatörün önüne ser ıslak havluyu veya buz dolu koca tabağı(!)

Bilimsel açıklaması…
Maddenin halleri!

Ertuğrul Özkök kaleminden

Türk ordusuna hâlâ toz kondurtmuyorsam eğer

NE zaman bir generalin ölüm haberi gelse içim sızlar.
Çünkü o yılları hatırlarım.
*
PKK terörüne karşı Kuzey Irak’ta harekât başladığında, 3 ay boyunca geceleri bile arazide yatan 16 generalimizi hatırlarım.
*
Kahraman bir ordudur ordumuz…
Dünyanın hiçbir ordusunda, Türk ordusunun generali kadar savaş alanında göğüs göğüse çarpışan general yoktur…
*
İşte öyle bir generalimizi kaybettik önceki gün…
Tümgeneral Aydoğan Aydın…
İşte o dağlarda, bu dağlarda, Kato’da umut kesilen anlarda, umudun kendisi olan, o dağları PKK teröristine dar eden kahramandır.
Yazın adını bir kenara… Hiç unutmayın.
*
Göğsündeki her yıldızı, omzundaki her apoleti bir kahramanlık destanı kazanmış bir subayımızdır…
*
Songül Yakut Yarbayımız, var ya, o mert kadın…
Alçak kumpasçı, en aşağılık iftirasını attığında bile Peygamber ocağına küsmeyen kadındır.
Aslanlar gibi direnip de yeniden yuvasına dönmüştür.
Savaş kadar kutsal, savaş kadar önemli bir görevi yapıyordu.
Aile içi şiddete karşı mücadele ediyordu.
*
Kazada kaybettiğimiz albayımız, binbaşımız, yüzbaşılarımız, üsteğmenimiz, başçavuşlarımız, uzman çavuşumuz…
Aynı gün Diyarbakır’da çatışmada şehit olan üç uzman çavuşumuz…
*
Hepsi birer kahramandı…
*
Türk ordusu çileli bir ordudur…
Aynı anda çok cephede savaşmıştır.
Bir yandan dışındaki teröristle, bir yandan içindeki düşmanla, onun iftirası, onun kumpası, sırtındaki onun hançeri ile savaşan fedakâr bir ordudur.
*
Bazen bir yerimde bir soru işareti başını uzatsa da…
Bazen içimden küçücük bir “Ama” geçse de…
Bazen dilimin ucuna daha ağır bir kelime gelse de…
*
Atarım yine içime…
Kıyamam kahraman orduma…
Toz konduramam ona…
Kondurtmam da…

KAMU HİZMETİ

SEDAT’A SORDUM: BU UZUN YAZILARIN ÖZETİ NEDİR
SEDAT Ergin günlerdir 15 Temmuz darbe girişimi davalarının dosyalarına daldı.
Bizimki gibi hap tarzı yazılara alışanlar okumakta zorlanabilir.
Onlar adına Sedat’a şu soruyu sordum:
“Bu dosyaları okurken edindiğin izlenim nedir?”
İşte size kısacık bir Sedat Ergin özeti:
*
– “15 Temmuz darbesinden önce de Gülen organizasyonunun ne kadar tehlikeli bir yapı olduğu hususunda bir tereddüdüm yoktu.”
*
YAZARIN yani benim notum:

Sayın Özkök…

Kamu hizmeti başlıklı yazınız…
Rant kavgası, güç kavgası…
İki it, iki tane namussuz, şerefsiz rezil, al birini vur ötekine…
Biri “gönüllü” gurbette…
Diğerleri ülkenin başında, uzaktan havlayan köpek mi daha tehlikeli yoksa yanı başındaki mi?

Milli

Millî görüş ile çıktılar yolla…
Millî görüş(!)
Artık nereleri milliyse?
Amerika’ya kafa tutular, lanetlediler, şeytan ile bir tutular…
Ve dolara taptılar!

Millî görüş, milli servet, milli istikamet dediler…
Sattılar, savdılar, pazarladılar…
Oğuldan babaya değil, babadan oğula dediler…
Oğullar gemicikler ile ihya oldular, oğullar İtalya’ya oraya buraya taşındılar milli görüş ile…
Milli görüş(!???)
Milletin parası, malı ve mülkü….
Yollar yaptılar, hanlar – hamamlar, köprüler, ülkeyi demir ağlar ile örgüler…
Niye?
Breh,breh, breh…
Paracıkları daha kolay taşısınlar diye!

Haramı helal, helalı haram kıldılar…
Milli görüş istikametinde, milli kerhanede, milletin milli A’sını düdüklediler…
Ortak akla ziyan, kerhaneciyi, bir zamanlar kerhanenin bekçisini olanı, başı ilan ettiler…
Peçete parası, soygun ve talan…
Bir gün çok zengin olduğumu duyarsanız, bilin ki haram yemişimdir diyerek…
Kârûn’a rakip oldular.

Demokrasiyi tren yaptılar…
Serbest piyasa ekonomisi ya…
Kerhaneye giden yolda toplu taşımacılık, hürya doldurdular trene milli görüşlü milleti…
Aman nede milliyetçi?
Baş pezevengi, g.t kılı, hele Hande gibi bir sürü g.t yalayıcısı…
Sermayeler s.kilmeyi bekler…
Yok ya bu millete hak! Gerçekten hak yaşadıkları ve daha yaşayacakları.

Halbuki…
Melekler baharı öper…
Eşek ise hoşaftan ne anlar?
İlki ve sonbaharı, arda yaşam, hayat, hani hayat dedikleri var…
Allah vermiş tüm güzellikleri, vermiş nimeti…
Oku diye seslenmiş, akıl vermiş, göz vermiş…
Kul nankör, kul anlamaz hele Türk’ü…
Özdeyişlere bile konu olmuş “Su akar, Türk bakar(!)”

Odak meselesi

Yazmamam lazım, pardon…
O.uruktan nem kapanlar, düzü ters, tersi düz çevirenler…
Yaşına – başına bakmadan yalan söyleyen, iftira atanlar var…
Başım bu yüzden fena belada…
Allahtan başka kimseden korkmam, çekinmem…
Allah’ıma sığındım, bir kez daha, hani hep iddia ederim ya…
Bir kez daha benim ve sevdiklerimin yanında olduğunu gösterdi…
Yardım etti…
Ancak aklıma hep Peygamber Efendimizin sözü gelir…
“Allah’a güven ama eşeğini sağlam kazığa bağla!”

Türkiye…
Yüksek gerilim hattına çarptı(!)
Mehmetçik…
On üçü birden…
Hani bir o.ospunun dölü var, hani başkan olursam “çift başlılık” sona erer, terör sona erer falan diye atıp tutuyordu ya…
Hani p.çler var sözde muhalif ki biri diğerinden beter…
Ulusal yas ilan edelim teklifinde bulunuyorlar, ulan her Allah’ın günü Mehmetçik ölüyor!!!
Analarını başta olmak üzere ailelerinin tüm kadınlarını bilmem ne eden, usulüne göre düdükleyen…
F. Güllen…
Hani irticanın odağı olduğu mahkemece tespit edilen AKP…
Ha AKTÖ ha FETÖ…
Ulan bu kadar acı olmasa…
Tiyatro izler gibi izle bu soytarıları, izle izle katıla katıla gül!

Nitelik ve nicelik arasında gençler

Bilmem bilir misiniz?
Bin dokuz yüz altmışların ortalarında dünya çapında, yaklaşık 13 milyon genç üniversitelerde ter döküyordu. Bu rakam 2015 yılında 200 milyon oldu, iki bin otuzlara gelindiğinde bu rakamın 400 milyon olması bekleniyor.
Devam etmeden önce gelin ülkemizdeki duruma bir göz atalım…
1983-1984 öğrenim yılı için toplamda 335165, 2015-2016 yılı için YÖK istatistikleri 6689185 rakamını vermektedir. Özelikle filtrelemedim, ne kadın – erkek ayrımı ne başka bir şey.

Kaynak:
https://istatistik.yok.gov.tr/

Nerden esti diye sorabilirsiniz şimdi…
Eserler, arada ziyaret eder beni iyi saate olsunlar. Benim adim Önder ne sağım bellidir ne solum.
Gerçek şu ki ve hatırlı okuyucularım bilir beni, eğitime çok ama çok önem veririm. Aile içi eğitim olsun, dışarıdan edindiğimiz bilgiler olsun. Temel eğitim, görgü dediğimiz aile içi edinilir. Anne elzemdir, anne babadan çok daha önemlidir çocukların eğitiminde. Anne ne kadar bilgili olursa çocuklarını bir o kadar iyi eğitir.

Piyasa ekonomisi…
Vahşi kapitalizm ama özellikle kahpe liberalizm, neo – liberal dedikleri…
Haliyle arz – talep meselesi…
Bu yoğunlukta talep olunca öğrenci yerleştirmek, yetiştirmek sorun oluyor. Tabii kaliteli eğitimden bahis ediyorum, nicelik değil nitelik!

Amerika Birleşik Devletleri…
Hayran ve ağzı açık ayran budalaları…
Dünyanın en namlı Üniversiteleri ABD ve İngiltere’de, kaliteli eğitim…
Küreselleşme, hani globalizm dedikleri her türlü sömürü!

Paran varsa okursun kardeşim, hani nerede fırsat eşitliği?
Genelde kapitalizm, özelde ama vahşi kapitalizmin özelliği, ihtiyaç olmayan yerde ihtiyaç yaratmak, yoksa paran sorun değil be kardeşim, kredi kartları, bankalar ne güne duruyor?
Buraya dikkat…
Recepten, Tayyip’e yalan ve dolan, hırsızlık, arsızlık, yüzsüzlük, namussuzluk ve rezillik…
Tayyip’ten Erdoğan’a amansız ve insafsız piyasa ekonomisi…
Ister özel ihtiyaç kredisi ister evlenme, isterse eğitim olsun…
Her “ihtiyaca” göre bir kredi, al, al kardeşim durma, sen al…
Ufak ufak, taksit, taksit ödersin bana…
Haliyle eskiden kalma…
Çağımızda kölelik resmen yoksa bile, uyuşturucu müptelası misali bağımlılık yaratmak asıl maksat!

Dünyanın her yerinde koyun vardır, uysal koyun, kara koyun…
Hiç fark etmez, Mor Karaman, Akkaraman, Dağlıç, Sakız, Kıvırcık, Karayaka, İvesi, Merinos, Malya, Gökçeada, Ödemiş, Ege veya Hemşin koyunu olsun, koyun neticede koyun. Çoban lazım, birkaç it – köpek ki sürü bir arada kalsın, korusun. İhtiyaç hasıl olduğunda ister kes, yap kuzu çevirme, ister sat – sav bak keyfine. Tabii mecazi anlamda kullandım koyun deyimini, yani eğitimsiz insanlar. Birde…
Entel – danteller var ki onları bir kenara bırak…
Gerçekten entelektüel insanlarda var bu dünyada, bilgili, bilinçli ve kökten görgülü…
Çekirdekten yetiştirilmiş insanlar!!!

işte bu insanları kontrol altına almak oldukça zor!
Çünkü düşünüyorlar, çünkü biliyorlar…
Bilgililer, bilgili ve bilinçli!

Mesele…
Yok dinci ve kinci nesiller yetiştirmekte değil, mesele endüstrinin, piyasa ekonomisinin ihtiyaç duyduğu kaliteli, nitelikli ama aynı zamanda uysal, başkaldırmayan insan yetiştirmekte…
Vur kafasına al lokmasını ağzından, buna benzer. Aklıma gelir, gelir Süleyman Demirel’in o meşhur sözü gelir…

“Demokrasilerde çareler tükenmez!”

Demokrasilerde çarelerin tükenmeyeceği gibi kapitalizmde, hele vahşisinde, hele hele piyasa ekonomisinde çareler tükenir mi hiç? Bu ekonomik yönetim şeklinde yaratıcılık esastır, esas.
Yaratırlar, ne yapar yapar bir çare bulurlar…
Hayatın zaten, geleceğinde artık kredi ile(!) New economie adı altında, doksanların sonunda milyarların Avrupa ekonomisine akıtıldığı yıllardır. Siyasetçiler, bilim adamları, konunun uzamları kafa kafaya verip düşünürler; nasıl yaparız da…
Avrupa’yı kendi içinde daha istikrarlı, “kapalı”, Avrupalılar omuz omuza ve geri kalan dünyaya karşı daha farklı bir şevk ve özellikle hırsla “karşı dururlar”?
Entelektüel, ekonomik ve bilimsel çalışmalar, hazırlıklar nasıl olmalı, ne yapmalı, teknolojik gelişmeler ile tüm bunlara nasıl bir yönlendirebiliriz? Amerika Birleşik Devletleri’nin bu konudaki başarısının ardında ne gibi sırlar yatmaktadır? Bu ve bu gibi sorulara kafa yormuşlardır o yıllarda…
VE hepsinin ortak kanaati…
Tüm soruların cevabı eğitim ve bilimsel araştırmalarda aranmalıdır! Anlayacağınız…
O kerevizin tavsiye ettiği, kinci ve dinci gençlik ile ancak kenefe kadar gidip – gelirsiniz…
Öyle ya kılavuzu karga olanın burnu b.ktan çıkmayacağı gibi bozuk pusula ile yola da çıkılmaz!

Stratejiktir Avrupalıların düşünüş şekli, kütle, kitle, derinlik…
Azami derinlik, dedik ya stratejik çünkü önümüzdeki onlarca yılı, nesilleri etkileyecek. Doksanlı yıllarda ABD üniversiteleri dünya çapında başı çekiyordu. Birinci sınıf bilimsel araştırmacılık olsun, bilimsel yayıncılık, scientific publications denilende hep en önlerdeydiler…
Bundan sonrasına dikkat buyurunuz lütfen…
Amerika Birleşik Devletlerinin yılmaz ekonomik önderliğine, gücüne karşılık Avrupa devletleri hamle yapmak ihtiyacı ve gerekliliğini duydular. 1998 senesinde Paris’te, bir takım stratejik buluşmalarının ilki Sorbonne üniversitesinde gerçekleşir. Fransa, İtalya, Almanya ve İngiltere “milli eğitim bakanları” bir araya gelir. Bir sene sonra 29 Avrupa ülkesi bakanı İtalya’nın, Bologna kentinde bir araya gelerek ortak bir üniversite eğitim çizelgesine imza atarlar. Mart, iki binde AB ülke başbakanları Portekiz’in, Lizbon kentinde eğitim ve bilimsel araştırmaları Avrupa ekonomisinin > kalbi < ilan ederler.
Avrupa Birliğinin uluslararası rekabette bu iki ana temel üzerine oturtulması kararlaştırılır.

Burada bir parantez açmak işitiyorum…
Bakın…
Bana kızabilirsiniz, muhtemelen gösterdiğim “medeni cesaretin” bedelini ağır ödeyebilirim…
Söyleniyorsam, en ağza alınmayacak şekilde küfür ediyorsam…
Kızgınlığımın, öfkemin had ve sınır tanımamasındandır. Ve evet, bu öfkenin bedelini ödemeye hazırım. Ülkemiz İsmet İnönü’den sonra eşine az rastlanır bir “iktidar – iktidarsızlığı” ile “yönetilmiş, yönetilmektedir”. Seçim ile baş tacı ettikleriniz…
Kendi menfaat ve cepleri için çalışmayıp, ülke ve millet menfaatine çalışmış olsalardı…
Bu ülke şimdilerde ne Katar’a ne Suudilere ne Avrupa’ya nede ABD’ye muhtaç duruma gelmez, kendi sınırlarına ve sınır ötesine sahip çıkabilir vaziyete olabilirdi. Ben bunları bilip, ben bunların farkında olup nasıl bu ağza alınmayacak küfürleri etmem? Âlem…
El alem liselerine, üniversitelerine, eğitime nasıl değer veriyor, gereken tüm önlemleri alıyorlarsa biz bir o kadar mevcut olanı bile bu zibidiler sayesinde yıkıyoruz. Biz imamlarla, biz hacı – hocalarla uğraşa duralım insanlık neler ile uğraşıyor?
Kapa parantez.

Avrupa Birliğinin bu kararını net…
Anlaşılır bir dile ile anlatacak olursak ki evladım, kendi oğlum bu kararların bir > kurbanıdır Nitekim yanlıştan dönülüyor, memnuniyetle karşılamama rağmen benim evladıma ve yaşıtlarına oldu olan. Eğitim…
Oyuncak mı ki kafana göre dizayn (tasarlamak) et. Anlayacağınız, üniversite eğitiminizin ağırlığına göre okuyacağınız yıllar kısaltılıyor, kuram yerine, öğür düşünce yerine kısaltılmış, ekonominin, endüstrinin ihtiyaçlara göre kurgulanmış bir eğitim, sözde daha pratik bilgiler ile donatılmış ki fiiliyat bunun böyle olmadığını gösterdi, dolayısıyla buna eğitim, hele üniversite eğitimi denilemez herhalde(!?)

Neyse…
Geçelim ve yine konumuza dönelim çünkü düşündükçe deliriyorum, delirdikçe isyan ediyorum…
İnsanız…
Doğru bildiğin, yanlış, yanlış bildiğin doğru çıkabilir. Ve yine ister insan psikolojisi olsun ister toplumsal hafıza veya toplumsal kabuller doğru veya yanlış olabilir. Zaman…
Birçok konuda olduğu gibi derman, “ilaç”, doğru veya yanlışın tasdiki olabilir. İnsanda yüzeyselliği, insanda baitligi kabul etmediğim, tasvip etmediğim gibi toplumu oluşturan ve insandan kaynaklanan “hatalarda” kabullenmek bana çok zor geliyor. İnsanız, tabii ki yanlışımız, tabii ki hatalarımız olacaktır, hatalardan – yanlıştan ders çıkarmak bir erdemdir, erdem. Gelin sizlerle iki kıta ve iki ülkeye biraz daha yakında bakalım. Bu kuş bakışının ara başlığı hata kültürü, yanlışlardan ders çıkarma kültürü olsun.

Amerika…
Hayallerin, imkânsızın başarılabileceği bir ülke olarak bilinir. Başarının yüz seksen derceyse tersi; başarısızlık! Amerikalılar bunu olağan, doğal olarak kabullenmekte. İş arıyorsunuz, bir yerlere müracaat edeceksiniz, CV’nizde mesela dükkân açtım, başarısız oldum diye yazdığınızda…
Amerika’da olağan, doğal bir durum olarak karşılanırken genelde Avrupa’da, özelde ama ne Almanya’da ne Türkiye’de başarısızlık hayatın doğal bir ögesi olarak karşılanmamaktadır. Halbuki her başarısızlık, yanlış veya hata diyelim başarıya götüren bir adım taşıdır. Yanlış yapmak, hata, kusur işlemek biz insanların özünde yatmamakta mıdır?
Bizler bunu neden kabullenemiyoruz? Almanya’da, hastanelerde yılda 19000 insanın doktor hataları, yanlış tedavi sonucunda öldüğünü biliyor muydunuz?
VE BU ÖLÜMLERIN temelinde, kaynağında…
Çoğu zaman ekonomik gerekçelerin yattığını düşünebiliyor, hayal edebiliyor musunuz?
Evet, doktorlar artık ister hastanelerde olsun ister özel muayenehanelerinde kâr amaçlı çalışmak “zorunda”!!! Tabii ki kazanacaksın, tabii ki eğitimine, emeğine uygun bir maddi “mükâfatın” olacak…
Ama bu kâr amaçlı çalışma şekli günümüzde ayyuka çıkmıştır, zirve yapmış, odak noktası itibarıyla doruğa erişmiştir! Bu sahnelere Türkiye alışık olsa gerek, Almanya bu sahnelerle nispeten kısa bir süre önce tanışmaya başladı (Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra özellikle). Ben kimsenin ahlak polisi, vicdanı değilim AMA bu konuya dikkat çekmek bir Atatürk milliyetçisi olarak görevim. Hatayı kabullenmek, hatalardan öğrenmek…
Geldik konunun bamteline, zurnanın zırt yaptığı yere (…)
Yönetimin güç kaybından kokması, koltuk davası! Ki burada yönetim ile kastım sadece ülke yönetimi değil mesela, aile büyüğü de olabilir örneğin. Hangimiz hata yaptığımızı öyle kolay kolay kabullenebiliyoruz ki? Evet, KORKU…
Tabiatın canlıyı “hayatta” tutma formül ve dürtüsü. Her tezin bir antitezi, her kutbun bir karşı kutbu olur. Hata kültürünün zıttı, iddia kültürüdür “kendi doğrunun gerçekten doğru olduğunu iddia etme kültürü” Bu olgu yani iddia etme kültürü supoptimal yani yetersiz, standart altı bir anlayış ve “sorun çözme” yöntemidir. Bireyin reşitliği, doğrusunun ve yanlışının ardında durabilme kapasitesi!
Benim ailem mesela, yani velilerim, yetiştiğim ortam. Küçüklüğümden beri gördüğümdür…
Yapıcı eleştiri, yine karşındakinin yapıcı şekilde sorgulanması…
Mesleğimin de getirisi, hatayı önce kendinde ara, kendini sorgula…
Özeleştiri…
Yıkma, yap. Taş üzerine taş koy. Bu felsefe, bu hayat anlayışıyla büyüdüm. Yaptığın hatanın ardında dur! Her babayiğidin harcı değildir, bunu eminim sizlerde biliyorsunuz. Hatayı kabullenip özür dilemek
Mesela (!) Dedim ya insanız, her şeyi olağanmış gibi, gayet normalmiş gibi kabullenmemek gerek. Kimi şeyleri insanlara öğreteceksin, öğretmek zorunda kalabilirsin. Böylelikle döndük yine konumuza.
Üniversitelere, eğitime.

Burada yine bir parantez açıp konumuzun biraz dışında başka çok önemli bir meseleye değinmek istiyorum. Çok kısa, sadece bilginiz olsun diye. Aslında yine eğitimle ilgili, eğitim ve mantık, mantık ve alınan veya bir kez alinmiş olan kararlarda emsal temsil etme meselesine değinmek istiyorum, konumuz hukuk. Günümüz Türkiye’sinde…
Biliyoruz ki hukuk denilen kavram AKP yardımı ile önce Gülen ve örgütünün (FETÖ demeyi RET EDIYORUM, F. Güllen ve arkası terör örgütüyse ve Gülen çete başıysa, AKP’de terör örgütüdür ve Recep Tayyip Erdoğan ise bu örgütün çete başıdır. Hak, hakkaniyet FETÖ denildiğinde AKTÖ denilmesini de gerektirir) ardından AKP eline geçmiştir. Bağımsız bir yargıdan, kendi hür, vicdanı hür hakimlerden yıllardan beri bahis etmek mümkün değildir! Ve yine ebedi muhalif, müzminleşmiş uyuşuk Y-CHP, AKP ne yaparsa yapsın Anayasa mahkemesine baş vurmaktadır. Sizlere bir şeyler sormak istiyorum; hiç üzerinde düşündünüz, hiç merak ettiniz, hiç üzerinde kafa yordunuz mu?
İster Anayasa Mahkemesi olsun ister bildiğin herhangi bir mahkeme…
Bir davayı > kabul < veya > ret < etmesi ne anlama geliyor? Kabulü veya ret etmesi durumunda, hukuken hâkim… Davacı, davasında “haklı veya haksız” olabilir, konunun takibinde fayda var veya yoktur soncu çıkarmaktadır. Önyargı… Adalet ki önyargısız olanıdır. Bırakın Türkiye’yi, bırakın bir tarafa, hakimler üniversitelerde > önyargı ve sonuçları < konusunda nedenli eğitilmektedir? Bilmem anlatabildim mi ne demek istediğimi?
Suç, suçlu, suçsuz, masum olan ve masum olmasına rağmen suçu sabit görülen (…)
Yine bir örnek vermek istiyorum, Almanya’da yılda 800000 ceza mahkemeleri görülüyor, yani ağır veya adi bir suç işlenmiş ve hükmü verilmiştir. Bunlardan sadece 900’ü temyize gidebilmektedir.
Oğlumdan biliyorum, uzun uzun bu konuları konuşuruz arada. Bana anlatır eğitimin ne denli yetersiz kaldığını ki düşünün burası Almanya, dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Türkiye’yi, hele AKP – Tayyip “yönetimi” altında hiç düşünmek bile istemiyorum. Bilirkişi, bilirkişide buna benzer bir konudur, “bilirkişi” bilgisi ve eğitimi(!) Buradan kimseyi yetersizlik ile itam altında bırakmak veya kişisel, mesleki onuruna “dokunacak” sözler etmek niyetinde değilim. Sadece eğitimin önemine, eğitimin sürekliliğine ve kalitesine dikkat çekmek istiyorum.

In dubio pro reo…
Şüpheden sanık yararlanır ilkesi bir zamanlar Türk hukuk sisteminde yer alırken, artık bu ilkenin varlığından söz etmek bile abeste iştigal olur sanırım. Türkiye’de durum böyleyken dünya farklı mi? Hayır, değil. Şüpheli durum, davanın reddi veya kabulü, temyize gitmek, GIDEBILMEK, yargıç, hakkim ve sanığın avukatı…
İnsan ve vicdan muhasebesi ve yine mesela hâkimin hür iradesiyle hareket etmesi…
Deliller, delilerin sınıflandırıldığı biliyor muydunuz?
Aşikâr olan birinci sınıf ve farz edilen ikinci, vesaire…
Tahmin üzerine bir hükme varmak, varsayım…
Allah var yukarıda, kendim mahkemelik oldum mesela, suçsuzum demiyorum…
Oldu bir şeyler, ancak bende sadece bir insanım, önümüzdeki ay mahkemem var. Kendi avukatım bile ki yeminle, Allah inandırsın sebepsiz sarf etmedim istinat edilen sözleri…
Dedim ya inkâr etmiyorum ama beni bu sözleri söylemeye mecbur eden > “gerçekler” < ve karşımdakilerin algısal varsayımları(!) Kendi avukatımı bile inandıramadıktan sonra (…) AMA ALLAH var yukarıda, Allah, O gerçekleri biliyor ve ben ona güveniyorum, güvenip Ona sığınıyorum. Eğitim, ki hayatta bir okul. Hayatın kendisi en acımasız, en amansız eğitmen… Tecrübe… Kurgunun özümsenmesi tecrübe ve hür vicdan, mantık ile birleştiğinde adalet yerini bulur inancındayım. Kimi durumlarda sanığın veya şüphelinin diyelim hakim önünde çıkması istenir, hakkim şahsen mahkemeye gelmemi > emir < etti. Nedeni? Sanırım tipime bakacak, inandırıcı olup olmadığıma, elimde birinci “sınıf deliler” var ama vaziyetin geneli, kişiliğim bu “delileri” mahkemeye sunmamı engelliyor. Avukatıma vereceğim…
Çünkü onun bana inanması benim için önemli, kendisini şahsen tanıyorum. Peki, tüm bunları sizlere neden anlattım? Çünkü eğitim her ne kadar önemli olsa bile, hep derim insanız…
Sen, ben, O da insan, karşımızdaki de…
Modeller, rol modelleri, kuramlar, düşünceler, hayaller…
Hepsi kurgusal, hepsi “fantezi!”
Ya gerçekler, acı gerçekler, hayatın gerçekleri, ekonomi, reel ekonomi, ekonomik gerçekleri gibi?

Demokrasi, temsili demokrasi ki günümüzün gözdesi…
İlerisi de var tabii…
Küreselleşme, neo – liberalizm adi altında köleleştirme, özgürlüğünü yaşadığını sanırken, o algı yaratılırken ekonomik prangayla küreğe mahkûm edilme. İnsanın…
Duyularının, düşüncelerinin, hayallerinin maddiyata bağlanarak insanın, insanlığından çıkarılması(!)
Kar reali ve maksimizasyonu…
Neo – liberalizm, devletin…
İster ekonomik ister yaşam tarzı açısından insan üzerindeki denetimini azaltılması, bunların yok edilmesi(!) Peki, kuralların, denetimin işlemediği toplumlarda ki bırak devletleri oluşturan toplumsal birliktelikleri bir tarafa, toplumun en küçük ögesi insan, aile birliktelikleri…
Buralarda bile denetim, buralarda bile kurallar, kanunlar olmazsa ne olur?
Üniversite…
Mesleğe mi hazırlıyor genç dimağları yoksa geleceğin yönetici kadrolarını hayata mı?
Kültür…
Genel kültür, mümkün olan en geniş anlamda bilgi vermekle mükellef olan bir kurum değil midir üniversite? Yoksa ben mi yanlış biliyorum?!

Evet denetim, evet kanunlar ve kurallar…
GEREKLI…
2007 yılında başlayan ve dünya çapında etkisi olan, ülkemizi kesinlikle TEYET geçmeyen bankalar krizini hatırlatırım. Denetim esas, denetim, kontrol gerekli!

Bak Amerika’ya, Trump, başkan, başkan arkadaş ama tek adam değil…
Herifi görevden alma gündemde, denetim, kontrol mekanizmaları…
Demokrasi işliyor, neydi demokrasinin temelleri?
Yasama, yürütme ve BAGIMSIZ YARGI…
İlerisinde hepsi tek mercide…
Ya Kasımpaşa başkanlık usulü, yok kesinlikle değil Türk usulü olsa en azından yine bir yerde denetim olurdu, bu doğrudan Kasımpaşa Başkanlığı, aldın başına belayı…
Benim başıma aldığım gibi!

Tüm bunların gençlerle, eğitimle ne alakası var diye sorabilirsiniz, bir iyi düşünün…
Kültür…
Eğitim, bilgi birikimi, birikim, tecrübe kardeşim tecrübe birikimdir. Ne eğitim ne birikim bir andan diğerine olmaz, elde edilmez, edilemez. Hani damlaya damlaya göl olur özdeyişimiz vardır ya, öyle işte. Evrensel bir söyleyiş şeklidir, iki kelime ama dünyaları anlatır;
Main stream…
İnsan, sosyal bir varlık. Kişisel psikoloji ve sürü psikolojisi(!)
Modeller matematiksel varsayımlardır, tasdiki bir “kapasite” tarafından yapıldığında, doğruluğu kanıtlanmamış olsa bile “doğru” kabul edilir. Ana akım, yani main stream olgusu ekonomide olduğu gibi sosyal hayatta da belirleyicidir. Maalesef bu olgu kabul görüyor. Aslında ölçülemez, ölçü kabul etmez insancıl davranışlar bütünü, matematiksel kalıplara sığdırılarak toplum mühendisliğine, toplum tasarımcılığına dönüşür. Daha anlaşılır bir dil ile…
Tabiat kanunları, Fen dediğimiz kalıtsal gerçeklere dayanırken, rol modelleri sadece birer varsayımdır!

O halde…
Bana göre, genelde, üniversite eğitiminde yanlış nerede?
Güncel, ilkesel yaklaşımda. İdeolojide. Bilimsel yaklaşımın özüne dönülmeli bence. İnsan…
Ve özeleştiri, insan ve hata kültürü, yanlış, insanoğlunun yanlış yapabileceğini kabullenme…
Pozitif, yani olumlu düşünce, düşünmek kadar negatif, yani olumsuz düşünmek gerekmez mi?
Immanuel Kant’ın çeşitliliğin sentezini hatırlatmak isterim. Evet, bir yerden başlamak gerek ve bu teze göre her başlangıç kendi içinde yanlışı barındırmaktadır. Başka bir yerden de başlayabilirdim mesela, sonuç aynı mi olurdu? Kim bilir 😊
Lise matematiğini hatırlatmak isterim; soyut cebir, mantık…
Birleşmeli, dağılma ve değişme özelliği (Commutative, Associative, Distributive property)…
Değişkenlik kardeşim, değişkenlik(!) Kuram yani tez, hipotezini denetlenebilir kılarken modeller kendi içinde kapalı devre, kapalı birer kutu! Hayat kendi başına bir risk…
Hayat bir kumar! Bahtına, bahtına ne çıkarsa artık, şansına.
Ancak geleceğimiz, çocuklarımız, istikballeri…
Hırsa, kör inanca, körü körüne olana, kâra kurban edilemeyecek kadar değerli. Ne din ne iman ne bilimsel gerçekler birbirinin aksi, tersi, birbirini inkâr ve ret eden olgular değildir, olamaz da…
Hele hele İslamiyet’e, yüce dinimizde!

Muhalif düşünceler, farklı yollar ve yöntemler…
Platonizm…
Sağduyu arkadaşım, sağduyu. Maalesef artık dünyanın birçok ülkesinde eğitim, hele üniversite eğitimi maddiyata, maddi durumuna bağlanmış durumda.
Yani geleceğin ipotekte, borçla okuyorsun, borçlanarak…
DAHA DOGRUSU bilinçli olarak borçlandırılarak ki gerekli hallerde borç balyozuyla kafana vurulup sesini kesmek üzere. Evet, dostlarım acı gerçekler bunlar, çok acı. Özgür irade, özgürlük, hür vicdan ve cüzdan. Serbest çağrışım, düşünmek, düşünebilmeyi öğrenmek, ki…
Öğrenmeyi öğrenmek(!)
Yok latife değil…
Gerçekten sistematik öğrenmeyi, öğrenmek gerek!

Dedim ya bırak enteli – danteli bir tarafa, koyunu zaten…
AMA…
Entelektüel bir insandan beklentilerim çok farklıdır. Bir durum, bir vaziyet ne kadar basit, hani banal dedikleri alışılagelmiş olursa o kadar çok insan bu vaziyete göre değerlendirme ve gerekli hallerde önlem alma kabiliyetine sahiptir. Durumun karmaşası artıkça yani kompleksitesi çoğaldıkça sorun çözme, vaziyeti anlama kabiliyeti o oranda azalır. Elitler, entelektüeller bu gibi durumlarda gereklidir, topluma, insanlığa önderdirler veya olmalıdırlar. Yukarıda vermiş olduğum rakamlardan da görüle-bileceği gibi düz hesap 80 milyonluk ülkemizde yine düz hesap 7 milyonluk üniversite mevzunu çok değildir (…) Ya bu insanların ve eğitimlerinin kalitesi?
“Altlarında” olan insanları yönetme ve yönlendirme yeter(siz)liği?
Tekrar hatırlatmak isterim; hata kültürü, insanı olduğu gibi kabul edebilme bilinci…
Yapılan hatalardan ders çıkarmak, öğrenmek, yanlışı açıklamaya çalışmak, ardında durmak, durabilmek, hayatı olduğu gibi kabul etmek…
Sizce de önemli değil mi?
Yanlışların kaynağına inmek, varsa bir hata, o hatayı kökünden çözümlemek daha doğru olmaz mı?
İnsan, özgürlüğü, vicdanı, düşünebilme yetisi, takdir hakkı, evet takdir hakkı bile çok önemli, en basit bir memurun, işçinin bile yeri gelir sorumluluğunda olan bir durumdan, vaziyetten bir takdir hakkı doğar ve amirine sormadan bir karar verir, uygular. Doğru veya yanlış, elbette önceden bilemez, sonradan belli olur kararın doğruluğu veya yanlışlığı, ya cezası?
Çocuklarımıza özgür birer birey olmayı öğretmiyor muyuz, vermiyor muyuz onlara bile takdir hakkı?
Eğitim…
Beşikten, mezara! Süreklilik arz eden bir durum, bizler bile, hani kendimize reşit birey diyoruz ya…
Her an, her saniye yeni şeyler öğrenmiyor, öğretmiyor muyuz?
Sahi…
Özgürlük neydi?
Ceza!?
Cezalandırılmak, bir yanlıştan dolayı, korku neydi?
Başarı, başarısızlık neydi ya neydi?
Toplumsal kabul gören kalıpların bireyleri ezme ve dizginlemesi…
Şaha kalkmış atlar, ufukta tan doğuyor, özgürlüğün meltemi, doludizgin koşarken…
Yarış başlamışken…
Korkuları, endişeleri…
Ya başaramazsam ya birinci gelmezsem!???
İkinci olsan, üçüncü veya en sondaki, önemli olan belirlenen hedefe ulaşman değil mi?
Kaliten değil mi? Taş yerinde ağırdır derler…
Doğru derler, herkes olduğu yere çökecek, yerini, ağırlığını, özgül kütlesini bilecek…
Herkes kendine göre değerli. Yeri önemli, bulunduğun yer ve içinde azim varsa, kararlılık gelebileceğin, gitmeyi kendine hedeflediğin yer bir o kadar önemli. Kalite kardeşim, kalite…
İnsanda ve eşyada kalite!

Süreklilik, sorgulama, kendini ve karşındakini…
Yapıcı, olumu tenkit, eleştiri…
İyi niyetli, hoşgörülü, sağduyulu, kinci ve dinci değil…
İnsan yetiştirmek, insan ki olsun insan evladı yetiştirmek, görmüş – geçirmiş, bilgili ve bilinçli…
Korku, kötü bir danışman, son pişmanlığın fayda etmeyeceği gibi…
Başarısızlıklar, yanlışlar insanlarda utanma, insanlarda koku uyandıran durumlardır ne yazık ki…
Ve bunların sonucu…
Çok değerli bir varlığın yitirilmesidir, güvenin, güvenilirliğini yitiren bir insan daha “kaç para” eder ki?
Perspektif yani bakış açımızı değiştirmeliyiz…
Hiçbirimiz Müneccim değiliz, her şeyi öngörme yetimiz yok, olsaydı Allah bizleri öyle yaratırdı…
Dolayısıyla kararlarımızın, fiiliyatımızın sonuçlarına vakıf olamayız, bu şu demek değildir, o halde sorumsuzuz, hayır, kılı kırk yarmak, etraflıca düşünmek boynumuzun borcu. Hatlar, yanlışlar her zaman kişilere bağlanmamalıdır, durum ve vaziyetin getirileri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Ancak, dedim ya kılı kırk yarmak, etraflıca düşünmek boynumuzun borcu…
Ben insanım, ben hata, yalan – yanlış yapabilirim demekle olmuyor, örneklemek gerekirse; askeri bir operasyonda veya sivil hayatımızda, bir inşaat amelesi, onuncu katta çalışıyor, gerekli önlemleri almadığımız takdirde yapılan yanlış ölümcül olabilir mesela.
Hayat bu, farklılık arz eder, yerine göre yüzde bin beş yüz ile, yerine göre yüzde kırk ile yetinmeyi, yani mutlak doğruyu ve yanlışı bilip, kabullenmek, kabullenip hayatımızda yer vermemiz gerektiğini anlamamız gerek.

Sapere aude
Bilge birisi olmaya cesaret göster, yine I. Kant’in konuyla ilgili açıklama denemesi…
“Kendi aklınla düşünmeye cesaret et”
Medeni cesarettir bu kardeşim, özgürce düşüncelerini ifade edebilmek, yanlıştan, cezadan korkmadan insan içinde, insan olmak!

Ast – üst ilişkisi, verimlilik ve hep ama hep kâr, kârlılık düşüncesi, ekonomik çıkarlar…
Gençliğimden beri nefret ederim bu kelimeden > Profit <
Müşteri gurubum vardı, ya nasıl anlatsam bilmiyorum, Wiesbaden çok eski bir yerleşim yeri, Hessen eyaletinin başkenti, bir semti var, villalar, aklınız hayaliniz durur. O villalardan hareket eden şirketler, özel danışmanlar, nasıl bir para, nasıl tarif etmem mümkün değil. Yine arşivlerime sağlık vermek isterim, anlatmıştım birkaç kez değişik vesilelerle, içlerinden bazılarıyla dost olmuştum. Bana kârı, kârlılığı anlatıyorlardı. Aslında anlatmalarına gerek yoktu, tamam gençtim ama kör değildim. Her taraf konuşuyordu, mesele duvarlarda asili duran sanat eserleri, para, çil çil para diye bağırıyorlardı adeta.
Ya bu dünyada her şey mi para, her şey mi menfaat?
Makalenin başında da değinmiştim, Amerika ve İngiltere üniversite eğitimi dendiğinde başı çekiyor(du). İkinci dünya savaşı sonrası İngiltere’de 18 yaşındakilerin yüzde üçü üniversiteye gidiyordu. Yani yılda yaklaşık yirmi bin kişi (!)
1980 – 90’lara gelindiğinde, üniversiteler öğrenci yoğunluğu nedeniyle oluşan masraflarına altından kalkamamaya başladı. Bunun üzerine zamanın hükümeti konunun araştırılıp bir rapor hazırlanmasını ister (Deakin report, bu raporda 100 kadar teklif vardır. Bunların yarısı kadarı masrafların nasıl kısılabileceği ile ilgiliydi). 1997’de Tony Blair’in seçimleri kazanmasıyla birlikte…
Buraya dikkat!!!
Blair, özel teşebbüsün yönetim > modellerini < kamuya yansıtmaya başladı! Yani kamu kurum ve kuruluşları özel teşebbüs mantığı ile kârlılık hesapları yapmaya başladı. Verimlilik, kâr, verimlilik ve yine verimlilik! Biraz kabaca olacak ama böyle “yöneticilere” söyleyebileceğim sözler bundan ibarettir:

Sizlerde ananınızdan çıktıktan sonra böyle büyümüş, böyle yetişmiş, böyle okumuş, böyle yaşamıştınız değil mi? Madem devlet, özel bir teşebbüs misali yönetilebilecek bir “müessese”, para, para, para diyecektiniz ne b.k yemeye devlet yönetmeye soyundunuz, idareyi elinize aldınız?

1998’de üniversite harçları öğrenci hayatlarına girdi. Artık parasız üniversite eğitimi tarihe karışmıştı.
Yılda 1000 Pound üniversite harcı, bir kısmı üniversite harcamalarına giderken bu paranın, bir kısmı maddi olanakları kısıtlı öğrencilere burs olarak bağlanıyordu.
Blair, beş sene sonra bir kez daha seçilince üniversite harçlarını 3.300 Pound’a kadar çıkardı (Üniversitesine göre). Amerika Birleşik Devletleri’yle kıyaslanacak olursa, yanında leblebi – çekirdek parası gibi kalıyor. Evet insan harcamak, istikballe oynamak bu kadar kolay(!)
Pandora’nın kutusu bir kez açıldı ya, Blair ondan sonra gelen seçimi kaybetmesine kaybetti AMA yerine gelenler bu sefer harcırahı 9000 Pound’a kadar çıkarmaya kalkıştı. Büyük protestolar fayda etmedi, artık İngiltereli öğrenciler yılda en azından 9000 Pound ödemek zorunda.
Genç insanlar, gencecik…
On – on beş sene içeresinde İngiltereli öğrencilere bu rakamları reva görenler, zamanında > ücretsiz < üniversiteye gitmişlerdi. Bu gençlerin hayalleri var, okuyup “adam” olmak, toplum içeresinde bir yerlere gelmek, kariyer yapmak. Paran varsa kızım, pamuk ellerini cebine, daha doğrusu ailen cebine atabiliyorsa oğlum hayallerini belki gerçekleştirirsin(!)
Ben mesela, çalışamıyorum, yok canım gidiyor eller yine ekmek tutsun ama yok, imkânsız… Yaş 52 ama kendim yetmiş – seksenlikler gibiyim. Babaannesi oğlana destek olmaya çalışıyor, evini – barkını kiraya verdi, burası Almanya, okumak ille maddiyata bağlı değil ama yine de para, para, para…
Ya olmasa?
Türkiye, İngiltere, Amerika…
İnsanlar satıp savıyor, varı – yoku, ne varsa elde avuçta çıkartıyor ki evlat okutsun diye…
Yoksa, yoksa ne yapacaksın? Kredi kardeşim kredi. Yine İngiltere’de, yılda 21.000 Pounddan fazla kazanmaya başladığında, yüzde 9 faiz ile borcunu geri ödemeye başlıyorsun…
Borç…
>>> Yaklaşık 30 sene sonra bitiyor <<<

Alt tarafı bir kâğıt parçası, yine kendimi örnek göstermek istiyorum, bilişimciyim, yok bildiğiniz tiplerden değil! Lise terkim…
Yani liseyi bile bitirmedim AMA ömrüm boyunca, özellikle meslek hayatımın son on senesi…
MUTLAK üniversite diplomasi gerektiren pozisyonlarda geçti. Yaptıklarım, yapmam gerekenler derin bilgi gerektiriyordu, şansım, mesleğimin hobim olması. Ancak…
Diplomam olmamasını hep bir şekilde his ettim, ettirdiler…
Ettirenler, gerçi ağızlarının paylarını aldılar ama çok zorladılar beni. Göz hizasındaydım onlarla hep, daima göz hizasında. Ast – üst ilişkisini bana yaşatamadılar. Anca bu bendim, şansım, karakterim, bilgim, herkes böyle mi?
Gençlerimiz, çocuklarımız…
Daha hayata atılmadan borç batağında(!)
Eğitim, mal mı? Çok şükür Almanya böyle değil, İskandinav ülkeleri böyle değil…
Demek ki başka türlüde oluyormuş öyle değil mi? Gerçi oralarda da maymunun gözü açıldı, İskandinav veya AB üyesi ülkeden olmayanlarda artık oralarda paralı okumak zorunda. İngiltereli gençler, İskandinav ülkelerinde. İnsanlar, benim gibi, bizim gibi canlarını dişlerine takip çocuklarının eğitimine yatırım yapmaya çalışıyorlar. Neden? Kendi yaşadıkları zorlukları çocuklar yaşamasın, daha rahat bir hayat sürsünler diye. Refah düzeyi…
Okudun okumasına, diploma sahibisin gerçi, belki çok iyi notlarla…
İyide be kardeşim, evladı okuttun okutmasına, “adam” ettin ya okul bittikten sonra iş bulamazsa?
Ki…
Biliyorsun birçoğu evde pinekliyor, hele Türkiye’de, neden? Başına seçtiklerin, basiretsiz, kendi soysuz pis hırsızları başında tutuğun, hesap sormadığın için. Farkındaysan…
Türkiye’deki üniversite yerleştirme programlarına falan hiç değinmedim, evladın o konuyu okumaya meyli var mı, yetenekli mi – değil mi meselelerine hiç girmedim. Belki ziraat ile ilgili…
Notları, sınavı bahane edip musiki okutuyorlar…
Önemli olan türbanlı bacılarımız istediklerini okusun, onlar önemli, sen, senin evladın değil canım kardeşim. Heriflerin hayatı yalan!

Sindire sindire, alıştıra, alıştıra, …
Üçüncü safha…
Neo – Liberalizm, diğer adıyla vahşi, ultra, süper kapitalizm üçüncü aşamasında…
İngiltere’de, şu an itibarıyla 2.300000 bin öğrenci var üniversitelerde. Neden, neden hala bu caba?
Hangi siyasi mantık, hangi ideoloji…
Eğitimin bu derece pahalanmasını öngörüyor?
Seksenlerde özelleştirme fırtınası, kamu mallarının peşkeş çekilmesi…
Evet, yangından mal kaçırırcasına, karı – kız satarcasına, haraç – mecaz kamunun özelleştirilmesi…
Doksanlarda özel teşebbüs > modellerinin < kamuya yansıtılması…
İki binlere gelindiğinde > doğrudan kamu rekabeti <…
Üniversitelerde birer “kamu teşebbüsü”!?
Amerikan modelli…
Amerikan hayranlarının egemenliği, birçok devlet asli görevlerinden biri olan halkı eğitmekten imtina ederek ki masraflı bir girişim, eğitimi özelleştirerek, okumak isteği ve niyetinde olanların maddi gücüne bağlayarak VE EN ÖNEMLISI eğitimi bir gelir kaynağı olarak “keşif” etmeleriyle bu sorumluluğu üzerlerinden atmaya başladılar. Düşünün…
sömestr başsına ortalama 30000 €. Eğitime gelenlerin azımsanamayacak çoğunluğu yurtdışından. Turizm geliri gibi, eğitim turizmi(!) Parana göre üniversiteni kendin seç, rekabet, serbest piyasa koşulları. Manchester mesela, yok dünkü o iğrenç bomba saldırısından söz etmek istemiyorum, sadece Manchester’da 130000 üniversite öğrencisinin olduğunu biliyor muydunuz? Yerleşik halkın yaklaşık üçte biri kadar(!) Üniversite kampüsünün büyüklüğü yaklaşık şehrin merkezi kadar.
International Society…
Marketing…
Üniversiteler artık bilginin, bilimin, araştırmanın, bilimsel çalışmaların yeri değil…
Birer şirket şeklinde yönetilmek ve çalıştırılmaktadır. Özgür düşüncelerin yerini verimlilik ve kâr almıştır. Nelerden bahis ettiğimi daha iyi anlamanız açısından…
Manchester Üniversitesi 1824 senesinde kurulmuş, 2004 yılında başka bir üniversiteyle birleşerek 40000 öğrenci, 11000 çalışanı ile İngiltere’nin en büyük üniversitesidir. VEEEEEEEEEEEEEEEE…
Yıllık cirosu 1 milyar Pounddur!!!

Farkındayım lafı fazla uzattım…
Saadete geliyorum:

Başımızdaki pezevenkler bilseler, ah bir bilseler…
Bir saniye dururlar mıydı acaba? Para için analarının a’sını, karılarının, kızlarının gerisini satmaktan geri durmayacak olanlar, bilginin, bilimin bu kadar çok para edeceğini bilseler acaba bu konuda da hamle yapmaktan geri dururlar mıydı?
Şaka bir yana, bilim ayaklar altında…
Dünya çapında!

Verification and validation…
In vino veritas, misali…
Yani, basite indirgeyerek gerçek mi? Ve yaşam ile bağdaşıyor, yararı, faydası, zararı var mı, gibi…
Falsification…
Yani, tahrif, yalanlaması…
Reversibility…
Çevirebilme, geri dönüşüm, verilen bir kararın fesi gibi kelimelerle açıklanabilir…
Evet, bilimin, bilimselliğin üç kaidesi…
İkinci veya üçüncü bir şahsın, aynı mantık dizini ve yöntemler ile yine aynı sonuca varması(!)
Bu yöntemler unutuldu mu yoksa para uğruna (…)!?

Ahlaksızlık diz boyu, pislik, k.çınızdaki b.klar paçalarınızdan akıyor beyler!

Ulan Recep…
Ahlaksız p.zevenk, Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz Tayyip…
O.ospunun dölü Erdoğan, ulan sen ne f.rlatmaymışsın be, böyle f.rlatma koca dünyaya az gelir yeminle!

Tüm başarısızlıklarına…
Tüm rezilliklerine…
Tüm yetersizliklerine hep bir kulp buluyor ya…
Adi hırsız…
Helal olsun diyeceğim geliyor ama diyemiyorum, yüreğim el vermiyor vatani, milleti, şehidi, çoğu henüz bozulmamış, bu pis hastalığa kapılmamış namuslu ve dürüst insanlarımız düşündükçe.

Ya utanmasa…
15 – 20 seneden beri tüm yaşanmışlığı FETÖ’ye bağlayacak…
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış o hesap!

Kolay gelsin… İğrendirdiniz artık, iğrendirdiniz!

Hande Fırat yine piyasada, Hande ve diğerleri…
İnsan…
Bu kadar mi g.öt yalama müptelası olur, bu kadar mi?
İğrendirdiniz artık, resmen tiksindirdiniz. O, Recep Tayyip kahpenin doğurduğu…
Gitti Trump’ı yaladı, yuttu, sizlerde onun k.çını yalamaktan bıkmadınız!

Hani nokta koymaya gitti ya…
Trump onun g.tüne, Emine’nin bilmem nesine noktayı koydu…
Onlardan bana ne? Ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ama Türk milletine…
Hep aynı terane, hep aynı nakarat…
Yok önemli müttefik, yok vaz geçilmez, yok Kore şu bu…
Ulan olgum siz ne zaman aklanacak ne zaman gerçekten adam olacaksınız?

Gemisini yürüten kaptan(!)
Gemi batmak üzere, kimin umurunda?

### Mutlaka, anlıyor musunuz MUTLAKA okunması gerek ###

Ladies first…
Zeynep Gürcanlı Hanımefendinin kaleminden:

Mehmetçik “lejyoner” mi oluyor?

Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Katar Emiri’nin ülkesinde askeri üs kuruyor.
TSK’nın Katar üssüne ilişkin anlaşma imzalandı, TBMM onayına sunuldu. Anlaşmanın onaylanmasının ardından Mehmetçik Katar’da konuşlandırılacak.
Ancak anlaşma metnine baktığınızda “belirsizlikler”, böylesine önemli bir anlaşmada hiç olmayacak unsurlar göze çarpıyor:
– SORU: NEDEN KATAR? YANIT: “FETÖ İLE İYİ MÜCADELE EDİYOR”- Anlaşmada, Mehmetçiğin neden Katar’a gönderileceğine ilişkin hiçbir unsur yer almıyor. TBMM Dışişleri Komisyonu’nda, CHP’li vekiller de bu soruyu soruyorlar Dışişleri Bakanlığı’ndan anlaşmayı anlatmak için gelen Büyükelçi Ümit Yardım’a… Yanıt ise son derece ilginç…
Büyükelçi Yardım, uzun uzun “Katar’ın 15 Temmuz darbesi sırasında nasıl Türkiye’nin yanında durduğunu, FETÖ ile mücadele konusunda ne kadar yardımcı olduğunu, Katar’da hiç FETÖ unsur bırakmadığını” filan anlatıyor.
Büyükelçinin açıklamalarından şu ortaya çıkıyor: Bundan sonra FETÖ ile iyi mücadele ediyor diye bazı ülkelere, Mehmetçik gönderilecek… O ülkeleri korumak, gerekirse de o ülkeler adına savaşmak üzere…
– “TÜM MASRAFLAR KATAR’A AİT”- Anlaşmada dikkat çeken bir başka unsur, Katar’a gidecek Mehmetçiğin görev yapacağı üssün inşasından orada görev yaparken ortaya çıkan masraflara kadar her şeyin Katar hükümeti tarafından karşılanacak olması…
İlk bakışta “Ne güzel işte, Türkiye’nin cebinden bir şey çıkmayacak” diye düşünenler olabilir. Onlara şu soruyu sormak lazım; “Masraflar karşılanıyor iyi de, Mehmetçik neden Katar’a gönderiliyor?” Elbette Katar’ın güvenliğine “katkı için”. Yani Katar, komşularıyla bir sorun yaşasa, Mehmetçik devreye sokulacak, Katarlılar Mehmetçik tarafından “korunup kollanacak”. Yani Katar’ın yaptığı masrafları, Mehmetçik “kanıyla” ödeyecek. Ama Türk maliyesinden “tek kuruş bile çıkmayacak…”
Lafı dolandırmaya gerek yok…
CHP Hatay Milletvekili Mevlüt Dudu, lafı hiç dolandırmadan, Mehmetçiğin düşürüldüğü durumu da sorduğu sorularla özetledi bile…
“Türkiye Katar’da ne karşılığında askeri üs kuruyor? Bunun masrafını niye Katar karşılıyor? Kaç yıl orada olacağız? Katar’ın stratejik önemi nedir, hiçbir askeri gücü olmayan Katar’ın bize ne faydası olacaktır? Türk askeri para karşılığı Katar’ın jandarmalığını mı yapacak? Sünni blokun Şii eksenine karşı korunması görevini mi yapacak?”
– ASIL HEDEF “İRAN” MI?- Tüm bunları bir de İran Savunma Bakan Hüseyin Dekhan’ın, Suudi Arabistan’ın başını çektiği, Katar’ın içinde yer aldığı Sünni Arap bloğuna karşı “Mekke ve Medine hariç güvenli yer bırakmayız” tehdidiyle birlikte okuyun.
İran bu sözünü yerine getirmeye kalkıp, Katar’a da saldırsa ne olacak? Doğru düzgün ordusu olmayan Katar adına Mehmetçik mi İran’la çatışmaya sürülecek? Ardından Suudi ve Katar çıkarlarını korumak için Türkiye de İran’la çatışmaya mı girecek? Bu soruların da yanıtı yok.
– “MAHKEMELER” DEĞİL “HÜKÜMETLER” ANLAŞMAZLIK ÇÖZECEK- Durun, daha bitmedi… Anlaşmanın son derece vahim bir başka unsuru daha var. Anlaşmanın 16. maddesi aynen şöyle diyor: “Herhangi bir anlaşmazlık taraflar arasında müzakereler yoluyla çözümlenir ve çözüm için herhangi bir ulusal ya da uluslararası mahkeme ya da üçüncü tarafa götürülmez.”
Katar’ın bir çeşit “aşiret devleti” olduğunu, tek adamla -Emir- yönetildiğini, ülkede hukuk da bizzat “Emir’in emirleri” olduğunu biliyoruz da… Ya Türkiye Cumhuriyeti? Anlaşma, Katar’da Mehmetçiğin yaşayabileceği küçük ya da büyük her türlü olumsuzluk konusunda mahkemeleri devre dışı bırakıyor. Türkiye Cumhuriyeti bir “hukuk devleti” değil miydi? Yaptığınız ev kirası sözleşmelerinde bile “şu mahkeme yetkilidir” diye yazarken, Katar’a göndereceğimiz Mehmetçiğin yaşayabileceği sorunlar için ulusal ve uluslararası tüm mahkemelerin “devre dışı” bırakılmasının nedeni ne olabilir?
Tüm bu unsurları alt alta toplayın. Mehmetçiğin Katar’da yapacağı görevi tek kelimeyle özetlemek gerekirse akla ilk olarak “lejyonerlik” geliyor. Ben durumu özetleyen daha iyi bir tanım bulamadım. AKP hükümeti ya da Genelkurmay Başkanlığı, Katar’da Mehmetçiğin durumunu daha iyi ifade edebilecek bir tanıma sahipse, lütfen kamuoyuyla da bir zahmet paylaşsın…
SONRAKİ AŞAMA “PKK’YI TERÖR LİSTESİNDEN ÇIKARMAK” MI?
AKP hükümeti Suriye’deki PYD-YPG konusunda o kadar çok hata yaptı ki!
İlk hata, Suriye’deki Esad rejimi konusundaki “üç saatte Şam’da namaz” yaklaşımıydı. AKP hükümeti, Suriye’deki rejimle adı konulmamış “savaş” durumuna geçerken, Esad’ın birkaç ay içinde düşürüleceğini, yerine de Türkiye’deki İslamcıların pek sevdiği İhvan-Müslüman Kardeşler çizgisinde bir hükümet getirileceğini hesapladı. Esad’ın direnmesi, başka aktörlerin devreye girmesi, çatışmaların uzaması ihtimali hiç düşünülmedi. Dolayısıyla da, Suriye’nin kuzeyinde dağınık, tüm haklarından mahrum yaşayan Kürtlerin PKK terör örgütü kontrolüne girip, örgütlenebileceği hesaplanamadı.
Ardından “görmezden gelme” yaşandı. PKK terör örgütü Suriye’nin kuzeyine yerleşirken, AKP hükümeti de Türkiye’deki ne idüğü belirsiz “barış süreci”yle meşguldü. PKK’nın Suriye’deki zihni destekçilerini, örgütleyip “silahlı güç” haline getirmesi üzerine gidilmedi.
Üçüncü aşama “yalpalama” oldu. IŞİD’in ilerleyişine karşı direnen PKK’nın örgütlediği PYD-YPG unsurları zaafa düştüklerinde ABD devreye girdi. O dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan bir gün önce “Kobani düştü düşüyor” derken, ertesi gün “Kobani düşmesin” diye Iraklı peşmergelerin Türkiye topraklarını kullanarak Suriye’ye girmesine, PYD-YPG’yi IŞİD’in elinden kurtarmasına izin verdi.
Dördüncü aşama, Türkiye’deki “barış sürecinin” AKP’nin oylarını düşürdüğünü gören hükümetin, üzerine “milliyetçilik” gömleğini geçirmesi oldu. Önce görmezden gelinen ardından “yardımına koşulan” PYD-YPG’ye karşı bu sefer topyekün savaş ilan edildi. O kadar ki, bir terör örgütü Türkiye’yle bir tutularak, “ya onlar, ya Türkiye” gibi bir söylem belirlendi.
Ancak dört yılda yaşanan bu kadar yalpalama sonucunda iş işten geçmişti; YPG-PYD -AKP hükümetinin de bizzat desteğiyle (MİT/TSK korumasında, tam da bir 29 Ekim günü Türkiye topraklarından geçirilen Iraklı peşmergeleri hatırlayın)- Suriye’de hatırı sayılır bir toprak parçasının kontrolünü ele geçirdi. Üstelik, kendisine ABD gibi Rusya/İran gibi müttefikler edindi.
Şimdi sıra “çete” kıvamındaki PYD-YPG’nin “ordu” haline getirilmesine geldi. Bu iş de, bizzat ABD Başkanı Trump’ın talimatıyla PYD-YPG’ye ağır silah sağlanarak gerçekleştirilmeye başlanıyor.
Tüm bunları alt alta koyunca Ankara’daki AKP hükümetinin Trump yönetimine karşı yeri göğü yıkmasını beklerdiniz değil mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump ile görüşmek üzere Washington’a gidiyor.
Bir sonraki adımın PKK’nın da önce ABD’nin, ardından AB’nin terör listesinden çıkarılması olmasından korkuyorum…

http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/zeynep-gurcanli/mehmetcik-lejyoner-mi-oluyor-1849729/

Sayın Uğur Dündar,
BOP eş başkan kaşar dinci ve sözde siyasetçi, vatan ve millet haini, ileri demokrasi mucidi Recep Tayyip Erdoğan(!)

ABD’nin asıl hedefi büyük Kürdistan’ı kurmak!..

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’dan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde çarpıcı tespitler:
Sevgili okurlarım, ABD Başkanı Trump’ın, PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’nin askeri kolu YPG’ye ağır silah ve mühimmat verilmesi kararını alması Türkiye-ABD ilişkilerini ağır bir krizin eşiğine getirdi. Gelişmeler, Amerika ile Batı dünyasında geniş yankı yarattı. Örneğin İngiltere’de yayımlanan Times Gazetesi “Trump’ın bu adımının Türkiye’yi küçük düşürdüğünü” yazdı. ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi James Jeffrey de, “Kararın Türkiye açısından ihanet olduğunu, Ankara’nın misilleme yaparak İncirlik Üssü’nü kapatabileceğini” açıkladı.
Krizin çok dikkat çeken yönü ise Trump’ın acele ederek kararını Erdoğan’la Beyaz Saray’da 16 Mayıs’ta yapacağı görüşmeyi beklemeden açıklatmış olması!.. Bu davranış basınımızda ve siyasi çevrelerde diplomatik nezaketsizliğin de ötesinde “aşağılayıcı” olarak değerlendirildi. CHP yönetimi, Cumhurbaşkanı’nın Washington ziyareti kararını gözden geçirmesi gerektiğini belirtti. Bazı emekli büyükelçilerimiz de ziyaretin iptalini önerdiler.
Bu durumda tüm öngörüleri doğru çıkan bilge diplomat, emekli Büyükelçi Sayın Şükrü Elekdağ’a, bu krizi nasıl yorumladığını sordum.
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (ŞE): Önce, Trump’ın erken karar almak suretiyle Ankara’ya nasıl bir mesaj vermek istediğini değerlendirelim. Ankara, Erdoğan-Trump görüşmesinin verimli geçmesi için gerekli ön hazırlıkların yapılması ve bir altyapı oluşturulması amacıyla Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü’nden oluşan üst düzey bir heyeti Washington’a göndermişti. Bu heyet muhakkak ki Amerikalı asker ve sivil muhataplarına, Ankara’nın endişelerini, sorunun çözümüne yönelik önerilerini detaylı bir şekilde izah etmiş ve YPG’nin silahlandırılmasının ilişkileri sürükleyeceği tehlikeli çıkmazı vurgulamıştır. Yani Trump, YPG’yi ağır silahlarla donatma kararını, Türk heyetiyle yapılan görüşmelerle ilgili olarak kendisine sunulan rapor ışığında vermiştir. Bu durumda, Trump’ın, kararını erken açıklatarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şu mesajı vermek istediği tartışma götürmez: “Rakka harekâtını PYD/YPG ile yapacağım. Bu kuruluşu savaşın icaplarına göre silahlandıracağım. Bu husustaki kararım nihaidir ve müzakereye açık değildir!..”
UĞUR DÜNDAR (UD): Bu açık mesaja rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan Washington’a gitmeli mi?..
ERDOĞAN, BEYAZ SARAY’A MUTLAKA GİTMELİ
(ŞE): Evet, gitmeli!..
Çünkü, Türkiye için yaşamsal nitelikte önemli ve ağır sonuçlar doğurabilecek bir güvenlik sorunuyla karşı karşıyayız. Erdoğan’ın Trump’la yüz yüze görüşmesi şu nedenlerle zorunlu: Birincisi, Washington’da taşlar henüz yerine oturmuş değil… Bu ortamda bazı siyasetçi, komutan ve diplomatlar kararı savunurken, bazıları da Türkiye ve Irak’ta PKK’ya terörist diyen ABD’nin, onun Suriye’deki uzantısı PYD’ye “ortak” demesini anlamsız buluyor. Ayrıca Trump’ın, 1 Mart Tezkeresi nedeniyle Türkiye’ye beslediği husumeti bir türlü unutamayan CENTCOM’un (Irak ve Suriye’den Sorumlu Merkezi Komutanlık) etkisi altında kaldığı ABD basınında sıkça yer alıyor.
İkincisi, Erdoğan ile Trump, 25 Mayıs’ta Brüksel’de toplanacak NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne katılacaklar. Bu toplantı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ABD’nin kararının sakatlığını ortaya koyması için önemli bir forum oluşturacaktır. Trump’la Beyaz Saray’da yapacağı yüz yüze görüşme, Erdoğan’a, NATO zirvesi için hazırlanma imkânını sağlayacaktır. Son olarak da Trump’ın kararı, harekâta gerekli bütçe tahsisi için ABD Kongresi’nde ele alınacaktır. Bu itibarla, Beyaz Saray randevusu Erdoğan’a, Trump yönetimince izlenen politikanın hatalı olduğunu Batı kamuoyuna anlatmak için kaçırılmaması gereken bir fırsat yaratmaktadır.
(UD): Cumhurbaşkanı Erdoğan, yüksek perdeden konuşup, “Ortadoğu’da Türkiyesiz bir karar verilmesi düşünülemez… Türkiye’nin fikrine müracaat etmeden karar alanlar ağır bedeller öderler. Yanlıştan bir an önce dönülmesini temenni ediyorum” diyor. Yani Erdoğan, “Ben Washington’a, Trump’a fikir değiştirtmek için gidiyorum” diyor. Bu sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?

AMERİKA PYD/YPG’YE DAHA FAZLA GÜVENİYOR
(ŞE): Bence, bu noktadan sonra Trump geri adım atmaz!.. Ama Erdoğan, yaptığı açıklamalarla Trump’a kendi kırmızı çizgilerini kabul ettirmek için Beyaz Saray’a gideceği algısını yaratmak istiyor. Washington’a giden heyetin yaptığının ön görüşmelerden ibaret olduğunu, kendisinin söyleyeceklerinin ise “virgül değil nokta değerinde olacağını” söyleyerek, Beyaz Saray randevusunda ezber bozucu görüşler ortaya koyacağını ima ediyor. Ancak bu ifadelerin boş “retorik” olduğunu biliyoruz. ABD yönetimi Rakka’nın ele geçirilmesi için PYD/YPG’ye Türkiye’den ve yandaşı Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) daha çok güvendiğini ortaya koydu. Zaten ağır silah ve mühimmatı YPG’ye teslim etmeye başladılar bile!..
(UD): Amerika’nın Suriye stratejisi Türkiye’nin bekasına ve ulusal güvenliğine en ağır tehdidi oluşturuyor!..
TÜRKİYE’Yİ TEHDİT EDEN ÖRGÜTLERLE İŞBİRLİĞİNDE
(ŞE): Doğru!.. ABD, Türkiye’nin ulusal ve toprak bütünlüğüne karşı en ciddi, en acil tehdidi oluşturan ve en acımasız terörü yürüten PKK/PYD ile işbirliği yapıyor. Gerçekte Türkiye’nin son yıllarda karşılaştığı tehditlerde olağanüstü bir artış var. Savunma Bakanı Işık, son iki yılda yapılan operasyonlarla askerimizin 10 bin PKK teröristini öldürdüğünü, bu suretle PKK’nın belinin kırıldığını övünerek açıkladı. Ne yazık ki, PKK’nın belinin kırıldığı doğru değil! Çünkü Rakka harekâtından sonra Türkiye, karşısında büyük çoğunluğu Amerika tarafından eğitilmiş ve ağır-modern silahlarla donatılmış 60 bin kişilik bir PKK/YPG ordusu bulacak. Esasen, ABD’nin Rakka harekâtını YPG ile yapmasının başta gelen bir nedeni, savaştan başarılı çıkacak PYD’nin barış masasına oturarak meşruiyet kazanmasını ve ABD’nin desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde oluşturulan Kürt Özerk Bölgesi üzerinde hak iddia edebilmesini sağlamaktır.
(UD): ABD Suriye’de, IŞİD’le mücadele amacıyla bulunduğunu söylüyor olsa da, Washington’un esas amacının “Büyük Kürdistan”a zemin hazırlamak olduğu artık gün ışığına çıkmış durumda…
(ŞE): ABD’nin Ortadoğu için en önemli jeopolitik dizaynı “Büyük Kürdistan” projesidir. Bu projeyi uygulamada Washington’un orta/uzun vadeli hedefi, kendi patronajında ve ABD’ye velinimet olarak bakan Barzani’nin yönetiminde bir Kürt jeopolitik havzası yaratmaktır. Bu stratejik bir karardır. Bu havzada öncelikle atılacak adım, Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin ilk nüvesini oluşturmak ve bunun Suriye’nin kuzeyindeki Akdeniz’e çıkışı olan “Kürt koridoruyla” birleştirilmesidir. Sonra da bu devletin Türkiye’nin Güneydoğu bölgesiyle bütünleşmesi ve böylece “Büyük Kürdistan”ın ilk aşamasının kurulmasıdır. “Büyük Kürdistan”ın ABD için önemi, zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip bulunmasından, stratejik konumundan ve bölgede İsrail gibi tam güven duyacağı ikinci müttefiki yaratacak olmasından ileri geliyor. ABD, bölgede kendisine biat edecek ve askeri kuvvetlerinin operasyonlarını sorgulamadan ve hiçbir kısıtlama koymadan gerçekleştirmesini kabul edecek müttefik arıyor. Barzani’nin başkanlığında oluşturulacak “Büyük Kürdistan Devleti” böyle bir müttefik olmaya en ideal adaydır. ABD’nin bölgesel stratejisinin kilit unsuru olacaktır. İsrail ise silahlanmasına azami önem vereceği bu yeni devletle, Arap dünyasına karşı bir müttefik ve güvence kazanacaktır.
TRUMP’IN VERECEĞİ SÖZLER LAFTA KALIR
(UD): Türkiye’nin dış politikasını ve savunma stratejisini bu gerçekler üzerine bina etmesi zorunlu!.. Şimdi Cumhurbaşkanı’nın Washington ziyaretine dönelim. Trump, Türkiye ile krizin tırmanmasını önlemek için ne gibi sakinleştirici önerilerde bulunabilir?
(ŞE): Muhtemel öneriler şimdiden basına aksetti. Bu bağlamda, Rakka’nın IŞİD’den temizlenmesinden sonra demografisinin değiştirilmeyeceği ve Araplara teslim edileceğinden ve PKK ile mücadelesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “anlık” istihbarat verileceğinden söz ediliyor. Kamuoyumuz Başkan Bush döneminde bu anlık istihbarat desteğinin ABD makamlarınca nasıl istismar edildiğini hatırlayacaktır. Yani ortada ciddi, dişe gelir bir öneri yok! Bir de Türkiye’nin güney sınırlarına ABD tarafından güvenlik sağlanması önerisi var ki, buna gülüp geçmek lazım! Üzerinde önemle durulması gereken bir nokta, Trump’ın kararına Türkiye’nin nasıl mukabele edeceğidir. Ancak, bu konunun sağlıklı bir şekilde irdelenmesinin, Cumhurbaşkanı’nın Washington ziyareti sonuçları ışığında yapılması isabetli olacaktır.

http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/ugur-dundar/abdnin-asil-hedefi-buyuk-kurdistani-kurmak-1848353/