Ancak demin fırsatım oldu gazete okumaya, bir kahve, biraz dinlenmeliyim…
Okurken anlattıkları gözümün önüne geldi…
Çocuktum ama hayal mayal hatırlıyorum…
Babaannemin evinin yan tarafı olabildiğince tarla, annem anlatır hep…
Üç yaşında geldim Almanya’ya, babaannemin mööö’leri(!)
Şenlik, Şenlikköy…
Eski adı, artık Mafya yatağı!?
Türbanlı dolu, nerede kaldı yerlisi?
Ata yadigârı, gözümün önüne gelir hep eski hali, tek katlı…
Nasıl af edebilirim ben bu herifi?
Ama yeminliyim, döneceğim Florya’ya…
Allah nasip, kısmet ederse döneceğim.
Villa Zeynep, Zeynep teyze, Allah rahmet eylesin…
Arxxx’nun babaannesi…
Dön sırtını yüz seksen derece, Meriş Teyze…
Hepsi, hepsi vefat etti.
“Yürü” tarlaya doğru, sağda, köşedeki ev babaannemin eviydi, bir incir ağcı vardı…
Yemeye doyamazdın!
Karşısında hep polisin evi derlerdi, öyle hatırlıyorum. İsmini bilmiyorum rahmetlinin.
Yol sağa, sola gidiyor ya…
Sağa dönersen oradaydı kireç kuyusu…
İçine düşseydim bugün hayata olmayacaktım.
Üç yaşına kadar buralarda büyüdüm, sonrasında izinden izine. Eski hali çok daha güzeldi, daha samimi. Aşağıya, ana caddeye yürüdün mü hemen sağda bakkal vardı, oraya alışverişe yollarlardı beni.
Tesadüf???
Önder, Özler, Özgür sokak…
ÖÖÖ
😊
Dükkândayım, çıkacağım birazdan…
Ne zaman dönerim bilmem!
—
Adile Naşit’in çocuklara masallar anlattığı eski Türkiye!..
9 Haziran 2018
Atatürk Havalimanı’ndan İzmir’e gidecek uçağımız, Florya’ya en yakın pistte son hazırlıklarını yaparken, AVM’ler, iş merkezleri ve toplu konutlarla betona gömülmüş çevreye bakıyordum.
Birden lise yıllarımın Florya’sını hatırladım.
Eski Türkiye’nin eski Florya’sını…
* * *
Yaz tatillerimizin bazı gecelerinde Şenlikköy’den başlayıp, tarlalar ve her türlü meyve ağaçlarının yemyeşil bir örtü gibi kucakladığı bahçelerin arasından geçerek, o zamanki adıyla Yeşilköy Havaalanı’nı çevreleyen tel örgülere çıkardık.
Eski Türkiye’de terör olmadığından kimse bize “Hey, gençler nereye gidiyorsunuz” diye sormazdı.
Biz de tel örgülerin hemen yanı başına uzanarak, uçakların iniş kalkışlarını izlerdik.
Hele “Caravelle”lerin lastiklerinden kıvılcımlar çıkararak piste konduğu anların seyrine doyamazdık.
Sonra yine aynı patikadan yürüyerek Şenlikköy’deki evlerimize dönerdik.
Doğa öylesine bakirdi ki, yol boyunca önümüzden kaçışan tavşanlarla oynaşırdık.
Gündüzleri de Florya plajlarının içinde kitap açılıp okunacak kadar berrak sularından çıkmazdık…
O günlerin, unutulmaz anıları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken aklıma, değerli okurum-yazar Türkan Şanverdi Avcı’nın eski Türkiye’yi anlatan şu satırları geldi:
* * *
Günümüzün güç ve kibir sarhoşu egemenleri “Gençlere eski Türkiye’yi anlatın” dediklerinde yazmadan edemedim.
Yaşım 41 olduğu için az çok biliyorum eski günleri çünkü.
Doğru biz çocukken, gençken şimdiki neslin içinde bulunduğu teknolojiyi, imkanları hayal bile edemezdik.
O yıllarda bize konulan yasaklar bilgisayar, tablet, telefon kullanımı değil; terli terli soğuk gazoz içmemekti mesela.
Sosyal medya, mahalledeki teyzelerdi.
Sansür, elalemdi!..
Okula yürüyerek gider gelirdik, ailemizin durumu ne olursa olsun aynı semttekiler aynı devlet ilkokulunda okurlardı.
Sıra arkadaşımızın dinini, kökenini falan bilmezdik. Bir tek bitlendiğimizde ayrılırdık.
En pahalı, en inanılmaz karne hediyesi bisikletti.
Çeşit çeşit kurslara gitmemek için değil, öğlen uykusuna yatmamak için diretirdik.
Kristal, elmas, zümrüt çocuklar falan da değildik zaten. Terliği gördük mü kaçardık, sofraya küsemezdik.
Dedemiz ajansı dinlemeye başladığında, çıt çıkarmazdık.
Öyle çeşit çeşit çikolatalar yoktu, şemsiye çikolata alabilmek için para biriktirirdik.
Oyuncaklarımız benzerdi, yurtdışında akrabası olanlar değişik bir bebek, tren falan getirdiğinde hayranlıkla bakardık.
* * *
Antalyalıyım ben, sokaklar portakal ve turunç kokardı.
Mevsimi değilse hiçbir meyveyi, sebzeyi bulamazdık.
Halamın bahçesinde dutların olmasını beklerdik ki koparıp yiyelim.
Organik lafını hiç bilmezdik. Çünkü her şey doğaldı.
Cep telefonu olmasa da annemiz babamız, bir kağıda oldukları yerin numarasını yazıp akşam gezmesine gidebilirlerdi.
Bakıcıya gerek yoktu, çocuğunu komşuya emanet edip rahatlıkla işini görebilirdin.
* * *
Biz AVM görmedik; hafta sonu maç ve banyo günüydü.
İftar sofralarını da bayram sofralarını da yılbaşı sofralarını da büyük bir heyecanla beklerdik.
Ramazan’da pide sırasına gönderilir, bayramda harçlık alır, yılbaşında aynı televizyon kanalında, aynı eğlenceleri izlerdik.
Ünlü olmaya ilişkin tek hayalimiz Barış abinin programına çıkmaktı.
(Ruhunu sevgisizlik kin ve öfke sarmaşığı kaplamış bazı cahillere inat-UD)
Masalcı Adile Teyzemiz, “Haydi yatağa kuzucuklar” dedi mi tıpış tıpış giderdik.
23 Nisan’da Halit (Kıvanç) amcamızdan gözümüzü ayırmazdık, dünyanın her yerinden gelen çocukların gösterilerine doyamazdık.
* * *
Devekuşu Kabareleri izlerdi büyükler.
Neredeyse tamamı siyasi olan esprileri ancak büyüdüğümüzde anlasak da Yeşilçam filmlerinden tanıdığımız Zeki-Metin’e gülerdik onlarla birlikte.
Müjdat Gezen’e, Levent Kırca’ya bayılırdık.
Sadece biz değil, o esprilere konu olan siyasetçiler de gülerdi ama.
Geleceğimizi hayal ederdik kendi çapımızda, 2000 yılına mektuplar yazardık hiç üşenmeden.
Daha sayfalarca sürer, sığdıramadığım atladığım çok şey var.
Özetle demek istediğim; evet teknoloji yoktu, “modern” değildik bugünkü gibi.
Ama mutluyduk, hem de çok mutluyduk…
Şimdiki çocukların, gençlerin hiç olmadığı kadar belki de…
https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/ugur-dundar/adile-nasitin-cocuklara-masallar-anlattigi-eski-turkiye-2457503/