Für mich IST wichtig das,
1. Das es zu keiner Unipolaren Welt kommt
2. Die AMerikaner und Engländer eins aufs Maul bekommen
3. JEDER der mit dem Tayyip zusammenarbeitet IST automatisch mein Gegner
— Ich rechne ab ABER auf meine Art —
Ja AUCH der Tayyip IST einer dieser Kreaturen…
Guckst du…
RAND Corporation!
WARUM dieser Elan…
WARUM…
Diese na sagen wir nicht Hass,
Abneigung, noch ist es NICHT feindselig!
Ich hatte, vor einigen Wochen in Rüdesheim…
Unsere sehr angenehm und anregende Unterhaltung mit Amerikanern…
Aber wenn es um ihre POLITIK geht…
DANN!
Richtig alles braucht seine Zeit,
Den richtigen zur richtigen Zeit UND…
Am richtigen Ort!
— Amazon —
Ist NICHT vergessen. J. Bezos WIE E. Musk
Kommt noch, zuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu
Heiß.
Mein HERZ, heute paar mal die Welt gewechselt,
Waren es 61000 Hitzetote 2022?
Ich meine
Morgen früh und am Donnerstag…
Medizinfrau bzw. Mann
Verteufelt uns NICHT, denn nicht wir sind es SONDER die Schöpfer die einige Kreaturen für ihre Zwecke nutzen
Wenn die Zeit dafür reif IST
„Unabhängiger Expertenkreis stellt Bericht zur Muslimfeindlichkeit in Deutschland vor
PRESSEMITTEILUNG 29.06.2023
Bericht stellt fest, dass antimuslimischer Rassismus in weiten Teilen der Gesellschaft verbreitet und alltägliche Realität sei“
https://www.bmi.bund.de/SharedDocs/pressemitteilungen/DE/2023/06/uem-abschlussbericht.html
BMI?
Bundesministerium des Innern und für Heimat
Bir gün
„Hz. Muhammed dışında hiçbir peygamber onu aslî şekliyle görmemiştir. Resûlullah’a peygamberliği süresince 26.000 defa vahiy getirmiştir.“
„CEBRÂİL
جبرائيل
İlâhî emirleri meleklere ve peygamberlere ulaştıran vahiy meleği.
Müellif:
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ, ZEKİ ÜNAL
Yahudi ve hıristiyan kaynaklarında Gabriel şeklinde geçer. “Güçlü insan” anlamındaki geber ile “Tanrı” mânasındaki el kelimelerinden oluşan Gabriel’in Keldânî veya Süryânî menşeli olduğu kabul edilir. Kelime Yunanca ve Latince’ye de aynı şekilde geçmiştir.
Cebrâil Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta büyük meleklerden olup Kitâb-ı Mukaddes’te ismi geçen üç melekten biridir. Adından ilk defa Daniel kitabında (8/15-26, 9/21-27) söz edilir. Ahd-i Atîk’te ve apokriflerde verilen bilgilere göre Cebrâil altı melekle birlikte Tanrı’nın huzurunda sol tarafta durur, azîzlerin duasını O’na iletir, cennete nezaret eder; birinci semanın hâkimidir; en önemli şefaatçidir. Kötüleri yok eder, şeytanları ateş fırınına atar ve tabii güçleri yönetir (Tobit, 12/15; Enoch, 9/1, 9-10, 20/7, 40/1-9, 54/6; Hezekiel, 9/3, 10/2). Yahudilik’te Cebrâil, Tanrı’nın buyruklarını yaratıklara bildirip elçilik görevi yapan bir melektir, aynı zamanda adalet ilkesidir. Hz. Yûsuf’u kardeşlerine götürmüş, Hz. Ya‘kūb’la güreş tutmuş, Mîkâil ile birlikte Hz. Mûsâ’nın defnedilişine katılmıştır (IDB, II, 333; Davidson, s. 119).
Ahd-i Cedîd’de ise Cebrâil’den iki defa söz edilir. Bunlardan birinde Hz. Zekeriyyâ’ya görünerek ona “Tanrı’nın önünde duran Cebrâil” olduğunu söylediği ve Hz. Yahyâ’nın doğacağını haber verdiği, diğerinde Hz. Meryem’e görünerek ona Hz. Îsâ’yı müjdelediği anlatılır (Luka, 1/11-20, 26-38). Hıristiyanlığa göre de Cebrâil, peygamberlere insan şeklinde görünerek Tanrı’dan vahiy getiren büyük bir melektir (Ahmed Abdülvehhâb, s. 38-48).
İslâm dininde Cebrâil Hz. Peygamber’e ilâhî emirleri bildiren vahiy meleğidir ve dört büyük melekten biridir. Arapça’da vahiy meleği değişik kelimelerle ifade edilmekle birlikte en meşhurları Cebrâîl, Cebreîl, Cebrîl, Cibrîn ve Cibrîl’dir. Müslüman dilcilerin çoğu, muhtemelen hadis mecmualarındaki bazı rivayetlere (Müsned, V, 15-16; Buhârî, “Tefsîr”, 2/6, 16/1) dayanarak Cebrâil’in, “Allah’ın kulu” anlamına gelen İbrânîce asıllı bir kelime olduğunu kabul ederken bazıları da “Allah’ın gücü” demek olan Arapça ceberûtullah tamlamasından geldiğini ileri sürmüşlerdir. Cebrâil’in “kuvvet” mânasına gelen cebr ile alâkası dikkate alınarak bu anlamı da kapsadığı düşünülebilir.
Cebrâil Kur’ân-ı Kerîm’de Cibrîl, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Rûh ve Resul şeklinde beş değişik isimle ifade edilir. İlgili âyetlerde belirtildiğine göre Cebrâil karşı konulamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir; “arşın sahibi” nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine mutlaka itaat ettiği şerefli bir elçidir (en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21). Hz. Meryem’e normal bir insan şeklinde görünerek rabbinin elçisi olduğunu ve ona temiz bir erkek çocuğu bağışlamak için geldiğini söylemiş (Meryem 19/17-19), Hz. Îsâ doğduktan sonra Allah’ın emriyle ona destek olmuş, Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’i vahyedip öğretmiştir. Hz. Peygamber onu bir kere “açık ufuk”ta, bir kere de “sidretü’l-müntehâ”da aslî hüviyetiyle görmüştür. İnkârcılara karşı Hz. Peygamber’in dostu, müminlerin destekleyicisidir. Kadir gecesinde meleklerle birlikte yeryüzüne iner, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, s. 163, 326).
Cebrâil hadislerde Hz. Peygamber’e vahiy getiren, Kur’an’ı öğreten ve değişik konularda hükümler bildiren, Resûl-i Ekrem’e, hatta bazan ashaba insan şeklinde görünen bir melek olarak sık sık anılır. İlgili hadislere göre Cebrâil dünyada ve âhirette Allah ile kulları arasında elçidir; hem meleklere hem peygamberlere ilâhî emirleri tebliğ eder, bu sebeple de Allah’la vasıtasız konuşur (Müsned, II, 267; III, 230; Buhârî, “Tevḥîd”, 33). İlk defa Hira dağında, bütün ufku kaplamış ve bir taht üzerinde oturmuş halde Hz. Peygamber’e gelip aslî sûretinde görünmüş, onu kuvvetle sıkarak okumasını istemiş, böylece ilk vahyi getirmiştir (Buhârî, “Taʿbîr”, 1, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 257, 258). Mi‘racdan önce Hz. Peygamber’in kalbini “hikmet”le doldurmuş, bu sayede Peygamber’in cismi ruh gibi hafiflemiş ve bu mûcizevî yolculukta ona aslî sûretinde ikinci defa görünmüş, melekût âlemi hakkında bilgiler vermiştir (Müsned, I, 257; Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6).
Hadislerde Cebrâil’in zaman zaman güzel bir insan şeklinde, birkaç defa da Dihye b. Halîfe adlı sahâbînin sûretinde Hz. Peygamber’e gelerek onu abdest, namaz, kurban, hac gibi ibadetlerin mahiyeti ve uygulama şekilleri hakkında eğittiği, itikadî, fıkhî ve ahlâkî konularda açıklamalarda bulunduğu, ashaptan bazılarının da bunların bir kısmına şahit olduğu rivayet edilir (Müsned, II, 325; IV, 129, 161; Müslim, “Mesâcid”, 166, 167). Hatta Medine’de Hz. Peygamber’in huzurunda otururken görüldüğü yer, daha sonra “makām-ı Cibrîl” diye anılmıştır. Cebrâil özellikle ramazan aylarında her gece Resûlullah’a gelerek nâzil olan âyetleri baştan sona kadar onun ağzından dinlerdi. Hz. Peygamber’in vefat ettiği yıl bu işi iki defa tekrarlamıştır (Müsned, I, 288, 325; Buhârî, “Ṣavm”, 7). Yine hadislerde belirtildiğine göre Cebrâil, yahudilerin sorularına cevap vermede, inkârcılara karşı gerçek bir peygamber olduğunu ispatlamak için mûcizeler göstermede Hz. Peygamber’e yardımcı olmuş (Müsned, III, 108, 113), insan şekline girip müslümanlarla birlikte bazı savaşlara katılmış, kâfirleri hicveden şair Hassân b. Sâbit’e şiirlerinde ilham vermiştir (Müsned, IV, 286; VI, 56; Buhârî, “Meġāzî”, 17; Müslim, “Feżâʾil”, 46, 47). Hz. Peygamber, Cebrâil’in Allah nezdindeki üstün mertebesini dikkate alarak dualarında “Cibrîl’in rabbi” ifadesini kullanmış ve bir anlamda onunla tevessülde bulunmuştur (Müsned, VI, 61, 156; Nesâî, “Sehiv”, 88). İslâmî gelenekte Cebrâil’in adı anılınca ona salâtüselâm getirmek dinî terbiyenin bir gereği sayılmıştır.
Tefsir, hadis şerhi, siyer, tasavvuf, tarih, kelâm, felsefe kitapları vb. İslâmî kaynaklarda Cebrâil’in isimleri, nitelikleri, görevleri, insan şeklinde görünüşü ve üstünlüğü gibi konularda geniş bir literatür oluşmuştur. Bu kaynaklarda Cebrâil Kur’ân-ı Kerîm’deki isimleri yanında Rûhullah, Hâdimullah, er-Rûhu’l-a‘zam, el-Aklü’l-ekrem, en-Nâmûsü’l-ekber, el-Aklü’l-fa‘‘âl, Vâhibü’s-suver, Hâzinü’l-kuds, Tâvûsü’l-melâike” gibi unvanlarla da anılır. Aynı kaynaklarda ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’deki isimlerinin mânaları açıklanmıştır. Buna göre o, karşısında durulmayacak üstün güce ve zaruri bilgilere sahip olduğu için Cibrîl, saygı duyulması gereken üstün bir mevkide bulunduğu veya dinî hayatın gerçekleşmesinde önemli rol oynadığı yahut latif olduğu için Rûh, ilâhî buyrukları tahrif etmeden Hz. Peygamber’e ulaştırdığı için Rûhulemîn, insanların mânevî açıdan temizlenmesini sağlayan vahyi getirdiği veya hiç günah işlemeyen tertemiz bir kul olduğu için Rûhulkudüs diye nitelendirilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, s. 411; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 166; Âlûsî, I, 317; Elmalılı, I, 432).
İslâmî kaynaklara göre Cebrâil, arşı taşıyan ve “mukarrebîn” adı verilen meleklerdendir. Emrinde arşın çevresinde bulunan meleklerden bir ordu vardır. Mükemmel bilgilere ve tasavvur edilemeyecek derecede üstün güce sahiptir. Nurdan yaratılmış olup görünüşü son derece güzeldir. Mânevî bir varlık olmasına rağmen Cebrâil’i cismanî varlık şeklinde tasvir eden bir kült oluşmuştur. Buna göre onun yüzü beyaz, saçı mercan gibidir. İnci ve yâkutlarla süslenmiş olan yeşil renkli 600 kanadı vardır. Her bir kanadı arasındaki mesafe doğu ile batı arasındaki mesafe kadardır. Başında beyaz sarık vardır. Bedir Gazvesi’ne sarı renkli bir sarıkla katıldığı görülmüştür. Makamı yedinci kat gökteki sidretü’l-müntehâdır. Allah nezdinde üstün makam sahibi olmasına rağmen O’nu göremez. En son ölecek ve âhirette ilk dirilecek varlıklardandır. Son derece süratli hareket eder. Hz. Muhammed dışında hiçbir peygamber onu aslî şekliyle görmemiştir. Resûlullah’a peygamberliği süresince 26.000 defa vahiy getirmiştir. İslâmî kaynaklarda Cebrâil’in eski peygamberler ve kavimleriyle ilgisine dair bilgiler de vardır. Buna göre Cebrâil Hz. Âdem’e harfleri ve ziraatçılığı öğretip onu Mekke’ye götürmüş, Hz. Nûh’a gemi yapımında yardımcı olmuş, Lût kavmiyle diğer isyankâr ümmetleri çeşitli felâketlere uğratmış, Hz. İbrâhim’i ateşten korumuş, Hz. Mûsâ’ya Mısırlı sihirbazlar karşısında yardım etmiştir. Aynı kaynaklarda Cebrâil’in, kıyamette amellerin tartılmasına nezaret edip Allah ile yaratıkları arasında elçilik görevini sürdüreceği söylenir. Müslüman müelliflerin verdiği bu bilgilerin bir kısmının Hz. Peygamber’e isnat edilen, ancak muteber hadis mecmualarında yer almayan rivayetlere, bir kısmının ise İsrâiliyat’a dayandığı kabul edilmektedir.
Cebrâil’in mahiyeti ve sahip olduğu niteliklerin yorumuyla ilgili spekülasyonlar tam bir skolastik görünüm arzetmektedir. Meselâ kelâmcılar başta olmak üzere birçok İslâm bilgini, Cebrâil’in Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’le (İbnü’l-Cevzî, IV, 127) Hz. Meryem’e normal insan şeklinde, pek çok hadiste de (Reşîd Rızâ, IX, 163) Hz. Peygamber’e ashaptan Dihye b. Halîfe veya tanınmayan güzel bir “A‘râbî” sûretinde görünmesini (temessül) dikkate alarak onun çeşitli şekillere girebilen ve peygamberler dışındaki insanlarca da görülebilen “latif cisim” türünde bir varlık olduğunu kabul etmişlerdir. Bununla birlikte onun, “yerle göğün arasını dolduracak kadar büyük olan 600 kanatlı bünyesi”nin nasıl olup da bir insan bedeni halini alacak kadar küçülebildiği konusu izaha muhtaç görülmüştür. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Cebrâil’in insan şekline bürünmesi anında insan bünyesinden fazla olan kısımlarının Allah tarafından yok edilip sonra tekrar iade edildiği veya Cebrâil’in aslî bünyesinde bir değişiklik olmayıp sadece onu görenlerin gözünde insana benzer bir varlığın canlandığı görüşündedir. Çünkü Cebrâil farklı şekle girmekle kendine has meleklik vasfı değişmez (bk. Süyûtî, Şerḥu Süneni’n-Nesâʾî, II, 148). Fahreddin er-Râzî’ye göre, eğer Cebrâil cismanî bir varlık ise cüzlerinin az bir kısmının aslî, büyük bir kısmının fazlalık olduğu ve insan şekline girdiği sırada bu fazlalığın Allah tarafından yok edildiği düşünülebilir; eğer tamamen ruhanî bir varlık ise çok farklı şekillere girebilmesi aklen imkânsız değildir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXI, 197). İzzeddin b. Abdüsselâm da Fahreddin er-Râzî’nin ikinci yorumuna katılır. Aynî ise Cebrâil’in aslî varlığının temessül anında bir değişikliğe uğramadığını, ancak onun ruhunun geçici olarak insan bedenine girdiğini ileri sürmüştür (ʿUmdetü’l-ḳārî, I, 51).
Selef âlimlerinden Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ temessülü, Cebrâil’in insanların gözüne hayalî bir varlık gösterme gücüne sahip olması ile açıklamış (el-Muʿtemed fî uṣûli’d-dîn, s. 175); İbn Kayyim el-Cevziyye, Cebrâil’in temessül sırasında aslî varlığı ile göklerin üstündeki makamında bulunduğu halde yeryüzünde Hz. Peygamber’e bir insan şeklinde görünebileceğini düşünmüştür (er-Rûḥ, s. 101-102). Selefî temayülü ile tanınan Süyûtî, Aynî’nin görüşünü sûfîlere ait “ruhların tecessüdü” nazariyesiyle birleştirerek kabul eder. Buna göre Cebrâil’in ruhu aslî bünyesini terketmeden aynı anda ikinci bir bedene girerek insanlara temessül edebilir (el-Ḥabâʾik fî aḫbâri’l-melâʾik, s. 262-263). Kirmânî, temessülün keyfiyetini sadece Allah’ın bildiğini belirtmekle yetinirken çağdaş âlimlerden M. Reşîd Rızâ, modern fen bilimlerinin verileri sayesinde Cebrâil’in temessülü gibi metafizik olayların aklî izahının kolaylaştığı görüşündedir. Ona göre gazların sıvı veya katı cisimlere dönüşmesi ve bunun tersi olan değişim, Cebrâil’in farklı şekillere girebileceğini gösterir (Tefsîrü’l-Menâr, I, 220). Buna karşılık Fazlurrahman, Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’in vahiy sırasında herhangi bir şahsı gördüğünden söz edilmediğini, aksine Cebrâil’in vahyi Peygamber’in kalbine indirdiğinin (el-Bakara 2/97) ifade edildiğini, buna göre Cebrâil’in temessülüne ilişkin hadislerin, vahyin objektifliğini korumak amacıyla Ehl-i sünnet âlimlerince uydurulduğunu ileri sürerek Cebrâil’in dış varlığı bulunduğu görüşünü reddetmiştir (İslâm, s. 17-19, 43).
Sûfîlere göre Cebrâil, yedinci feleğin hayyizinde olan semavî ve arzî sûretlerden dilediğiyle temessül edip görünebilir. Ancak değişik şekillerde görünmesinde asla hulûl düşünülmemelidir. Zira hulûl “vücûdî” olan iki şey arasında gerçekleşir; halbuki Cebrâil temessül ettiğinde insanlara görünen şekil onun varlığından ayrı olarak mevcut değildir. Dihye şeklinde görünmesi “sûret-i vücûdiyye” değil bir “sûret-i misâliyye”dir (Abdullah Bosnevî, vr. 1a-3b). İsmail Fenni Ertuğrul’un, tasavvuftaki “nûr-ı Muhammedî” veya “hakîkat-i Muhammediyye” telakkisine dayanan ve kısmen Fazlurrahman’ın görüşünü hatırlatan açıklamasına göre Cebrâil Hz. Muhammed’in hakikati olan “rûh-i a‘zam”ın temessülünden başka bir şey değildir. Şu halde vahiy Hz. Peygamber’e kendi ruhaniyetinden gelmiştir. Ona çeşitli şekillerde görünmesi “sûret-i melekiyye” değil “suver-i hayâliyye” tarzında olmuştur (Hakikat Nurları, s. 468). Şüphesiz bu aşırı te’vilin naslarla bağdaşması mümkün değildir. Hatta iman esaslarından sayılan meleklerin gerçek varlıklar olduğu ilkesine ters düştüğünden sakıncalı bir anlayıştır.
İslâm filozoflarından Fârâbî ve İbn Sînâ, Cebrâil’in, kozmik akıllar dizisinin onuncusu olan ve kuvve halindeki insan aklının fiil haline gelerek bilgi üretmesini sağlayan faal akıl olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre kemal mertebesinde bulunan peygamberin “kuvve-i mütehayyile”si, uyanıklık halinde bile faal akıl ile ittisâl kurarak ondan aldığı sûretleri duyular âlemindeki örneklerle açıklar (İbn Sînâ, s. 339; Ca‘fer Âl-i Yâsîn, s. 208). Bazan “Vâhibü’s-suver” ve “Rûhulkudüs” de denilen faal akıl, asla maddî olmayan mufârık sûretlerden ibarettir. Fahreddin er-Râzî ve İbn Teymiyye gibi bazı bilginler, filozofların aslında Cebrâil’in hariçte bir varlığı bulunduğuna inanmadıklarını ileri sürmüşlerdir (bk. el-Meṭâlibü’l-âliye, VIII, 133, 135; Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl, X, 217).
Kaynaklarda Cebrâil ile ilgili tartışmalardan biri de onun tafdîli konusudur. Fahreddin er-Râzî ile Zemahşerî gibi bazı Sünnî ve Mu‘tezilî âlimlerin, Cebrâil’in Hz. Peygamber de dahil olmak üzere bütün yaratıkların en üstünü olduğunu kabul etmelerine karşılık İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Cebrâil bütün meleklerden ve peygamberler dışındaki insanlardan üstündür (Fahreddin er-Râzî, II, 226-227; Âlûsî, I, 334; XXX, 60).
İslâm âlimleri arasında Cebrâil konusundaki bu tartışmalar daha çok onun mahiyeti, temessülünün keyfiyeti ve reel varlığının bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır ki esasen bu hususlarda akıl yürüterek kesin bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Zira Cebrâil gayb âlemine ait varlıklardan biri olduğundan onun mahiyeti ve nitelikleri konusu aklın sınırları ötesinde kalmaktadır. Bununla birlikte Cebrâil’in cismanî değil ruhanî bir varlık olduğunu kabul edenlerin görüşü daha ağır basmaktadır. Zira onu cisim kabul edenler, daha çok dış dünyada gerçekliği bulunan her şeyi duyular âlemindeki varlıklara kıyas etmişlerdir ki bunun yanlışlığı açıktır.
Fazlurrahman’ın, Cebrâil’in insan şekline girerek Hz. Peygamber’e geldiğine dair hadislerin Ehl-i sünnet âlimlerince uydurulmuş olduğu yolundaki iddiası ilmî dayanaklardan yoksundur. Zira söz konusu hadislerden başka Kur’ân-ı Kerîm’de de Cebrâil’in insan şeklinde Hz. Lût’a, Hz. İbrâhim’e ve Hz. Meryem’e göründüğü açıkça bildirilmiştir (Hûd 11/69, 77; el-Hicr 15/51, 68; Meryem 19/17). Bazı âyetlerde Cebrâil’in vahyi Hz. Peygamber’in kalbine indirdiğinin belirtilmesi temessülün reddi için delil teşkil etmez. Ayrıca eğer peygamber meleklerden seçilseydi onun da ancak insan şeklinde gönderileceğini belirten âyet de (el-En‘âm 6/9) Cebrâil’in temessülünün mümkün olduğunu göstermektedir. Cebrâil’in mahiyetiyle ilgili hadislerin tamamını İsrâiliyat cinsinden kabul etmek de imkânsızdır. Zira meselâ Cebrâil’in kanatlı olduğuna dair rivayetler, Kur’ân-ı Kerîm’de melek hakkında verilen bilgilere uymaktadır (Fâtır 35/1). Kaldı ki temessülle ilgili hadisler, değişik sahâbîler tarafından rivayet edilmek suretiyle neredeyse tevâtür derecesine ulaşmıştır.
Filozofların ve bazı sûfîlerin Cebrâil’i peygamberin zihnî tasavvurlarının sembolik bir ifadesi gibi gösteren yorumları da âyet ve hadislerin açık ifadelerine uymamaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, bir yerde Hz. Peygamber’in Cebrâil’i apaçık bir ufukta, başka bir yerde de onu sidretü’l-müntehâda kesin olarak gördüğü ve gözünün gördüğünü gönlünün yalanlamadığı açıkça bildirildikten sonra bu konuda Hz. Peygamber’le tartışılmasını yasaklayıcı bir üslûp kullanılmaktadır. İslâm filozoflarının Cebrâil’i faal akıl olarak kabul etmeleri ise tamamen Aristocu ve Yeni Eflâtuncu felsefelerin bir sonucu olup ilmî ve dinî bir değer taşımayan kozmik akıllar nazariyesine dayanmaktadır.
J. Pedersen gibi bazı müsteşriklerin, Hz. Peygamber’in Cebrâil hakkındaki bilgileri yahudilerden aldığına ilişkin iddiaları ciddiyetten uzaktır. Zira Hz. Mûsâ’ya gelen Cebrâil’in Hz. Muhammed’e de gelebileceğini kabul etmemek ancak dinî taassupla izah edilebilir.
Cebrâil hakkında yazılmış müstakil risâleler mevcuttur. Sühreverdî el-Maktûl’ün Risâle-i Per-i Cibrîl’i (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4821), Muhammed b. Yûsuf el-Kirmânî’nin Şerḥu ḥadîs̱i suʾâli Cibrîl’i (Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 1181), Fuṣûṣü’l-ḥikem şârihi Abdullah Bosnevî’nin Türkçe olarak kaleme aldığı Risâle fî temessüli Cibrîl’i (Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, nr. 509; Cârullah Efendi, nr. 2129) ve Ahmed Muhyiddin Gülşenî’nin Şerḥu ḥadîs̱i Cibrîl’i (Dârü’l-kütübi’l-kavmiyye, Hidiviyye, nr. 7128) bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât (nşr. Nedim Mar‘aşlı), Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), s. 411.
Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, “cbr” md.
Cemîl Salîbâ, el-Muʿcemü’l-felsefî, Kahire 1979, II, 86.
el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, “vaḥy” md.
G. Davidson, A Dictionary of Angels, New York 1968, s. 119.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, s. 163, 326.
Müsned, I, 53, 257, 274, 288, 313, 325, 394, 395; II, 267, 325; III, 20, 108, 113, 139, 230, 334, 377; IV, 56, 129, 161, 218, 286; V, 15-16, 41; VI, 56, 61, 120, 156.
Buhârî, “Tevḥîd”, 33, “Meġāzî”, 17, 30, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, 7, “Taʿbîr”, 1, “Ṣalât”, 1, “Ṣavm”, 7, “İstiʾẕân”, 30, “Cenâʾiz”, 93, “Menâḳıb”, 25, “Tefsîr”, 2/16, 16/1.
Müslim, “Îmân”, 1, 5, 257, 258, “Ṣalât”, 148, “Feżâʾil”, 46, 47, 64, “Mesâcid”, 166, 167.
Tirmizî, “Ṭahâret”, 38, “Daʿavât”, 7.
Nesâî, “Sehiv”, 88, “Mevâḳīt” 6, 10.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 226-238, 299; II, 410, 633.
Bâkıllânî, el-Beyân, Beyrut 1958, s. 101.
Bağdâdî, el-Farḳ (Abdülhamîd), s. 250-251.
İbn Sînâ, en-Necât, Tahran 1364 hş., s. 339.
Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 622.
Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Muʿtemed fî uṣûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 175.
Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), II, 407.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, II, 162, 226-227; XXI, 197; XXIV, 166; XXX, 244.
İbn Hacer, el-Meṭâlibü’l-ʿâliye (nşr. A. Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1987, VIII, 133-135.
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, IV, 127.
Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, ʿAcâʾibü’l-maḫlûḳāt (nşr. Fâruk Sa‘d), Beyrut 1978, s. 102.
Takıyyüddin İbn Teymiyye, Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1399/1979, X, 217.
İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûḥ, Riyad 1386/1966, s. 101-102.
Kirmânî, Şerḥu Ṣaḥîḥi’l-Buḫârî, Beyrut 1401/1981, s. 28, 30, 193, 199.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, I, 50, 51, 333.
Âmirî, Behcetü’l-meḥâfil ve buġyetü’l-emâs̱il (nşr. M. Sultan en-Nemnekânî), Kahire 1330-31, I, 67-69.
Süyûtî, el-Ḥabâʾik fî aḫbâri’l-melâʾik (nşr. Muhammed Zağlûl), Beyrut 1985, s. 910, 16, 24, 29, 262-264, 272-274.
a.mlf., Şerḥu Süneni’n-Nesâʾî (Sünen içinde), Beyrut 1988, II, 148-149.
Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 68, 69.
Gülşenî, Şerḥu ḥadîs̱i Cibrîl (Mecmûa-i Muhyî-yi Gülşenî içinde), Dârü’l-kütübi’l-kavmiyye, Hidiviyye, nr. 7128, vr. 209b.
İbn Kemal, Resâʾil, İstanbul 1316, I, 118.
Abdullah Bosnevî, Risâle fî temessüli Cibrîl, Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, nr. 509, vr. 1a-3b.
Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, I, 317, 334; II, 162-163; XIX, 120; XXII, 41; XXVII, 47; XXX, 60.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, I, 220; IV, 113; VII, 314, 315; IX, 163.
Elmalılı, Hak Dini, I, 430-432.
İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, İstanbul 1949, s. 329, 468.
Ahmed Abdülvehhâb, el-Vaḥy ve’l-melâʾike, Kahire 1979, s. 38-48, 70.
Ca‘fer Âl-i Yâsîn, Feylesûf ʿÂlim, Beyrut 1984, s. 208, 209.
Ö. Süleyman el-Eşkâr, ʿÂlemü’l-melâʾiketi’l-ebrâr, Küveyt 1985, s. 9-12, 17, 20-24, 42, 86.
Y. Humeyr, el-Fârâbî, Beyrut 1986, s. 92, 107.
Fazlurrahman, İslâm (trc. Mehmet Dağ – Mehmet Aydın), İstanbul 1992, s. 17-22, 43.
Saîd Zâyed, el-Fârâbî, Kahire, ts., s. 61, 62.
Halim Sabit Şibay, “Cebrâil”, İA, III, 43.
D. B. Macdonald, “Melâike”, a.e., VII, 661.
J. Pedersen, “D̲j̲abrāʾīl”, EI2 (İng.), II, 362-363.
H. Lesêtre, “Gabriel”, DB, III/1, s. 22-23.
W. Brueggemann, “Gabriel”, IDB, II, 332-333.
H. L. Ginsberg v.dğr., “Michael and Gabriel”, EJd., XI, 1487-1490.“
https://islamansiklopedisi.org.tr/cebrail
Bir gün … Allah büyük
„Hz. Mûsâ, ikinci kırk günlük oruç döneminden sonra dağdan indiğinde Tanrı ile yüz yüze görüşmesi sebebiyle yüzü kavmini korkutacak derecede parlar (Çıkış, 34/29).“
„MÛSÂ
موسى
İsrâiloğulları’na gönderilen ve kendisine Tevrat indirilen peygamber.
Müellif:
ÖMER FARUK HARMAN
Hem Yahudilik ve Hıristiyanlığa hem de İslâm’a göre büyük bir peygamber ve İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarıp hürriyete kavuşturan bir liderdir. Hakkında Ahd-i Atîk’in Tevrat dışındaki bölümleriyle Ahd-i Cedîd’de kısmen bilgi bulunmakla birlikte onunla ilgili yegâne kaynak Tevrat ile Kur’ân-ı Kerîm’dir. Tevrat’ın hemen hemen tamamı Hz. Mûsâ’nın ve önderliğini yaptığı İsrâiloğulları’nın tarihinden ibarettir. Yaşadığı döneme ait diğer kaynaklarda kendisinden bahsedilmemekte, Kitâb-ı Mukaddes’te onun dışında bu adı taşıyan başka bir kimse bulunmamaktadır. Tevrat Mûsâ’yı peygamberlerin en büyüğü olarak takdim eder (Tesniye, 34/10). Bu husus, Maimonides’in tesbit ettiği yahudi âmentüsünde bir iman esası olarak yer almıştır. Hz. Mûsâ, Tevrat’a göre sadece ona ait bir nitelik olmak üzere Tanrı ile yüz yüze söyleşen, Tanrı’nın Sînâ’daki vahyine aracı olarak seçtiği, esaret altındaki halkı kâhinler melekûtu ve mukaddes millet haline getiren, eşsiz ve benzersiz bir kişidir (Çıkış, 19/5-6, 33/11; Sayılar, 12/6-8). Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’de de adı en çok geçen peygamberdir.
Mûsâ adının İbrânîce’deki karşılığı Moşeh olup kelimenin menşei tartışmalıdır. Tevrat’ta nakledildiğine göre Firavun’un kızı onu sudan çıkardığı için kendisine bu adı vermiştir (Çıkış, 2/10). Buna göre Moşeh kelimesi, İbrânîce’de “çekip çıkarmak” anlamına gelen ve Eski Ahid’de nâdiren kullanılan (II. Samuel, 22/17; Mezmur, 18/16) “mşh” (maşah) kökünden gelmektedir. Ancak bu durumda ismin Maşui olması gerekir ki bu takdirde Moşeh kelimesindeki “o” harfinin izahı mümkün olmaz. Ayrıca Moşeh’in geçişli hali “kurtarılmış” değil “kurtarıcı” anlamındadır. Öte yandan Firavun’un kızı İbrânîce konuşmadığı için Mûsâ kelimesine Tevrat’ta belirtilen anlamı vermiş olamaz; dolayısıyla söz konusu türetme doğru kabul edilmemektedir. Mûsâ kelimesinin Ras Şamra tabletlerinde rastlanan İbrânîce “m(w)ş” kelimesiyle alâkalı olabileceği ileri sürülmüşse de araştırmacıların çoğu kelimenin Mısır kökenli olduğuna kanidir. Nitekim Hz. Îsâ zamanında İskenderiye yahudileri de bu kanaatte olduklarından kelimeye Kıptîce bir menşe aramışlardır. Yahudi filozofu Philon ve tarihçi Josephus, Mûsâ kelimesinin Kıptîce mô (su) ve uşa’ (kurtarmak) kelimelerinden türediğini söylemişlerdir. XIX. yüzyıl Mısır bilimcileri kelimenin kökünün Kıptîce olduğunu kabul etmekle beraber anlamı konusunda farklı bir açıklamayı benimsemişlerdir. Bunlar, Grekçe’si Moses olan Moşeh kelimesinin menşeinin Touthmosis (Touthmes, Touth’un oğlu), Ahmes (Ah’ın oğlu) ve Ramesses (Ramses) gibi firavun isimlerinde de bulunan, Kıptîce’de “çocuk doğurmak” anlamındaki msj kökünden türeyen “çocuk” mânasındaki mes olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yoruma da itiraz edilmiş, ancak diller arasında harf değişikliğinin normal olduğu, dolayısıyla Kıptîce’deki “s”nin İbrânîce’ye “ş” olarak geçtiği göz önünde bulundurularak Kıptîce’deki mes(j) kelimesinin bazı kitâbelerde mş diye yazıldığı belirtilmiş, böylece Moşeh kelimesinin Kıptîce bir kökten geldiği kanaati benimsenmiştir. Mısır bilimcilerin çoğu, Moşeh kelimesinin Mısır dilinde “çocuk” anlamındaki mes/mesu kelimesinin farklı yazılmış şekli olduğunu kabul etmektedir. Kıptîce’de bu kelime yalnız başına veya Amosis, Tuthmosis gibi isimlerde olduğu gibi birleşik halde kullanılmaktadır. Ancak Firavun’un kızının mes kelimesini tek başına mı yoksa bir tanrı adıyla birlikte mi kullandığı bilinmemektedir (Mangenot, DB, IV, 1191; Cazelles, DBS, V, 1320; EJd., XII, 372, 379). Arap dilcileri de Mûsâ kelimesinin menşeini tartışmışlardır. Kelimenin aslının İbrânîce “su” anlamındaki mu ve “ağaç” anlamındaki şa’dan oluşan Moşa olduğu, su ve ağacın yanında veya sudaki bir sandık içinde bulunduğu için Mûsâ’ya bu adın verildiği belirtilmektedir (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 567-568). Câhiliye döneminde Araplar arasında Mûsâ ismi kullanılmıyordu, bu isim İslâm’ın gelişinden sonra yaygınlaşmıştır.
Yahudilik’te. Tevrat’a göre Mûsâ, Levi kabilesinden Amram ve Yokebed’in oğludur, Mısır’da doğmuştur. Şeceresi Ya‘kūb oğlu Levi oğlu Kehat (Kohat) oğlu Amram oğlu Mûsâ olup Amram babasının kız kardeşi Yokebed ile evlenmiş (yahudi inancına göre o dönemde hala ile evlenmek yasak değildi), bu evlilikten Miryam, Hârûn ve Mûsâ dünyaya gelmiştir. Buna göre Mûsâ’nın hem annesi hem babası Levi soyundandır. Üç kardeşin en büyüğü Miryam, en küçüğü de Hârûn’dan üç yaş küçük olan Mûsâ’dır (Çıkış, 2/1, 6/16-20, 7/7, 15/20; Sayılar, 26/59; I. Tarihler, 23/12-14).
Mûsâ, İsrâiloğulları’nın ağır baskı altında tutulduğu ve erkek çocuklarının nehre atılarak öldürüldüğü bir zamanda doğmuştur (Çıkış, 1/8-22). Bu baskı döneminde Levi evinden bir adam bir Levi kızıyla evlenmiş ve Mûsâ dünyaya gelmiştir (Çıkış, 2/1-2). Her ne kadar daha sonra Mûsâ’nın ablasından (Çıkış, 2/4) ve Hârûn’dan bahsediliyorsa da Tevrat’ın bu ifadesinden Mûsâ’nın ilk çocuk olduğu anlamı çıkmaktadır. Mûsâ’nın ailenin üçüncü çocuğu olduğu halde ilk çocukmuş gibi takdim edilmesi Amram’ın, Miryam ve Hârûn’un annesini boşayıp daha sonra tekrar evlendiği ve bu evlilikten Mûsâ’nın doğduğu yahut Amram’ın biri Miryam ve Hârûn’un, diğeri Mûsâ’nın annesi olmak üzere iki kadınla evli bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Fakat Tevrat’ta Amram’ın iki kadınla evli olduğu belirtilmemekte, Mûsâ ilk çocuk olarak nitelendirilmemekte ve onun doğumunun mûcizevî oluşu nakledilmemektedir (Mangenot, DB, IV, 1189-1190).
Yahudi tarihçi Josephus’un naklettiğine göre Amram eşinin hamile olduğunu görünce Allah’a yalvarmış ve kendisine İsrâiloğulları’nı kurtaracak bir çocuğunun olacağı bildirilmiştir. Annesi, çok güzel olan oğlunu (Resullerin İşleri, 7/20) öldürülmekten kurtarmak için üç ay gizlemiş, daha sonra sazdan bir sepeti harç ve ziftle sıvamış, çocuğu içine koyup nehre bırakmış ve Miryam uzaktan onu gözlemiştir. Firavun’un kızı yıkanmak için nehre indiğinde çocuğun içinde bulunduğu sepeti görüp aldırmış, İbrânîler’in çocuklarından olduğunu bildiği halde onu sevmiş ve himaye etmiştir (Çıkış, 2/2-6). Yine Josephus’a göre Firavun’un Mûsâ’yı evlâtlık olarak alan kızı Thermuthis’tir, fakat onun kral II. Thoutmes’in karısı meşhur kraliçe Hatshepsut olup olmadığı tartışılmaktadır (NDB, s. 264, 503). Philon’un naklettiğine göre Firavun’un kızı evli fakat çocuksuzdu. Bu sebeple çocuğu evlât edinmeye karar vermiş, ancak hemen saraya götürmeyip başka bir yerde belli bir yaşa gelinceye kadar kalmasının uygun olacağını düşünmüştür. Philon’a göre Firavun’un kızı onu kendi çocuğu olarak göstermek için hamile gibi davranmıştır. Çocuğu emzirmek için birçok Mısırlı kadın çağırmış, fakat Mûsâ onların sütünü emmemiştir. Tevrat’a göre bu esnada Miryam gelmiş, çocuk için İbrânî bir kadın bulabileceğini söylemiş, Mûsâ’nın annesini getirmiş ve Mûsâ tekrar annesine kavuşmuştur. Üç veya dört yaşında sütten kesildiğinde annesi onu Firavun’un kızına götürmüş, o da çocuğu evlât edinip adını Mûsâ koymuştur (Çıkış, 2/7-10). Böylece öldürülmesi emredilen çocuk, bu emri verenin sarayında prens olmuştur. Talmud’a göre (Sota, 12b) Mûsâ’ya Mısırlı kadınların sütünü kabul etmeme emri verilmiştir; çünkü Allah’ın kelâmının çıkacağı bir ağzın helâl olmayan şeyi içmemesi gerekirdi. Mûsâ yaşıtlarından daha büyük görünüyordu ve onlardan daha güzeldi. Josephus’a göre kız Mûsâ’yı Firavun’a götürerek tahtın vârisi olmasını önermiş ve kralın kucağına oturtmuştur. Kral onu kucaklamış, tacını başına koymuş, ancak çocuk krallık tacını atıp çiğnemiş, bu da Mısır için müstakbel bir kötülüğün işareti sayılmıştır (Mangenot, DB, IV, 1191).
Yahudi geleneğine ve Kitâb-ı Mukaddes’e göre (Resullerin İşleri, 7/22) Mûsâ aristokratlara has bir eğitim almış, dönemin en kültürlü halkı olan Mısırlılar’ın bütün ilimlerinde yetiştirilmiş ve gerek sözlerinde gerekse işlerinde kudretli bir kimse olmuştur. Asur, Kalde ve gizli Mısır öğretisi dahil olmak üzere Mûsâ’nın öğrendiği bütün ilimleri Philon sıralamakta, kralın torunu ve tahtın vârisi diye kabul edilen, zenginlikler ve eğlenceler arasında mütevazi ve iffetli olarak kalan ve bir filozof gibi hayat süren bu gencin faziletinden övgüyle bahsetmektedir. Mûsâ, tahta yakın bulunması sebebiyle devlet yönetiminde üst görevler için yetiştirildiğinden kuvvetle muhtemeldir ki Mısır hiyeroglifi yanında çivi yazısını da öğrenmiş ve askerî, siyasî, idarî, diplomatik alanlarda yetişmiştir (NDB, s. 503). Josephus’a göre Firavun, Mûsâ’yı Habeşistan seferinde ordunun başına getirmiş ve Mûsâ zafer kazanarak geri dönmüştür (Mangenot, DB, IV, 1192).
Mısır’da bulunan Sâmîler genellikle madencilik ve inşaat gibi ağır işlerde çalıştırılıyor, ayrıca memur ve asker olarak da istihdam ediliyordu. Sâmîler memur olabilmek için eğitim almak zorunda idiler. XVIII ve XIX. sülâleler döneminde Mısır’ın Ken‘ân diyarı ile ilişkileri oldukça yoğundu. Bu sebeple Ken‘ân ülkesinde yaşayanlarla kurulacak münasebetlerde faydalanılmak üzere yetiştirilen Mûsâ, bilhassa Asyalılar’la meşgul olan Firavun Horemheb’in (m.ö. 1320’li yıllar) özel himayesine mazhar olmuştur. Zira onun döneminde Suriye-Filistin bölgesindeki olaylar Mısır için önem arzediyordu (Cazelles, DBS, V, 1321-1322). I. Séti ile (m.ö. 1312-1298) birlikte XIX. sülâle, Hititler’in muhtemel saldırısına karşı Doğu Delta’yı güçlendirmek durumundaydı ve bu bölgedeki kabilelerden faydalanması gerekiyordu.
Kitâb-ı Mukaddes’te belirtildiğine göre Mûsâ kırk yaşında iken (Resullerin İşleri, 7/23) Delta’nın doğusuna gönderilmiş ve bu vesile ile kardeşleri olan İsrâiloğulları’nı ziyaret etmiştir. Bu arada bir Mısırlı ile kavga eden İbrânî asıllı bir kişiye yardım ederken kaza ile Mısırlı’yı öldürmüş, ertesi gün yine bir kavgaya şahit olmuş ve aynı İbrânî, Mûsâ’nın bir Mısırlı’yı öldürdüğünü açıklayınca Firavun Mûsâ’nın öldürülmesini emretmiş, o da Medyen’e (Midyân) kaçmıştır (Çıkış, 2/11-15; Resullerin İşleri, 7/23-28). Resullerin İşleri’ne göre Mûsâ’nın kardeşlerine gidişi basit bir ziyaret değil onların kaderlerini paylaşmak içindir. Mûsâ imanla büyüyünce Firavun’un kızının oğlu olarak anılmayı reddetmiş ve Allah’ın kavmiyle beraber hakaret görmeyi günahın sefasını sürmeye tercih etmiştir (Resullerin İşleri, 7/23-29; İbrânîler’e Mektup, 11/24-25). Medyen’de bir kuyu başına varan Mûsâ, Medyen kâhininin kızlarına yardım ederek hayvanlarını sulamış, bunun üzerine Medyen kâhini Mûsâ’yı çağırmış ve yanında çalışmasını istemiştir. Mûsâ kırk yıl orada kalmış (Resullerin İşleri, 7/30), onun kızlarından Tsippora ile (Sefora = Zipporah) evlenmiş ve Gerşom ile Eliezer adında iki oğlu olmuştur (Çıkış, 2/16-22, 18/3-4; I. Tarihler, 23/15-17).
Mûsâ Medyen’de iken başta Mısır kralı olmak üzere kendisini öldürmek isteyenlerin hepsi ölmüştür (Çıkış, 2/23; 4/19). Saltanatın değişmesi muhtemelen yönetimde de değişikliklere sebep olmuş ve Mûsâ’nın beraber yetiştiği kişilerden biri II. Ramses’in tahta geçişinden sonra önemli bir mevkiye gelmiş, böylece Mûsâ’nın Mısır’a dönüp yönetimle görüşme şartları oluşmuştur (a.g.e., V, 1324). Diğer taraftan İsrâiloğulları üzerindeki baskı devam etmiş ve Allah onlara acımıştır. Mûsâ, Medyen’deki ikametinin kırkıncı yılında (Resullerin İşleri, 7/30) Horeb dağı çevresinde kayınpederinin sürüsünü otlatırken dağda gördüğü ateşten Tanrı veya O’nun meleği tarafından kendisine seslenilerek peygamber seçildiği bildirilmiş ve İsrâiloğulları’nı kurtarmak için Firavun’a gitmekle görevlendirilmiştir. Mûsâ’nın kendini bu işe ehil görmemesi üzerine başarılı olacağı bildirilmiştir (Çıkış, 3/1-12; Resullerin İşleri, 7/30-35). Tanrı Mûsâ’ya ilk defa Yahve olan adını açıklar (Çıkış, 3/13-15). Kavminin kendisine inanması için ona asâ ve beyaz el mûcizeleri verilir, yine de inanmadıkları takdirde suların kana dönüşeceği belirtilir (Çıkış, 4/1-9). Mûsâ bu defa da rahat konuşamadığını, ağzının ve dilinin ağır olduğunu öne sürünce kendisine kardeşi Hârûn yardımcı olarak verilir, ayrıca çeşitli mûcizelerin gerçekleşeceği asâsını yanına alması istenir (Çıkış, 4/10-17).
Medyen’e dönen Mûsâ, olanlar hakkında bilgi vermeden Mısır’a gitmek istediğini bildirip ailesiyle birlikte yola çıkar ve Allah’ın emriyle kendisini karşılamaya gelen Hârûn ile Sînâ dağında buluşur (Çıkış, 4/18-27). İsrâiloğulları’nı yeni görevlerine inandıran Mûsâ ve Hârûn, Allah’ın İsrâiloğulları’nı salıvermesini istediğini Firavun’a söyler. Firavun bu isteği reddettiği gibi İsrâiloğulları’nın yükünü daha da ağırlaştırır. Bunun üzerine İsrâiloğulları Mûsâ ve Hârûn’a tepki gösterirler (Çıkış, 5/1-21).
Mûsâ ve Hârûn, Allah’ın emriyle tekrar Firavun’a giderek İsrâiloğulları’nı salıvermesini isterlerse de Firavun kabul etmez. Mûsâ ve Hârûn çeşitli mûcizeler gösterir. Öncelikle Hârûn’un asâsı yılana dönüşüp sihirbazların değneklerini yutar. Firavun’un kalbi katılaşarak İsrâiloğulları’nı göndermeyince bu defa Firavun ve Mısır halkına suların kana dönüşmesi, kurbağalar, tatarcık, at sineği, hayvanların ölümü, çıbanlar, dolu, çekirge, üç gün süren karanlık, ilk doğanların ölümü şeklinde sıralanan on musibet gelir. Her musibette Firavun, İsrâiloğulları’nı salıvereceğini vaad eder, fakat sıkıntı geçince yine inadında ısrar eder (Çıkış, 7/1-11/10). Nihayet her evde ilk doğanların ölümüne Mısırlılar’ın baskısı da eklenince Firavun gitmelerine izin verir (Çıkış, 12/12, 29-36).
İsrâiloğulları 430 yıl kaldıkları Mısır’dan çıkmak üzere gece vakti aceleyle yola koyulurlar, Ramses’ten Sukkot’a, oradan da Etam’a giderler. Mûsâ, Hz. Yûsuf’un kemiklerini taşımaktadır. İsrâiloğulları ilâhî tâlimatla sahil yolu yerine Kızıldeniz çölü yolunu seçerler. Öte yandan pişman olan Firavun ordusuyla yola çıkarak deniz kıyısında konaklayan İsrâiloğulları’na yetişir. İsrâiloğulları bu durum karşısında Mûsâ’ya sitem ederler. Mûsâ asâsını uzatınca Kızıldeniz’in içinde sular ayrılarak yol oluşur, İsrâiloğulları geçer ve Firavun ile ordusu boğulur (Çıkış, 12/1-14/1-31).
Denizde boğulan firavun muhtemelen II. Ramses’tir; zira onun halefi olan Menephtah, tahta geçişinin beşinci yılında (m.ö. 1229 veya 1219) bölgeye yaptığı sefer sırasında İsrâil ile Ken‘ân’da karşılaşmıştır. Mısır’dan çıkış hadisesi milâttan önce XIII. yüzyılın başlarında ve XIX. sülâle döneminde gerçekleşmiş olmalıdır. Çünkü XVIII. sülâle Delta’da ikamet etmiyordu. I. Ramses’in kısa saltanatından sonra iş başına geçen I. Séti, Mısır’ın gücünü sağlamlaştırmaya koyulmuş, tehlikeyi önlemek için Delta’yı güçlendirmiş ve Filistin yolunu birçok kale ile donatmıştır. Ken‘ânlılar’a karşı seferler düzenleyerek, ayrıca İsrâiloğulları’nı muhkem şehirlerin inşasında çalıştırarak (Çıkış, 1/11) Ken‘ânlılar’ın soydaşlarına güvenmediğini göstermiştir. Bütün bunlar, I. Séti’nin İsrâiloğulları’na baskı uygulayan firavun olduğunu ve halefi II. Ramses’in tahta geçişinin ilk zamanlarında Mûsâ’nın saraya döndüğünü ortaya koymaktadır (a.g.e., V, 1324-1325). İsrâiloğulları’nın Rabb’e takdimede bulunmaları için (Çıkış, 5/3) Hz. Mûsâ’nın Firavun’dan izin talebinin reddedilmesinin sebebi muhtemelen bunun Ken‘ânlılar’ın isyanlarıyla aynı döneme rastlamasıdır. Zira II. Ramses’in saltanatının yedinci yılında (m.ö. 1291 veya 1281) Ken‘ânlılar isyan etmişlerdi ve isyanlar Güney Filistin’e kadar yayılmıştı. Böyle bir ortamda İbrânîler’in çölde dolaşmak için serbest bırakılmaları tedbirsizlik olurdu (a.g.e., V, 1325). Bununla birlikte Mısır’dan çıkışın kesin tarihi bilinmemektedir. Bu konuda iki görüş vardır. Olay ya milâttan önce 1290’larda II. Ramses döneminde veya milâttan önce 1441’de XVIII. sülâleden Kral Amenofis devrinde cereyan etmiştir (NDB, s. 263-264).
Tevrat’ta nakledildiğine göre denizi aşarak Firavun’dan kurtulan İsrâiloğulları, Mûsâ’nın önderliğinde Kızıldeniz sahili boyunca Sûr çölünde susuz bir halde üç gün boyunca yürür, nihayet bir su kaynağına ulaşırlar; ancak su acı olduğundan Hz. Mûsâ’ya tepki gösterirler, bunun üzerine Mûsâ mûcize ile suları tatlı hale getirir (Çıkış, 15/22-26). Mara adı verilen bu yerden Elim’e, oradan Elim ile Sînâ arasındaki Sin çölüne varırlar. Burada açlıktan şikâyet edince onlara çöl hayatı boyunca devam edecek olan men ve selvâ verilir (Çıkış, 16/1-31). Refidim’de Mûsâ asâsı ile kayaya vurur ve su fışkırır (Çıkış, 17/1-7). Burada da Amalek ile savaş yapılır; Mûsâ elini kaldırdığında İsrâil, indirdiğinde ise Amalek galip gelir (Çıkış, 17/8-16). Yetro, Mûsâ’nın eşini ve iki oğlunu getirir; Yetro’nun tavsiyesi üzerine Mûsâ bazı işlerin yürütülmesi için hâkimler tayin eder (Çıkış, 18/1-27).
Mısır’dan çıkışın üçüncü ayında İsrâiloğulları Sînâ dağına varırlar. Allah Mûsâ’yı dağa çağırır. Daha sonra Mûsâ dağa tekrar çıkar ve orada oruçlu olarak kırk gün kalır. Bu sürede Allah, Mûsâ’ya ibadet eşyası ve ruhbanlık giysileriyle ilgili kurallar bildirir ve on emri ihtiva eden taş levhaları verir (Çıkış, 19/1-23/33; 25/1-31/18). Mûsâ Sînâ dağından döner, yokluğunda kavminin taptığı altın buzağıyı parçalar, buzağıya tapan kavmini cezalandırır. Ertesi gün Sînâ’ya giderek affedilmelerini ister (Çıkış, 32/30-35) ve İsrâiloğulları affedilir. Mûsâ kırılanların yerine tekrar iki taş tablet hazırlar ve Sînâ’ya çıkar (Çıkış, 34/1-4). İlâhî emirleri alarak yemeden içmeden kırk gün dağda kalır (Çıkış, 34/27-28). Diğer emirler ve yasaklar kendisine bildirilir (Çıkış, 35/4-39/42, 40/1-36; Levililer, I-IV; XI-XV).
Hz. Mûsâ, ikinci kırk günlük oruç döneminden sonra dağdan indiğinde Tanrı ile yüz yüze görüşmesi sebebiyle yüzü kavmini korkutacak derecede parlar (Çıkış, 34/29). Mısır’dan çıkışın ikinci yılının ikinci ayında Mûsâ, İsrâiloğulları’nın nüfus sayımını yapar. Daha sonra İsrâiloğulları Sînâ’dan göç ederek Paran çölüne giderler (Sayılar, 10/11-28). Tevrat’ta Mûsâ’nın Habeşî bir hanımından ve Miryam ile Hârûn’un tepkilerinden bahsedilir (Sayılar, 12/1). Mûsâ, Ken‘ân diyarı hakkında bilgi almak için heyet gönderir (Sayılar, 13/1-14/39). İsrâiloğulları vaad edilmiş topraklara girmek istemeyince orası onlara kırk yıl yasaklanır ve bu süre çölde geçer (Sayılar, 14/34; Tesniye, 2/14).
İsrâiloğulları Kadeş’te iken Korah (Kārûn) Mûsâ’ya karşı çıkınca bütün malı ve mülküyle toprağa gömülerek cezalandırılır (Sayılar, 16/1-40). Burada yine susuz kalırlar, Mûsâ asâsı ile kayaya vurur ve su çıkar (Sayılar, 20/2-12). Tevrat’a göre Mûsâ ve Hârûn bu mûcize esnasında kendilerinde bir güç vehmederek Tanrı’ya itaatsizlik etmiş olurlar ve vaad edilen topraklara girmekten mahrum bırakılırlar. Mûsâ vaad edilmiş topraklara girmek için niyazda bulunur, fakat kabul edilmez (Tesniye, 3/25). Mısır’dan çıkışın kırkıncı yılının on birinci ayında Mûsâ, Sînâ’dan itibaren vuku bulan olayları anlatır, yeni kurallar bildirir (Tesniye, 1/1-4/43).
120 yaşına gelen Hz. Mûsâ artık onlara liderlik yapamayacağını bildirir ve görevlerini Yeşu’a devreder (Sayılar, 27/16-23; Tesniye, 1/9, 31/1-3, 14, 23). Tevrat’ı Levililer’e teslim eder ve her yedi yılda onu okumalarını ister (Tesniye, 31/9-13). Daha sonra Nebo dağına çıkan Mûsâ orada vefat eder ve bizzat Tanrı tarafından Beytpeor’un karşısına defnedilir. İsrâiloğulları Moab ovasında Mûsâ için otuz gün yas tutarlar (Tesniye, 34/1-8). Josephus ve Philon’a göre Mûsâ ölümünün yakın olduğunu söylemiş ve yazmıştı. Onun defnedilişine şahit olan yoktur, kabri de bilinmemektedir. Yahudi din âlimleri hiç kimsenin ölümünden sonra Mûsâ kadar yüceltilmediğini, çünkü onun defin işiyle bizzat Tanrı’nın meşgul olduğunu söylemişlerdir. Assomption de Moise adlı apokrifte melek Mîkâil’in Mûsâ’nın naaşı hususunda şeytanla tartıştığı nakledilmektedir. Mîkâil, Mûsâ’nın naaşını defnetmek isterken şeytan Mısırlı’yı öldürmesi yüzünden onun bir kabrinin olamayacağını söyleyerek buna engel olmaya çalışmıştır. Diğer taraftan Mûsâ’nın ölmeyip semaya alındığı da ifade edilmektedir. İbrânîler putperestliğe mütemayil oldukları için Tanrı’nın Mûsâ’nın kabrinin yerini meçhul bıraktığı da belirtilmektedir (Mangenot, DB, IV, 1207).
Hz. Mûsâ Yahudilik’te çok önemli bir şahsiyettir. Kitâb-ı Mukaddes ondan övgüyle bahseder. Tesniye’de, “Rabb’in Mısır diyarında Firavun’a ve bütün kullarına ve bütün memleketine yapmak için Mûsâ’yı gönderdiği alâmetler ve hârikalarda ve bütün İsrâil’in gözü önünde Mûsâ’nın gösterdiği bütün kuvvetli elde ve bütün dehşette Mûsâ gibi Rabb’in yüz yüze bildiği bir peygamber daha İsrâil’de çıkmadı” denilmektedir (Tesniye, 34/10-12). Eski Ahid’in yahudilerce reddedilen, ancak Katolikler’ce kutsal kabul edilen Siracide bölümünde (45/1-6) Mûsâ’nın özellik ve üstünlükleri sayılarak Tanrı’nın onu krallara karşı yücelttiği, onun eliyle mûcizeler gösterdiği, onunla yüz yüze görüştüğü, onun imanı sebebiyle Tanrı ile İsrâiloğulları arasında aracı olduğu belirtilmekte, Yeni Ahid’de de Îsâ ile mukayese edilmektedir (İbrânîler’e Mektup, 3/1-6). Ancak hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ’nın görev ve konumu ondan daha üstündür; semavî babanın evinde Îsâ ailenin oğlu, Mûsâ ise hizmetçidir (a.g.e., IV, 1208).
Mûsâ’nın görevi iki yönlüdür, o hem dinî hem sosyal liderdir. İlk ve en önemli işi kavmini Firavun’un zulmünden kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır. İkinci önemli yönü şeriatı (Tevrat) getirmiş olmasıdır. Tevrat’ta Mûsâ’nın eşsiz, benzersiz olduğu, Tanrı diğer peygamberlerle rüya veya rü’yette konuştuğu halde onunla açıkça ağız ağıza söyleştiği, sadece onun Tanrı’nın sûretini göreceği belirtilmektedir (Sayılar, 12/6-8; Tesniye, 34/10).
Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları ile geçirdiği kırk yıllık sürede çok sayıda güçlükle karşılaşmıştır. Önceleri kavminin bütün işlerini kendisi görürken daha sonra Yetro’nun tavsiyesine uyarak hâkimler tayin etmiştir (Çıkış, 18/13-23). Çöl hayatı boyunca İsrâiloğulları’nın bitmek bilmeyen şikâyetlerine ve karşı çıkmalarına mâruz kalmıştır. İsrâiloğulları her defasında açlık, susuzluk gibi problemleri öne sürerek Mısır’a dönmek istediklerini söylemişler, Mûsâ onları teskin etmiş, Allah’a karşı gelmemeleri hususunda uyarmıştır. Daha sonra yeğeni Korah, İbrânîler’in ileri gelenlerinden topladığı 250 kişi ile isyana kalkışmış (Sayılar, 16/1-19), nihayet ağabeyi Hârûn ve ablası Miryam, peygamberlikte kendisine eşit olduklarını söyleyip Habeşî bir kadın aldığı için onu eleştirmişlerdir (Sayılar, 12/1-15).
Helenistik yahudi literatürü Hz. Mûsâ’ya dair bilgilere mitolojik pek çok unsur katmıştır. Eupoleme’e göre Mûsâ ilk yahudi bilgesi ve İbrânî yazısının mûcididir. Artapanos’a göre Orphee’nin üstadı, yazı sanatının ve çeşitli savaş makinelerinin mûcidi, aynı zamanda ilk filozoftur. Apokaliptik geleneğe göre Mûsâ dünya kurulmadan önce ahdin ilâhî aracısı olarak hazırlanmıştır. Mûsâ ile halkı arasındaki alâka ölümüyle sona ermemiştir, zira Tanrı onu mâna âleminde şefaatçi olarak seçmiştir. Ona Sînâ’da geçmiş ve geleceğin gizli ilimleri verilmiştir.
Rabbinik literatür Mûsâ’yı övmek ve yüceltmekle beraber ona ilâhî hiçbir nitelik atfetmemiştir. O üstün nitelik ve özelliklerine rağmen bir insandır. Tanrı Tevrat’ı kendisine yazdırmış ve Mûsâ “Moşeh rabenu” (Mûsâ efendimiz) diye adlandırılmıştır. Geleneğe göre Mûsâ 7 Adar’da doğmuş ve 120. yıl dönümü günü vefat etmiştir. Daha sonra bu tarih mezarı bilinmeyenlerin anıldığı gün olarak kabul edilmiştir. Bilgeler Mûsâ’yı genelde bir kral ve rehber diye takdim etmektedir. Çocukları onun görevlerine vâris olmamıştır. Yahudiler, Mûsâ’nın hayatını kırk yıl Mısır’da, kırk yıl Medyen’de ve kırk yıl çölde olmak üzere üç devreye ayırmaktadır. Gök ve yer onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Mûsâ’nın kutsiyeti daha doğduğu zaman görülmekteydi. O sünnetli olarak doğmuş, doğar doğmaz konuşmaya başlamış, üç aylık iken gelecekle ilgili haberler vermiştir. Hayvanları nasıl kendini vererek otlattığını görünce Tanrı onu peygamber olarak seçmeye karar vermiştir (Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme, s. 764-768). Kendisine sadece yazılı Tevrat değil, şifahi Tevrat da verilmiştir.
Hz. Mûsâ’nın hayatıyla ilgili olarak Kitâb-ı Mukaddes’in Tevrat dışındaki bölümlerinde yer alan bilgiler genelde yine Tevrat’a dayanmaktadır, ancak Tevrat’taki bilgilerin geçerliliği konusunda Kitâb-ı Mukaddes’i tenkit hareketinin farklı yorumları söz konusudur. Rasyonalist eleştiriciler umumiyetle kutsal kitabın verdiği bilgilere fazla önem vermemekte, Mûsâ’ya dair yahudi geleneğinin tarihî değerinin pek fazla olmadığını ileri sürmektedir. Onlar edebî tenkit hareketinin ulaştığı neticeleri doğru kabul etmekte, Tevrat’ın farklı dönemlerde kaleme alındığını, dolayısıyla olaylarla verilen bilgiler arasında uzun fâsılaların olduğunu söylemektedir.
Mûsâ’nın dünyaya gelişi ve nehre bırakılışına benzer hikâyeler Cyrus ve Sargon kıssalarında da vardır. Meselâ Akkad Kralı Sargon’u annesi gizlice dünyaya getirmiş, ziftle sıvadığı bir sepete koyarak nehre bırakmıştır. Diğer taraftan bir Mısır mitine göre annesi çocuk Tanrı Horus’u Séti’nin gazabından korumak için gizlemiştir (Cazelles, DBS, V, 1321; EJd., XII, 379). Mûsâ’nın Medyen’e kaçışı ve orada kâhinin kızı ile evlenme hikâyesi, Mûsâ’dan birkaç asır önce yaşayan ve Suriye’ye kaçarak orada bir şeyh tarafından kabul edilip kızı ile evlenen Mısırlı Sinouhe’nin kıssasına benzemektedir (Cazelles, DBS, V, 1323; EJd., XII, 380). Ayrıca Medyen kıssasında bazı müphem taraflar vardır. Meselâ Mûsâ’nın kayınpederinin adı Reuel (Çıkış, 2/18), Hobab (Hâkimler, 4/11) ve Yetro (Çıkış, 3/1) şeklinde geçmektedir. Bütün bunlara rağmen Mûsâ’nın tarihî bir şahsiyet olduğunda şüphe yoktur.
İslâm’da. Hz. Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’in otuz dört sûresinde 136 yerde zikredilmektedir ve Kur’an ile sahih hadislerde geçmiş peygamberler arasında kendisinden en çok söz edilen peygamberdir. Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın nesebinden bahsedilmemekte, diğer İslâmî kaynaklarda nesebi Mûsâ b. İmrân b. Kahes b. Lâvi b. Ya‘kūb (Mes‘ûdî, I, 48) veya Mûsâ b. İmrân (Amram) b. Yeshur (Yitshar, Jitsehar) b. Kahes (Kehat) b. Lâvi (Levi) b. Ya‘kūb (Taberî, I, 385; Sa‘lebî, s. 127) olarak verilmektedir. Bu şeceredeki Yeshur, Tevrat’a göre Mûsâ’nın babası Amram’ın erkek kardeşidir (Çıkış, 6/18). Kur’ân-ı Kerîm, İsrâiloğulları’na hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmakta (en-Neml 27/76), bu çerçevede Mûsâ ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını gerçek şekliyle nakletmektedir (el-Kasas 28/3). Kur’an’da Hz. Mûsâ’ya dair verilen bilgiler büyük ölçüde Tevrat’la paralellik arzetmektedir. Diğer taraftan İslâmî kaynaklarda yer alan bilgilerin çoğu yahudi dinî literatüründe bulunmaktadır. Kur’an’da onun dünyaya gelişi, saraya intikali, Medyen’e gidişi, peygamber olarak seçilişi, İsrâiloğulları’nı kurtarmak için Firavun’a gönderilişi, Firavun’la mücadelesi ve İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarışı, Sînâ’da ilâhî emirleri alışı, çöldeki olaylar ve İsrâiloğulları’na rehberlik edişi anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, Mûsâ’nın dünyaya geldiği dönemde Mısır’ın ve İsrâiloğulları’nın durumunu naklederken Firavun’un halkını çeşitli zümrelere böldüğünü, bir kısmını güçsüz bulup baskı ve zulüm yaptığını, erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bıraktığını bildirmektedir (el-Bakara 2/49; el-A‘râf 7/141; İbrâhîm 14/6; el-Kasas 28/4).
İslâmî kaynaklara göre Amram yetmiş yaşında iken Mûsâ gelmiştir (Sa‘lebî, s. 127). Bu sırada iş başında Velîd b. Mus‘ab b. Muâviye b. Ebû Nümeyr adlı firavun vardı. Bu zat, rüyasında Beytülmakdis’ten çıkan bir ateşin Mısır’a sıçradığını ve Mısır’ın evlerini yaktığını, bütün Kıbtîler’i yok ettiğini, ancak İsrâiloğulları’na zarar vermediğini görmüştür. Rüyanın yorumunu yapanlar İsrâiloğulları içinden doğacak bir çocuğun elinden saltanatını alacağını, düzenini bozacağını ve dinini değiştireceğini söyleyince Firavun, İsrâiloğulları’ndan doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emretmiş, daha sonra da bir yıl öldürülmelerini, bir yıl sağ bırakılmasını istemiş ve böyle bir yasak yılda Hz. Mûsâ doğmuştur (Taberî, I, 386; Mes‘ûdî, I, 48; Sa‘lebî, s. 128; İbn Kesîr, I, 238).
Mûsâ dünyaya geldiğinde annesine çocuğunu emzirmesi, endişelendiği takdirde onu bir sandığa koyarak nehre bırakması ve kaygılanmaması bildirilerek; oğlunun kendisine geri getirileceği ve ileride peygamber olacağı müjdelenir. Annesi onu daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca söyleneni yapar ve çocuğu bir sandık içinde nehre bırakır, Mûsâ’nın ablasına da kardeşinin âkıbetini uzaktan gözlemesini söyler. Firavun’un ailesi onu nehirde bulup alır; Firavun’un karısı öldürülmemesini, evlât edinilmesini ister. Mûsâ, Mısırlı hiçbir sütanneyi kabul etmeyince ablası ona bir sütanne bulmayı teklif eder, böylece Mûsâ tekrar annesine kavuşturulmuş olur (Tâhâ 20/38-40; el-Kasas 28/7-13).
Nehre bırakılan Mûsâ câriyeler tarafından bulunup Firavun’un hanımı Âsiye’ye getirilmiş, o da hem kendisi hem Firavun için sevinç vesilesi olabileceğini söyleyerek çocuğun öldürülmemesini istemiş, Firavun hanımının hatırı için çocuğun hayatını bağışlamıştır (Sa‘lebî, s. 128-130). Bir rivayete göre Mûsâ kendisini kucağına alan Firavun’un sakalını yolmuş, diğer bir rivayete göre ise elindeki sopayla Firavun’un başına vurmuştur. Buna öfkelenen Firavun, Mûsâ’nın öldürülmesini emretmiş, fakat Âsiye onun daha çocuk olduğunu ve ne yaptığını bilmediğini söylemiştir. Bunu ispatlamak için de bir tarafa ateş, bir tarafa mücevher koymuş, Mûsâ mücevhere uzanınca Cebrâil elini ateşe yöneltmiş, ateşi alan Mûsâ onu ağzına götürmüş ve bu yüzden dilinde tutukluk oluşmuştur (a.g.e., s. 131). Mûsâ ilâhî nezaret altında yetiştirilmiş, gençlik çağına gelip olgunlaşınca kendisine hikmet ve ilim verilmiştir (Tâhâ 20/39; el-Kasas 28/14).
Hz. Mûsâ’nın kaza ile bir Mısırlı’yı öldürmesi olayı Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda da geçer. Bir Mısırlı ile kavga eden İbrânî’ye yardım ederken Mısırlı’nın ölümüne sebep olur. Pişman olarak affedilmesini diler ve Allah da onu affeder. Bir gün sonra başka bir Mısırlı ile kavga eden İbrânî’nin tekrar kendisinden yardım istemesi üzerine Mûsâ ona haksız olduğunu söyleyince bu defa Mûsâ’nın bir adam öldürdüğünü ifşa eder. Mısır’ın ileri gelenleri Mûsâ’yı öldürmek için plan yapar. Bunu haber alan Mûsâ oradan kaçar ve Medyen’e gider. Medyen suyunda iki kıza hayvanlarını sulamada yardımcı olur. Kızların babası Hz. Mûsâ’yı çağırıp başından geçenleri dinler, ona emniyette olduğunu ve sekiz yıl çalışması karşılığında kızlarından biriyle evlenebileceğini söyler. Mûsâ bu teklifi kabul eder ve orada kalır (Tâhâ 20/40; el-Kasas 28/15-28). İslâmî kaynaklara göre hakkında ölüm kararı çıkınca nereye gideceğini bilemeyen Mûsâ’ya bir melek yol göstermiş ve onu Medyen’e götürmüştür. Mısır’dan sekiz günlük mesafedeki Medyen’e varan Mûsâ peygamber Şuayb’ın kızlarından Safura ile evlenmiş ve Medyen’de on yıl kalmıştır (a.g.e., s. 132-134).
Hz. Mûsâ, süresini tamamlayınca ailesiyle birlikte Medyen’den ayrılır. Tûr civarına geldiğinde dağda ateş görür. Yolu soracak birini bulmak veya bir ateş parçası almak için yaklaştığında vadinin sağ yamacından gelen bir sesle kendisine ayakkabılarını çıkarması emredilir ve peygamber olarak seçildiği bildirilir; asâ ve beyaz el (yed-i beyzâ) mûcizeleri verilir. Bu iki mûcize, Firavun ve adamlarına karşı Mûsâ’nın haklı ve yetkili olduğunu göstermek üzere Allah tarafından verilmiş iki delildir (Tâhâ 20/17-23; en-Neml 27/10-12; el-Kasas 28/31-32). İslâmî kaynaklara göre Mûsâ, Medyen’deki süresini tamamlayınca hanımını ve sürüsünü alarak yola koyulur. Soğuk bir kış akşamında Tûr’a varır. Dağda ateş görür, yaklaştığında kendisine seslenilir ve Firavun’a gitmesi istenir. Mûsâ’nın burada bir oğlu olur. Hanımı oğluyla birlikte Şuayb’ın yanına döner (a.g.e., s. 136-139); Mûsâ da Hârûn ile beraber İsrâiloğulları’nı kurtarmak üzere Firavun’a gitmekle görevlendirilir (el-A‘râf 7/103; Yûnus 10/75; Tâhâ 20/25-35, 42-46; Furkān 25/36; eş-Şuarâ 26/10-15; el-Kasas 28/32-35; el-Mü’min 40/23-24; ez-Zuhruf 43/46; en-Nâziât 79/16-17).
Mûsâ, Hârûn ile birlikte Mısır’a dönerek Firavun’a Allah’ın elçileri olduklarını bildirip ondan İsrâiloğulları’nı kendileriyle beraber göndermesini isteyince Firavun şöyle der: “Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yılını aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığın işi de (adam öldürmeyi) yaptın! Sen nankörün birisin!” Hz. Mûsâ o işi bilmeden yaptığını, korkunca da kaçtığını söyler. Firavun, inkâr ettiği gibi Mûsâ’nın tanrısına çıkmak için Hâmân’dan bir kule yapmasını ister, ayrıca kendisini tanrı kabul etmezse onu hapsedeceğini Mûsâ’ya bildirir. Mûsâ Firavun’a, Allah’ın elçisi olduğunu söyler ve inanması için ona asâ ve beyaz el mûcizelerini gösterir. Bunun üzerine Firavun Mısır’ın önde gelen sihirbazlarını toplar. Sonunda Mûsâ’nın asâsı sihirbazların oyuncaklarını yutar. Sihirbazlar Mûsâ’ya iman edince Firavun tarafından cezalandırılırlar (el-A‘râf 7/104-126; Yûnus 10/83; Tâhâ 20/47-76; eş-Şuarâ 26/16-51; el-Kasas 28/36-37; ed-Duhân 44/17-21). Firavun küfründe ısrar eder, İsrâiloğulları’na baskı ve zulüm daha da artar (el-Bakara 2/49; İbrâhîm 14/6; el-A‘râf 7/127; el-Mü’min 40/23-25; ez-Zuhruf 43/51-54). Bunun üzerine Mûsâ dokuz mûcize gösterir. Bunlar asâ, beyaz el, tûfan, çekirge, haşere, kurbağa, kan, karanlık, Kızıldeniz’in yarılması olarak gösterildiği gibi asâ, beyaz el, denizin yarılması, kayadan su fışkırması, bulut, levhalar, Cenâb-ı Hak ile konuşma, bulutun gölge yapması ve Mûsâ’nın yetmiş kişiyi seçmesi olarak da gösterilir (Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, “Mûsâ” md.). Firavun ve Mısır halkına bu musibetlerden her biri geldiğinde onlar Mûsâ’ya İsrâiloğulları’nı salıvereceklerini söyler, fakat azap kalktığında sözlerinden dönerler (el-A‘râf 7/130-135; el-İsrâ 17/101).
Bir gece vakti Mûsâ’ya yola çıkması emredilir, Firavun ve adamları da onların peşine düşer. Mûsâ asâsı ile denize vurur ve deniz yarılır. İsrâiloğulları denizi geçer, ancak Firavun ile askerleri boğulur (el-Bakara 2/50; el-A‘râf 7/136; el-Enfâl 8/54; Yûnus 10/90, 92; el-İsrâ 17/103; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52, 53, 60-66; el-Kasas 28/40; ed-Duhân 44/23; ez-Zâriyât 51/40). İsrâiloğulları denizi geçtikten sonra Mûsâ’nın önderliğinde Tûr’a gelirler. Otuz ve on gecelik bir süreyle dağa çağrılan Mûsâ yerine Hârûn’u bırakarak dağa çıkar. Rabbini görmek istediğini söyleyince dağa bakması emredilir, dağ paramparça olur. Daha sonra Hz. Mûsâ’ya ilâhî emirleri ihtiva eden levhalar verilir (el-A‘râf 7/142-145; Tâhâ 20/80). Tûr’dan dönüşte kavminin bir buzağı yapıp ona taptığını gören Mûsâ öfkelenerek levhaları yere atar ve Hârûn’u hırpalar. Ardından kavminden seçtiği yetmiş kişiyle tövbe eder (el-Bakara 2/54, 92; el-A‘râf 7/148-156; Tâhâ 20/85-97). Nihayet Mûsâ kavminden kendilerine vaad edilen topraklara girmelerini ister, fakat onlar kabul etmezler; bunun üzerine oraya girmeleri yasaklanır ve kırk yıl çölde yaşamaya mahkûm edilirler (el-Mâide 5/21-26). Hz. Mûsâ’ya karşı çıkan Firavun, Hâmân ve Kārûn helâk edilir (el-Ankebût 29/39).
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ’nın hayatıyla ilgili başka bilgi yoktur. Kendisinden bahseden bazı İslâmî kaynaklarda ise onun Hârûn’dan sonra üç yıl daha yaşadığı kaydedilir. Rivayete göre Mûsâ, İsrâiloğulları’ndan Tevrat’a uyacaklarına dair söz aldıktan kırk gece veya kırk gün sonra kavminden ayrılmış ve onu bir daha gören olmamıştır. Mezar kazan meleklere rastlayan Mûsâ kabrin kendisine ait olmasını arzu edince isteği kabul edilmiş ve kabre girdiğinde ruhunu teslim etmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber’e nisbet edilen bir rivayete göre ölüm meleği Mûsâ’ya gelerek ruhunu teslim etmesini istemiş, Mûsâ meleğe bir yumruk vurarak gözünü kör etmiştir. Melek Allah’ın huzuruna çıkıp durumu arzetmiş, Allah meleğe gözünü iade ettikten sonra tekrar Mûsâ’ya giderek ona eğer yaşamak istiyorsa elini bir sığırın üzerine koymasını, elinin altındaki kıl sayısınca yaşayacağını söylemesini emretmiş, melek söyleneni yapınca Mûsâ meleğe daha sonra ne olacağını sormuş, melek de mutlaka öleceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Mûsâ ölümü kabul etmiş, ancak mukaddes diyara bir taş atımı mesafede ruhunun alınmasını istemiştir. Aynı rivayete göre, bu anlatımın sonunda Resûlullah’ın: “Vallahi ben orada olsam onun yol kenarındaki kırmızı kum tepesinin yanında bulunan kabrini size gösterirdim” dediği nakledilir (Sa‘lebî, s. 188-190).
Hz. Mûsâ Kur’an’da şu özellikleriyle anılır: O hem resul hem nebîdir, ihlâs sahibidir (Meryem 19/51). Allah’ın risâletleriyle ve sözleriyle insanlar arasında seçkin kılınmıştır (el-A‘râf 7/144). Allah’a, fısıldaşan kimse kadar yaklaşma şerefine nâil olmuştur (Meryem 19/52). Allah tarafından seçilmiştir (Tâhâ 20/13). Allah tarafından ona sevgi verilmiştir ve O’nun nezâretinde yetiştirilmiştir (Tâhâ 20/39). Allah onu kendisine elçi seçmiştir (Tâhâ 20/41). O güvenilir ve şerefli bir elçidir (ed-Duhân 44/17-18). Allah katında şerefli biridir (el-Ahzâb 33/69). Güçlü ve güvenilirdir (el-Kasas 28/26). Mümin kullardandır (es-Sâffât 37/121-122).
Mûsâ hakkında Kur’an’da yer alan bazı bilgiler Tevrat’takilerle çelişmektedir. Tevrat’a göre Mûsâ’yı sudan çıkaran kadın Firavun’un kızı, Kur’an’a göre ise Firavun’un hanımıdır. Medyen’de Mûsâ’nın yardım ettiği kızların sayısı Kur’an’a göre iki, Tevrat’a göre yedidir. Tevrat’ta Mısır halkına geldiği bildirilen on musibet yerine Kur’an’da onun dokuz mûcizesinden bahsedilmektedir. Tevrat’ta kayadan sadece bir kaynağın çıktığı belirtilirken Kur’an’a göre on iki kaynak fışkırır. Kur’an’da Firavun’un veziri olarak anılan Hâmân’dan Tevrat’ta söz edilmez. Kur’an’a göre Mûsâ bir kastı olmaksızın Mısırlı’yı öldürdüğü için pişman olur, bu pişmanlık Tevrat’ta yer almaz. Mûsâ geceleyin dağda ateş görür ve ondan bir kor parçası almak veya yol sormak için dağa yaklaşır. Tevrat’a göre ise bu olay gündüz olmuştur. Kur’an’da sihirbazların Mûsâ’ya iman ettiği belirtilmekte, fakat Tevrat’ta bu husus zikredilmemektedir. Kur’an’da yer alan Mûsâ ve Hızır kıssası Kitâb-ı Mukaddes’te bulunmamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Mûsâ, Hz. Muhammed’i müjdeleyen bir peygamber olarak gösterilir, Tevrat’ta da ümmî resulün geleceği yazılıdır (el-A‘râf 7/157). Hz. Mûsâ’ya kitap, suhuf, elvâh verilmiştir (el-Bakara 2/53; el-Enbiyâ 21/48; en-Necm 53/36; el-A‘lâ 87/19). Bazı İslâmî kaynaklara göre ona verilen levhalar yeşil zümrütten ve üzerlerindeki yazılar altındandı. Tevrat’ın Mûsâ’ya vahyedilişi Tîh’te tamamlanmıştır. Mûsâ’ya on sahîfe verilmiş ve bunlar 100 sahîfeye tamamlanmıştır. Ardından ona İbrânîce olarak Tevrat indirilmiştir (Mes‘ûdî, I, 50). Hz. Mûsâ’ya ve Hz. Muhammed’e dini ayakta tutmaları tavsiye edilmiştir (eş-Şûrâ 42/13). Mûsâ da muhatapları tarafından insanları babalarının dininden döndürdüğü için kınanmış (Yûnus 10/78), sihirbazlıkla itham edilmiştir (el-Kasas 28/48). İslâmî gelenekte Hz. Mûsâ’ya “kelîmullah” denilmektedir. Çünkü Allah, Mûsâ ile aracısız konuşmuş ve ona vahyini bildirmiştir.
Hadislerde de Hz. Mûsâ’dan bahsedilmektedir. Resûl-i Ekrem, İsrâ ve Mi‘rac mûcizesi esnasında altıncı kat semada Mûsâ ile karşılaşmış, Mûsâ ona elli vakit namazın farz kılındığını öğrenince ümmetinin buna tahammül edemeyeceğini bildirerek Allah’tan azaltılmasını talep etmesini söylemiştir (Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6). Mûsâ-Hızır kıssası münasebetiyle de hadislerde Hz. Mûsâ’dan söz edilmektedir (Buhârî, “ʿİlim”, 16, 19, 44). Mûsâ’nın çok hayâ sahibi bir kişi olduğu, İsrâiloğulları’nın bir arada ve çıplak yıkanmalarına rağmen onun tek başına yıkandığı hususu hadislerde yer almaktadır (Buhârî, “Ġusül”, 20). Hz. Mûsâ’nın âşûrâ günü oruç tuttuğu ve esmer yüzlü, uzun boylu olduğu da nakledilmektedir (Buhârî, “Cenâʾiz”, 69; “Ṣavm”, 69; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7).
BİBLİYOGRAFYA
Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, “Mûsâ” md.
Buhârî, “ʿİlim”, 16, 19, 44, “Ġusül”, 20, “Ṣalât”, 1, “Cenâʾiz”, 69, “Ṣavm”, 69, “Ḫuṣûmât”, 1, “Şehâdât”, 28, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, 7.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 385-434.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), I, 48-50.
Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis, s. 127-190.
Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, el-Muʿarreb (nşr. F. Abdürrahîm), Dımaşk 1410/1990, s. 567-568.
İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 237-319.
Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. Abdülalîm et-Tahâvî), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), VI, 61-66.
E. Mangenot, “Moise”, DB, IV, 1189-1215.
H. Cazelles, “Moise”, DBS, V, 1308-1337.
A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’ān, Baroda 1938, s. 274-275.
S. Freud, Musa ve Tek Tanrıcılık (trc. Erol Sevil), İstanbul 1976.
NDB, s. 263-264, 503.
Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 7-117.
Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992, s. 113-150.
Ali Sayı, Firavun, Hâmân ve Kârûn Karşısında Hz. Musa, İstanbul 1992.
Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme (ed. G. Wigoder v.dğr.), Paris 1993, s. 764-768.
S. Paul, “Moses”, The Oxford Dictionary of the Jewish Religion (ed. R. J. Z. Werblowsky – G. Wigoder), New York 1997, s. 480-481.
J. Kirsch, Moses, New York 1998.
L. Ginzberg, The Legends of the Jews (trc. H. Szold), Baltimore 1998, II, 245-375; III, tür.yer.
B. Heller, “Mūsā”, İA, VIII, 658-660.
a.mlf. – D. B. Macdonald, “Mūsā”, EI2 (İng.), VII, 638-639.
R. F. Johnson, “Moses”, IDB, III, 440-450.
I. Abrahams v.dğr., “Moses”, EJd., XII, 371-411.“
https://islamansiklopedisi.org.tr/musa–peygamber
Richtig
Ein Diktator per Definition IST ein uneingeschränkter Herrscher…
Machthaber oder auch Gewaltherrscher. Im politischen sinne gibt es aber auch Begriffe wie
Diktatur des Proletariats oder
„Die Diktatur (von lateinisch dictatura) ist eine Herrschaftsform, die sich durch eine einzelne regierende Person, den Diktator, oder eine regierende Gruppe von Personen (z. B. Partei, Militärjunta, Familie) mit weitreichender bis unbeschränkter politischer Macht auszeichnet.“
„Politische Führung in der Diktatur
Jan C. Behrends(Mehr zum Autor)öffnen
22.12.2009 / 17 Minuten zu lesen
Politische Führung in der Diktatur gründet sich auf persönliche Netzwerke der Macht und den Versuch, eine charismatische, „emotionale Vergemeinschaftung“ (Max Weber) zwischen Herrscher und Beherrschten herzustellen.
Einleitung
Max Weber vertrat gegen Ende des Ersten Weltkriegs die Auffassung, dass es schwer sein werde, die Monarchie als legitimierende Kraft zu substituieren. Das Erbcharisma eines Königs versehe die staatliche Ordnung mit einer Legitimitätsquelle, die „gerade in modernen Massenstaaten nicht leicht ersetzt werden könne“.Zur Auflösung der Fußnote[1] Der radikale Bruch, den die Revolution im Herbst 1918 für die deutsche Staatlichkeit bedeutete, erschien ihm deshalb als problematisch. Und auf einer allgemeinen Ebene verdeutlichte Weber ein Grundproblem moderner Herrschaft: Wie konnte eine Republik emotionale Bindungen zwischen Herrschaft und Gesellschaft aufbauen, die Europas Monarchien stark gemacht hatte? Wie konnte politische Führung neu begründet, legitimiert und durchgesetzt werden?
Der politische Beobachter Max Weber war ein Seismograph dafür, wie aktuell diese Fragen zu Beginn des 20. Jahrhunderts waren. In vielerlei Hinsicht haben sie nur wenig von ihrer Dringlichkeit eingebüßt: In Zentralasien, China und in Teilen Südamerikas sind Formen diktatorischer Herrschaft und Varianten autoritärer Führerschaft fest verankert. Sie schöpfen ihre Legitimität aus einer antiliberalen Agenda, die auch die Diktaturen Europas im 20. Jahrhundert auszeichnete.
Diktatur als Begriff und moderne Regierungsform
Der Begriff Diktatur geht auf das außerordentliche Amt des Diktators in der Römischen Republik zurück, eines politischen Führers, der im Krieg oder während innerer Unruhen für begrenzte Zeit mit weitgehenden Machtbefugnissen ausgestattet wurde. Wer bis zum Beginn des 20. Jahrhunderts von „Diktatur“ sprach, hatte vor allem diese Institution des römischen Verfassungsrechts vor Augen. Illegitime Herrscher wurden dagegen als Tyrannen oder Despoten gebrandmarkt.
Der Sturz der legitimen Monarchien Europas nach 1789 schuf die Voraussetzung für die Rückkehr des antiken Begriffs in die politische Sprache.Zur Auflösung der Fußnote[2] Schließlich entwickelte Karl Marx den Begriff der Diktatur weiter; er sah nicht mehr in einem einzelnen Diktator, sondern in der sozialen Gruppe des „Proletariats“ den Träger einer autoritären Herrschaft, die insofern begrenzt sein sollte, als ihr Ziel das „Absterben“ des Staates an sich in der kommunistischen Gesellschaft war. Seine gegenwärtige Bedeutung erhielt der Begriff Diktatur im Ergebnis der russischen Revolution. In Lenins Schrift „Staat und Revolution“ stellte der russische Revolutionsführer eine Verbindung her zwischen dem Klassenkampf und der Errichtung einer auf Gewalt gestützten Herrschaft des Proletariats: „Die Lehre vom Klassenkampf, von Marx auf die Frage des Staates und der sozialistischen Revolution angewandt, führt notwendig zur Anerkennung der politischen Herrschaft des Proletariats, seiner Diktatur, d.h. einer mit niemand geteilten und sich unmittelbar auf die bewaffnete Gewalt der Massen stützenden Macht.“Zur Auflösung der Fußnote[3] Wie Marx sah auch Lenin die „Volksmassen“ als Souverän, dem allein die legitime Macht in dieser neuen Form von Staatlichkeit zustand.
Nur wenige Jahre nach Lenin hat der Staatsrechtler Carl Schmitt versucht, den Begriff der Diktatur dadurch zu schärfen, dass er die Unterscheidung zwischen „kommissarischer“ und „souveräner“ Diktatur einführte.Zur Auflösung der Fußnote[4] Während die „kommissarische Diktatur“ auf die Bewahrung der bestehenden Staatsordnung durch zeitweilige Aufhebung der Verfassung ziele, will die „souveräne Diktatur“ eine neue gesellschaftliche Ordnung etablieren. Im Unterschied zur marxistischen Tradition, die Diktatur als Herrschaft der entrechteten Massen begriff, und abweichend von der Analyse Schmitts, der Diktatur als Scharnier zur neuen Ordnung sah, waren die Diktaturen des 20. Jahrhunderts von langer Dauer, innerer Stabilität und lebenslanger Führerschaft einzelner Personen geprägt. „Kommissarische Diktaturen“, das heißt befristete Ausnahmezustände zum Schutz oder der Wiederherstellung der politischen Ordnung, waren die Ausnahme.
Aus den Erfahrungen des 20. Jahrhunderts bildete sich eine Verwendung des Begriffs der Diktatur, der jegliche Form unumschränkter Machtentfaltung bezeichnet, die sich in Gegensatz zum liberalen Verfassungsstaat westlicher Prägung befindet. Um die Form der Diktatur zu charakterisieren, ist die historische Forschung dazu übergegangen, von „kommunistischer“, „faschistischer“ oder „nationalsozialistischer Diktatur“ ebenso zu sprechen wie von „moderner Diktatur“ oder auch von „Wohlfahrtsdiktatur“. Bei diesen Bezeichnungen handelt es sich um Interpretationsangebote, die einen spezifischen Akzent – Ideologie, Wirtschaft, Sozialpolitik – diktatorischer Herrschaft betonen.
Für die Frage nach politischer Führung in der Diktatur ist es zielführender, sich auf Max Weber zu beziehen, der charismatische Führerschaft als „außeralltäglich (…) geltende Qualität einer Persönlichkeit“ bezeichnete, „um derentwillen sie als mit nicht jedem andern zugänglichen Kräften oder Eigenschaften oder als gottgesandt oder als vorbildlich und deshalb als Führer gewertet wird“.Zur Auflösung der Fußnote[5] Weber wies darauf hin, dass nicht die Eigenschaften des Charismaträgers, sondern die soziale Beziehung zwischen Führern und Geführten entscheidend sei. Der unbedingte Gehorsam bedingt zudem die Gewaltstruktur charismatischer Herrschaft, die eines rechtlichen Fundamentes nicht bedarf. Bedroht wird dieses Führercharisma nach Weber durch Veralltäglichung, Entzauberung, Bürokratisierung und fehlenden Erfolg.
In der Geschichte des 20. Jahrhunderts lassen sich sowohl Anhaltspunkte für eine Interpretation von Diktatur als permanentem Ausnahmezustand wie auch als Form charismatischer Herrschaft finden. Zentral ist in beiden Fällen, dass einzelne Personen politische Macht in beispielloser Weise auf sich vereinigen konnten. Erst diese Machtfülle erlaubte ihnen, die Verbrechen zu befehlen, von denen das vergangene Jahrhundert geprägt wurde.Zur Auflösung der Fußnote[6]
Russland und Deutschland: Wege zu persönlicher Führerschaft
Im Zuge der russischen Revolution des Jahres 1917 gelangten die Bolschewiki an die Macht und errichteten gezielt ihre Alleinherrschaft.Zur Auflösung der Fußnote[7] Der Berufsrevolutionär Wladimir I. Lenin war in den Jahren des Untergrunds und Exils der unumstrittene Parteiführer. Doch nach seiner eigenen Doktrin war Lenin einer höheren Instanz, nämlich der Partei als historische Gestalt der Arbeiterklasse, Rechenschaft schuldig. Dies verpflichtete ihn zur Rücksichtnahme auf andere Führungsfiguren.
Lenin ergriff 1917 den Vorsitz in der Regierung („Rat der Volkskommissare“). Seine Stellung lässt sich mit dem Begriff des Diktators nur unzutreffend beschreiben. Er beanspruchte von Beginn an extralegale Gewalt und konnte im Bürgerkrieg weitreichende Entscheidungen treffen. Dies zeigte sich im Konflikt mit Polen, den Lenin weitgehend im Alleingang vorantrieb. Nach der militärischen Niederlage im Sommer 1920 musste er seine Strategie jedoch rechtfertigen und suchte den Schulterschluss mit anderen führenden Genossen.Zur Auflösung der Fußnote[8] Während die bolschewistische Diktatur mit dem Beginn des „Roten Terrors“ im Sommer 1918 zum permanenten Ausnahmezustand überging, lag die politische Führung nicht allein in den Händen Lenins. Sie wurde vielmehr vom Zentralkomitee der KPdSU ausgeübt, das Entscheidungen intern kontrovers diskutierte. Für gewöhnliche Parteimitglieder oder die Bevölkerung machte dies freilich keinen bedeutenden Unterschied: Sie waren der kommunistischen Herrschaft ausgeliefert. Mit dem Tod Lenins 1924 begann seine Verklärung im Führerkult. An der Parteispitze tobte ein langjähriger Kampf um die politische Führung. Dabei zeigte sich rasch, dass die Kontrolle des Parteiapparats für Josef W. Stalin, der seit April 1922 das neue Amt eines Generalsekretärs besetzte, einen entscheidenden Vorteil bedeutete.
Der deutsche Weg in die Diktatur unterscheidet sich fundamental vom russischen Szenario. Nach der Niederlage des Kaiserreichs gelang es Mitte der 1920er Jahre zunächst, die neue liberale Staatsordnung zu stabilisieren. Erst mit dem Ende der parlamentarischen Regierung im Reich 1930 und in Preußen 1932 begann die Zerstörung der Republik, die seit ihrer Gründung von links und rechts bekämpft worden war. Die Nationalsozialisten, die sich von demokratischen Parteien dadurch absetzten, dass sie sich als „Bewegung“ inszenierten, wurden nach ihrer Niederlage im Putsch von 1923 zur Partei Adolf Hitlers, der nach seiner Entlassung aus kurzer Haft zu ihrem unumschränkten „Führer“ aufstieg.Zur Auflösung der Fußnote[9] Hitler eiferte dem Vorbild des faschistischen duce Benito Mussolini nach und präsentierte sich als starker Mann, der Deutschland vor der „bolschewistischen Gefahr“ bewahren könne.Zur Auflösung der Fußnote[10] Innerhalb der „Bewegung“ gelang es Hitler bereits vor 1933, seine Rivalen auszuschalten.
Hitlers Auftritte prägten das Bild der NSDAP. Zugleich stand er im Zentrum der Macht; es gab in der Partei keine Instanz, der er Rechenschaft schuldig war. Im Unterschied zu den Bolschewiki existierte in der NSDAP keine Diskussionskultur. Während in der Sowjetunion zunächst noch auf Parteitagen über politische Entscheidungen in eingeschränktem Maße gestritten werden konnte, waren die Nürnberger Aufmärsche der NSDAP nur mehr Mittel der Selbstdarstellung. Politische Entscheidungen fällte Hitler im Kreise seiner zu absoluter Loyalität verpflichteten Führungsriege. Seine Stärke zog der Nationalsozialismus in den frühen 1930er Jahren aus seiner breiten sozialen Basis: Es gelang den Nationalsozialisten, Anhänger aus unterschiedlichsten sozialen Milieus zu rekrutieren – von der Landbevölkerung über Selbständige bis zu Akademikern und Beamten. Die NSDAP war eine „junge, klassenübergreifende Volkspartei'“, deren Versprechen von Einheit, Gemeinschaft und autoritärer Führung aufgrund des verlorenen Krieges und der Weltwirtschaftskrise attraktiv waren.Zur Auflösung der Fußnote[11]
Im direkten Anschluss an die Ernennung Hitlers zum Reichskanzler am 30. Januar 1933 begann der Umbau der Staatlichkeit. Der Brand des Reichstags lieferte den Vorwand, mit der „Verordnung zum Schutz von Volk und Staat“ wesentliche Grundrechte der Verfassung außer Kraft zu setzen. Das „Ermächtigungsgesetz“ vom 24. März 1933 verlieh dem Reichskanzler auch offiziell die Vollmachten eines Diktators; seine Regierung konnte nun Gesetze erlassen, die von der Verfassung abweichen durften. Hitler eroberte innerhalb weniger Wochen eine Machtstellung im Staatsapparat, die seiner Position in der NSDAP entsprach. Diese Umstrukturierung deutscher Staatlichkeit war ohne die Unterstützung der traditionellen Eliten nicht denkbar. Ihre Mitwirkung erlaubte die „Säuberung“ der Verwaltungen und die gezielte Zerstörung der Verfassungsordnung im Reich und in den Ländern. Zugleich gaben sie den Weg frei in den „Führerstaat“, der nicht nur das Ende der föderalen Ordnung bedeutete, sondern auch den Aufstieg zahlloser NS-Funktionäre bedingte, die Hitler durch persönliche Gefolgschaftsbeziehungen verbunden waren. Zugleich inszenierte das Regime am „Tag von Potsdam“ im März 1933 Hitler als Staatsmann in der Nachfolge Friedrich II., Bismarcks und Hindenburgs. Die Revolution legitimierte sich auch aus der Tradition.
Während der Ausschaltung der SA-Führung am 30. Juni 1930 („Röhm-Putsch“) zeigte sich, dass das Regime nicht nur die Entrechtung und Ermordung Andersdenkender sanktionierte, sondern auch in regimeinternen Auseinandersetzungen tötete. Hitler nutzte die Gelegenheit, um sich zum „obersten Gerichtsherren“ zu stilisieren. Carl Schmitt sekundierte: „Inhalt und Umfang seines Vorgehens bestimmt der Führer selbst.“Zur Auflösung der Fußnote[12] Die Machtakkumulation fand mit dem Tod des Reichspräsidenten seinen Abschluss in der Ernennung Hitlers zum „Führer und Reichskanzler“ am 2. August 1934. Die Reichswehr veranlasste, dass auch das Heer auf Hitler vereidigt wurde. Damit war der Umbau der Republik zum „Führerstaat“ im Sommer 1934 beendet. Am 19. August bestätigte die Bevölkerung das neue Staatsoberhaupt per Akklamation in einem „Volksentscheid“.
Zugleich bestritt Ernst Rudolf Huber, der führende Theoretiker der neuen Ordnung, dass es sich um eine Diktatur handle. Ganz im Sinne der klassischen Lehre argumentierte er, dass eine Diktatur nur für begrenzte Zeit in Notlagen anzutreffen sei, „der Führerstaat aber ist eine endgültige und normale Ordnung“. Er sei aus der Erkenntnis entstanden, dass das Volk seinen Willen nicht in Wahlen und Abstimmungen zum Ausdruck bringen könne: Das Deutsche Reich „ist ein völkischer Führerstaat, in der das Volk die Substanz der politischen Einheit ist, während der Volkswille im Führer gebildet wird. Der Führerstaat beruht auf der Autorität, nicht wie die Demokratie auf der volonté générale.“Zur Auflösung der Fußnote[13] Staatsgewalt ging im Nationalsozialismus auf die Autorität Hitlers zurück, und dessen Befugnisse kannten keine Grenzen. Ähnlich grenzenlos war die Apotheose des „Führers“, die vom Propagandaministerium und den Massenmedien („Führer-Geburtstag“, 1. Mai, „Heldengedenktag“) in Szene gesetzt wurde.
Politische Führung und Radikalisierung
In den Jahren nach Lenins Tod setzte sich Stalin im innerparteilichen Machtkampf als Nachfolger durch. Dabei nutzte er wechselnde Allianzen, um sämtliche Mitstreiter Lenins auszuschalten.Zur Auflösung der Fußnote[14] Stalin gelang es, politische Gegner zu stigmatisieren, in dem er sie als Verräter an der Einheit der Partei bezeichnete. Als „Opposition“ oder linke und rechte „Abweichler“ bezeichneten der Generalsekretär und seine Kamarilla diejenigen, die gegen die von ihnen bestimmte „Linie“ der Partei verstießen. Mit Stalin siegte auch seine Vorstellung von der Fortsetzung der Revolution. Er setzte auf den „Sozialismus in einem Land“ als Programm autoritärer Modernisierung und Staatsbildung. Dabei verabschiedete er sich von der marxistischen Vorstellung, wonach der Staat beim Aufbau der sozialistischen Gesellschaft absterbe. Im Gegenteil: Stalins Anliegen war der Ausbau der Staatsmacht und die Stärkung der Staatspartei.
Die institutionelle Ordnung, die sich in den 1920er Jahren herausgebildet hatte, tastete Stalin zunächst nicht an. Als Generalsekretär stand er offiziell dem Zentralkomitee der bolschewistischen Partei vor, der höchsten Instanz zwischen Parteitagen. Unter Lenin lag das Zentrum der Macht noch bei der Regierung, dem „Rat der Volkskommissare“. Doch alsbald entwickelte sich das Politische Büro („Politbüro“) zum Schattenkabinett mit Stalin als grauer Eminenz. Neben der Partei und stets auf Distanz zum übrigen Staatsapparat entwickelte sich die Geheimpolizei außerdem zum zentralen Machtinstrument. Das Politbüro traf 1928/29 die weitreichenden Entscheidungen zur gesellschaftlichen Umgestaltung in Stalins „Revolution von oben“. Stalins persönlicher Einfluss wurde in der Versetzung, Abberufung oder Beförderung loyaler Funktionäre deutlich. Zugleich förderte er die Karriere ergebener Mitstreiter wie Wjatscheslaw Molotow, Lasar Kaganowitsch oder Anastas Mikojan, deren Namen für eine Generation das politische Leben in der UdSSR prägen sollten. Selbst hielt sich der Generalsekretär, der ein moderates und bescheidenes Image pflegte, gern im Hintergrund. Zugleich versuchte Stalin, die Macht in wenigen Händen zu konzentrieren. So schlug er 1930 Molotow als Regierungschef vor, um die „Partei- und Staatsführung zu vereinen“ und die Stärke der Macht „zu verdoppeln“.Zur Auflösung der Fußnote[15] Zeitgleich begann in der Öffentlichkeit mit seinem 50. Geburtstag 1929 die Verehrung als vozd‘ – Führer.
Stalins Stärke bestand im Ausbau informeller Netzwerke.Zur Auflösung der Fußnote[16] Anfang der 1930er Jahre hatte er es geschafft, enge Mitstreiter in allen Führungsgremien zu platzieren. Die hieß jedoch nicht, dass er zu diesem Zeitpunkt keine Zugeständnisse mehr machen musste. Im Zuge der ökonomisch-sozialen Katastrophe, die sich während der Zwangskollektivierung und Industrialisierung entspann, spielte Stalin häufig die Rolle eines Vermittlers in zahllosen Konflikten, die sich um die Verteilung von Ressourcen drehten. Dass das Regime Aufstände und Hungersnot überstand, trug dazu bei, dass die Parteiarbeiter Stalin Charisma zuschrieben. Im Angesicht der Katastrophe bewährte er sich durch die Verteidigung der Macht. Die Ermordung des Leningrader Parteisekretärs Sergei M. Kirow im Dezember 1934 führte in eine Spirale der Gewalt, die im großen Terror der Jahre 1937/38 endete.
Die ältere Forschung hat die Konflikte Mitte der 1930er Jahre – analog zum Machtkampf nach Lenins Tod – als Auseinandersetzung zwischen moderaten und radikalen Elementen in der sowjetischen Führung gedeutet. Dabei wurde Stalin die Rolle eines Vermittlers zwischen den beiden Lagern zugeschrieben. Die partielle Öffnung der Archive hat diese Deutung jedoch widerlegt. Es ist nun unbestritten, dass Stalin kein Getriebener, sondern der Motor des Terrors war. Nachdem er in den Jahren zuvor im Umgang mit Widersachern stets laviert hatte – auf Disziplinarstrafen folgten neue Posten, auf Parteiausschluss die Wiederaufnahme -, setzte er nun zur Abrechnung an. Durch diese Radikalisierung verschoben sich die politischen Gewichte erneut. Jede einzelne Frage wurde nun Stalin zur Entscheidung vorgelegt.Zur Auflösung der Fußnote[17]
Es fiel das Tabu, Mitglieder des eigenen Führungszirkels zu töten. Die Bevölkerung wurde gezwungen, der Vernichtung der Opposition in den Schauprozessen 1936/37 zuzustimmen. Diese Prozesse waren Bühne für Unterwerfungsrituale gegenüber einem Diktator, der totale Macht erreicht hatte, und Ausdruck eines Weltverständnisses, das überall feindliche Agenten und Spione am Werk sah. Im Führungszirkel wurde die Verhaftung enger Verwandter oder Ehepartner zur Loyalitätsprobe. Wer an der Spitze bleiben wollte, musste zeigen, dass die Loyalität zu Stalin für ihn mehr bedeutete als das Schicksal seiner Familie. Die sozialen Beziehungen in der sowjetischen Führung blieben bis zu Stalins Tod von Angst und Misstrauen geprägt. Die „Stalin-Verfassung“ des Jahres 1936 verschleierte das reale Machtgefüge. Sie war ein Versuch, der Herrschaft Stalins den Anschein von Legalität und Rationalität zu verleihen. Zugleich dominierte der Führerkult um Stalin die Bildende Kunst, Literatur und auch den Film. Das Regime setzte auf das paternalistische Bild des „Vaters der Völker“, das zunehmend vom Alltag abgekoppelt war. Die Persona Stalins wurde zum Symbol für Staat und Herrschaft in der UdSSR.
In Deutschland begann Mitte der 1930er Jahre der von den Nationalsozialisten postulierte „Führerstaat“ Gestalt anzunehmen. Der „Führerabsolutismus“, wie Ian Kershaw Hitlers personalisierte Herrschaftsform genannt hat, bedeutete, dass Institutionen an Bedeutung verloren und durch ein Geflecht konkurrierender Ämter, Stäbe und persönlicher Beziehungen überlagert wurden. Dies zeigte sich an den immer seltener werdenden Sitzungen des Kabinetts und des Reichstags und der Bedeutung, die nun dem persönlichen Kontakt zu Hitler zukam. Kershaw hat anhand einer Rede des preußischen Staatssekretärs Werner Willikens gezeigt, auf welchem Fundament Hitlers Herrschaft stand. Willikens führte 1934 im Kreise von Regierungsvertretern aus: „Jeder, der Gelegenheit hat, das zu beobachten, weiß, dass der Führer sehr schwer von oben her alles befehlen kann (…). Im Gegenteil, bis jetzt hat jeder an seinem Platz im neuen Deutschland dann am besten gearbeitet, wenn er sozusagen dem Führer entgegenarbeitet. (…) Wer aber dem Führer in seiner Linie und seinem Ziel richtig entgegenarbeitet, der wird bestimmt wie bisher so auch in Zukunft den schönsten Lohn darin haben, daß er eines Tages plötzlich die legale Bestätigung seiner Arbeit bekommt.“Zur Auflösung der Fußnote[18] Willikens beschrieb die politische Dynamik, die durch die Zerschlagung der verfassungsmäßigen Grundlagen und rechtlichen Verfahren entstehen konnte. So sollten Akteure auf allen Ebenen den „Führerwillen“ antizipieren und mit ihren Initiativen die beständige Radikalisierung des Regimes gleichsam „von unten“ vorantreiben.
Das Feld, auf dem Hitler sich profilierte, war die Außenpolitik. Durch den Austritt aus dem Völkerbund, die Wiedereinführung der Wehrpflicht 1935 und den Einmarsch ins Rheinland im folgenden Jahr erreichte seine Popularität neue Höhen. Hier trafen seine Aktionen auf einen Konsens in der deutschen Gesellschaft, der weit über die überzeugten Nationalsozialisten hinausreichte.Zur Auflösung der Fußnote[19] Weit weniger populär war die Gewalt gegen die jüdischstämmige Bevölkerung. Sie ist jedoch ein Beispiel für den innenpolitischen Radikalisierungsprozess, der durch Druck aus der „Bewegung“ am Laufen gehalten wurde. Auf Straßengewalt an der Basis folgte Zustimmung der politischen Führung und schließlich die pseudolegale Festschreibung der Diskriminierung durch Verordnungen und Gesetze. So war die NS-Herrschaft ein System, das zwar von großer Machtfülle an der Spitze gekennzeichnet war, das jedoch auf Druck seiner radikalen Basis reagierte. Es entwickelte sich eine wechselseitige Beziehung zwischen dem „Führer“ und seiner Gefolgschaft: Während die Aktivisten „dem Führer entgegenarbeiteten“, versuchte die politische Führung, den Elan der Basis zu kanalisieren. Hitler selbst forderte das Engagement der Bevölkerung, ihre Teilhabe an der Führung: „Man kann (…) diese Krise der heutigen Zeit beheben, durch einen wirklichen Führungs- und damit Führerstaat. Dabei ist ganz klar, dass der Sinn einer solchen Führung darin liegt, zu versuchen (…) immer aus dem Volk heraus, die Menschen zu gewinnen, die für eine solche Führung geeignet sind. (…) Das ist die schönste Art der Demokratie, die es gibt…“Zur Auflösung der Fußnote[20]
Die Diktaturen Hitlers und Stalins erlangten einen Teil ihrer Attraktivität dadurch, dass sie jungen Männern sozialen Aufstieg ermöglichten. Durch „Säuberungen“, Expansion des Parteistaates und Krieg wurden beständig neue Kanäle in den Apparat frei. Ohne diese Möglichkeiten zur Teilhabe an der politischen Führung, die in geringerem Umfang auch Frauen offenstanden, ist die Stabilität der Diktaturen nicht zu erklären.
Im Zweiten Weltkrieg blieben die Machtpositionen Stalins und Hitlers unangetastet. Beide verknüpften als Oberste Befehlshaber ihre charismatische Ausstrahlung und letztlich ihr politisches Schicksal mit dem Ausgang des militärischen Konflikts. Die neuere Forschung betont, dass es der Sowjetunion besser gelang, ihre Kriegswirtschaft zu organisieren, während das „Dritte Reich“ keine rationale Ordnung etablierte.Zur Auflösung der Fußnote[21] Gerade im Krieg wogen persönliche Bindungen schwerer als institutionelle Ordnungen. So trug das nationalsozialistische Imperium in Osteuropa, das von Männern wie Hans Frank oder Erich Koch brutal regiert wurde, neofeudale Züge. Ihre Gewaltherrschaft bedurfte keiner anderen Legitimation als der Loyalität zum „Führer“. Auch die Entfesselung des Terrors im Zweiten Weltkrieg, der Völkermord an den europäischen Juden und die ethnischen „Säuberungen“ gingen auf Initiativen der politischen Führung zurück.Zur Auflösung der Fußnote[22] Wie andere Verbrechen blieben sie jedoch undurchführbar ohne die Mittäterschaft großer Bevölkerungsgruppen – von den akademischen Eliten als Vordenkern, den Verwaltungen bis hinunter zu den mordenden Schergen. Die Legitimität der Diktaturen des 20. Jahrhunderts fußte auf dem Charisma, das ihren Führern zugeschrieben wurde, und in ihrer verbrecherischen Funktionalität stützten sie sich auf parteistaatliche Apparate, die absolut loyal zur Führung standen.
Ausblick und Zusammenfassung
Nach dem Sieg im Zweiten Weltkrieg dauerte die persönliche Diktatur Stalins in der UdSSR an. Die Gremien des Parteistaates verloren weiter an Bedeutung; die Herrschaft im sowjetischen Nachkriegsimperium fußte mehr denn je auf persönlichen Beziehungen und Patronage.Zur Auflösung der Fußnote[23] Der Kult um Stalin als „Befreier“ und Sieger bildete den emotionalen Kitt des Regimes, der bis heute in der politischen Kultur Russlands nachwirkt. Hinter einer (volks-)demokratischen Fassade entstanden in Osteuropa Parteistaaten sowjetischen Typs, die sich am sowjetischen Vorbild orientierten.
Da er die Autonomie der Satellitenstaaten erhöhte, bildete der Tod Stalins 1953 einen gewissen Einschnitt. Im eigentlichen Sinne souverän wurden die „Volksdemokratien“ jedoch bis 1989 nicht. Auch wenn sie – mit Ausnahme Rumäniens unter Nicolae Ceau?escu – keine persönlichen Diktaturen wie die Stalin’sche Sowjetunion darstellten, waren auch sie von autoritären Generalsekretären geprägt, die wie Walter Ulbricht, W?adys?aw Gomu?ka oder Janos Kádár über Jahrzehnte regierten und erhebliche Machtfülle besaßen. Dennoch bildeten die Staatspartei, die Regierung und ökonomische Interessengruppen ein zunehmendes Gegengewicht zu ihrem Einfluss. Eine Rückkehr zu den Verhältnissen der 1930er und 1940er Jahre war nicht möglich.
Die moderne Diktatur war eine Reaktion auf die europäische Krise zu Beginn des 20. Jahrhunderts. Sie war nicht der temporäre, sondern der permanente Ausnahmezustand. Den Parteiführern gelang es, beispiellose Machtfülle anzuhäufen. Dabei waren, wie die neuere Forschung gezeigt hat, informelle Beziehungen wichtiger als (partei-)staatliche Institutionen. Die Institutionenordnung der modernen Diktatur blieb primär Fassade; personale Macht, Patronage, Stäbe und lokale Netzwerke waren weitaus wichtiger. Zentrale Fragen, etwa das Verhältnis zwischen Partei und Staat, blieben letztlich ungeklärt.
Dabei unterschied sich die Begründung politischer Führerschaft beträchtlich. Während Hitler sich von Beginn seiner Karriere an zum „Führer“ stilisierte, verleugneten Lenin und Stalin – trotz des Führerkultes um sie – diese Rolle und betonten ihren Dienst an der Partei. Mit seiner Stilisierung zum „Führerstaat“ stand der Nationalsozialismus allein. Jenseits dieser phänomenologischen Differenzen hat die Forschung deutlich gemacht, dass politische Führung in der Diktatur von Personen abhängig war. Sie gründete sich auf persönliche Netzwerke im Innern der Macht und dem Versuch, eine charismatische Beziehung, eine „emotionale Vergemeinschaftung“ (Max Weber) zwischen Herrscher und Beherrschten zu inszenieren und herzustellen.“
https://www.bpb.de/shop/zeitschriften/apuz/33035/politische-fuehrung-in-der-diktatur/
Ich WÄRE sehr vorsichtig, WENN ich dieses Wort benutzen würde ABER besonders im westen IST ALLES was nicht westkonform ist eine Diktatur.
Es gibt AUCH ein German Belt
😉
Wirklich, gibt es
Aberrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr…
Die GÜRTEL die ich ansprechen WERDE…
SIND andere!
Du MUSST deinen Gegner kennen,
DAMIT du…
Wenn du ihn an den eiern hast sooooooooooooo…
Richtig…
Festzudrücken kannst.
no mercy
Wie du mir so ich dir…
Heißt es in Deutschland
*
Syrien zum Beispiel,
Gestern…
Ich spreche NIE alles an.
JA die UN…
Millionen vom Hunger bedroht,
Ich scheiße auf so eine…
„Politik“
„WAS sind schon ein paar tausend“ Ukrainer dagegen?
NEIN, alle SIND sie Menschen.
„Der Tod eines einzelnen Mannes ist eine Tragödie, aber der Tod von Millionen ist nur eine Statistik.“
Josef Stalin
*
Oder…
Waren es WIEDER um die 300?
Ja ja, Migranten die WIEDER ertrunken. Vor ein zwei Tagen…
MENSCH…
Sucht nach überlebenden.
Auch wieder gestern, eine Ukrainerin…
Sie will nicht gehen, 100 Meter zur Front…
„Ich bin 73 wo soll ich hingehen?“
Sie tat mir richtig leid. WIR…
SIND nur Menschen und wollen, wenn es geht gut und in Frieden leben!
Hallooooooooooooooo,
Politik…
Hörste mich?
A Ukrainian analyst today, quite early this morning
The one about this provoked war,
I had in the Turkish. One(s) WILL invent some pretext(s). There is no other way. One MUST.
He, the analyst…
That’s what they are there for, to think everything humanly possible and from that to determine the steps to be taken.
Of course he has heaven and hell, the best wishes BUT he MUST also take that into account….
WHAT IF?
What if Ukraine loses and has to cede territories?
Including Crimea…
Russia would certainly be willing to make peace under these conditions…
And that’s not even that far-fetched.
It WILL go on as soon as I can….
Too warm
*
AbWARTEN,
Kommt noch…
Irgendwann.
Der GRÜNE Gürtel,
— Green Belt* —
Ein Begriff aus der Wirtschaft ABER auch in der…
POLITIK, erinnere dich im türkischen.
WIRD…
ALLES zu sprache KOMMEN…
Englisch…
Ich HABE zugenüge GEWARNT.
Wollen mal sehen;
El mi yaman BEY MI YAMAN?
* Beschreibt „wirtschaftliche – soziale“ räume in AMerika…
Ich aber WERDE die Politik ansprechen, den politischen „Islam“
Diesen ganzen Pöbel & Gesocks.
Die Muslim Brüder und ihre Erfinder…
Engländer und so weiter, WAS habe ich immer im türkischen geschrieben?
DER westliche Politiker HAT vor nix mehr Angst als vor seinem eigenen Volk…
WIRD Zeit…
Sie aufzuklären!
„List of belt regions of the United States
The belt regions of the United States are portions of the country that share certain characteristics. The „belt“ terminology was first applied to growing regions for various crops, which often follow lines of latitude because those are more likely to have similar climates. The allusion was to a long clothing belt, as seen on a map.
The usage has expanded to other climatic, economic, and cultural concentrations. These regions are not formally defined; they frequently overlap and have vague borders. The terminology is also used outside the U.S. (e.g., India’s Hindi Belt).
List of regions
Banana belt, a term applied to several U.S. areas with milder climates than their surrounding regions.
Bible Belt, any collection of states where evangelical and fundamentalist Protestantism are prevalent.
Black Belt in the American South, the social history and politics, especially concerning slavery and black workers, of the geological region known as the Black Belt
Black Belt (region of Alabama), a section of Alabama (and extending into Mississippi) having a particular concentration of African-Americans.
Borscht Belt, a region of Jewish resorts in the Catskills.
Corn Belt, midwestern states where corn is the primary crop.
Cotton Belt, southern states where cotton is or was a primary crop.
Fruit Belt, an area where fruit growing is prominent.
Indiana Gas Belt, a region of Indiana that was the site of a natural gas boom in the late 19th century and early 20th century.
Jell-O Belt, also known as the Mormon Corridor or Mormon Belt, western states with a large Mormon population.
Lead Belt, a district in southeastern Missouri that has a long history of mining for lead.
Pine Belt, a region of southern Mississippi where longleaf pine trees are abundant.
Pretzel Belt, a district of Pennsylvania associated with numerous regional and nationally distributed pretzel and snack food producers.
Rice Belt, southern states where rice is a major crop.
Rust Belt (in the past, commonly known as the Manufacturing Belt, Factory Belt, or Steel Belt), northeastern and central northern states where heavy industrialization—and some economic stagnation—is common.
Salt Belt, a region in the Northeast and Midwest states where large quantities of salt are applied to control snow and ice on roads during the winter season.
Snow Belt, areas around the Great Lakes prone to lake-effect snow and cold weather.
Stroke Belt, a region in the Southeast that has an unusually high incidence of stroke and other forms of cardiovascular disease.
Sun Belt, southern, hot-weather states stretching from coast to coast.
Unchurched Belt, a region in the far Northwestern United States that has low religious attendance.
Wheat Belt, northern midwestern states where most of North America’s grain and soybeans are grown (cf. Breadbasket).[1]“
https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_belt_regions_of_the_United_States
NEIN, wird es NICHT. Danke
### !!! >>> Ich SOLLTE NICHT <<< !!! ###
Vielleicht nur so viel noch,
Stimulation…
Per Licht, einfach nur Licht!
Bahnhof???
🙂
Macht nix, ihr…
WERDET!
Gehirnwäsche, ich hatte mal…
Manipulation der MASSEN…
Hatte ich ein Punkt?
Glaube nicht
— Human Hacking, WER wenn nicht ich? —
😉