Tuzu kuru olanlar

Bildik insan…
Hele Türk veya Türkiyeli…
İzledi mi ekonomi haberlerini, dinledi mi borsacıları…
Dünya…
Gülük, gülistanlık sanır…
Tayyipistanı(!)

Bak güzel kardeşim birde bir “bilenden” gerçekleri dinle…
Dolar yükseldi ya 5,31’e…
Bekliyordum, bu veya buna bezer açıklamalar…
Kimden?
Yalaka, yandaş basından, en başta Demirörenlerden!

Kırılma noktaları, tedirginlik yaratan aşamalar…
Düşmeler, yükselmeler. Ürün ne olursa olsun hep ayni…
İster para, nakit olsun yani…
İster borsada işlem gören başka herhangi bir şey…
Borsa neydi kardeşim?

Beklentilerin fiyatlanıp, pazarlandığı bir yer…
Yok efendim dolar 5,35’i görmedikten sonra endişelenmezlermiş…
Anlık bir mesele, hele Tayyipistan gibi kırılgan ülkelerde…
Israil osursa, Suudi köpekler geğirse, Trump sapığı…
Bir Tweet atsa, 5,35’in çok üstünü görürüz…
Zaten borsacıda açıklama yapıyor, kırılma noktaları…
Kâbusları, korkuları dolarda 5,55 sonrası…
KIMSE…
Hele borsacılar düşünmüyor ki dolara endeksli bir ülkede…
Doların bir kuruş artması, milyarlarca Tayyip Lirası…
Onların tuzu kuru kardeşim onların tuzu kuru…
Seninki de kuru mu?

Sebze, meyve…
Şimdi kuru fasulye, nohut…
Yakında burnunun bokunu yedirirsin çocuklarına!

İhtiyardan geçtim, bu yüzden de ciddi konulara değiniyorum. Gençler…

Demokrasinin D’sinden…
Ekonominin E’sinden…
Atatürkçülüğün, ilke ve inkılaplarının A’sından…
Milliyetçiliğin M’sinden haberi yokken…
Okur, yazarlığı bırak bir tarafa düşünme, görme özürlüyken ben bunların nesine, kime yazıp dert anlatacağım?

Evet, bence doğru bir tespit!

Söyle…
Allah peygamber aşkı için nerede bu ülkenin muhalefeti…
Nerede Sivil Toplum Örgütleri…
Nerede sendikalar…
NEREDE…
Bilim, DIN, ilim ileri gelenleri???

HAK be paşam, hak be İzmirlim hak, BU MILLETE HAK

Dünya lideri manavı
14 Şubat 2019

Türk tekstilinin temeli kabul edilen Nazilli Sümerbank fabrikası, 1937’de bizzat Atatürk tarafından açıldı.
2 bin 500 kişi çalışıyordu.
İşçilere balo düzenleniyordu, danslar ediliyordu. 700 kişilik sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı, haftada altı gün film gösteriliyordu. İşçilerin tiyatro kulübü vardı, müzik grubu vardı, korosu vardı, fabrikanın radyosu vardı, fabrikada piyano vardı. Resim-heykel sergileri açılıyordu, bahçesinde havuz, havuzun içinde bronz kadın heykeli vardı. Spor kulübü vardı. Türkiye’nin ilk alttan ızgaralı futbol sahası oradaydı, basketbol-voleybol sahası vardı, güreş minderi, boks ringi, tenis kortu vardı, paten pisti vardı, bisiklet parkuru vardı. Ameliyathaneli, laboratuvarlı, 40 yataklı hastanesi vardı, eczanesi vardı. İlkokulu vardı, kadın işçilerin bebişleri için kreş vardı, 1937’den bahsediyoruz… Giyecek kooperatifi vardı, fırını vardı. İşçileri şehirden fabrikaya getirip götürmesi için mini treni vardı. Kendi enerjisini kendi üretiyordu, santrali vardı, Nazilli’ye elektrik veriyordu. Fabrika bünyesinde, Nazilli halkına, özellikle genç kızların meslek edinmesi için ücretsiz kurslar düzenleniyordu, okuma yazma kursu veriliyordu. Çevre köylere sağlık personeli gönderiliyordu, hastalar tedavi ediliyor, ücretsiz ilaç veriliyordu, bölgedeki sıtma salgını, fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutuldu. İşçilerin 264 dairelik, bin kişilik lojmanı vardı. Hamam vardı, Nazilli halkına da açıktı. Altı ayda bir yöre halkına ücretsiz basma dağıtılıyordu.

Akıl’la zeka’yla kurulan bu muhteşem fabrika için tek kuruş ödemedik.
Devletin kasasından, milletin kesesinden tek kuruş çıkmadı.

Domates, biber, patlıcan, kabak, portakal, mandalinayla ödedik!

Kurucu Cumhuriyet’in vizyonuydu…
Ekim 1937’de imzalanan Ticaret ve Tediye Anlaşması’nın eseriydi.

Ruslar inşa etti, personeli eğitmek için 120 Rus mühendis çalıştı, kredisi, makinaları, iğneden ipliğe hepsi Rusya’dan geldi.
Para yerine, domates, biber, patlıcan, kabak, kuru üzüm, fındık, tütün, zeytin, portakal, mandalinayla ödendi.

Aynı vizyon çerçevesinde, 1967’de yeni bir anlaşma imzalandı.
Bu yeni anlaşmaya göre, Sovyetler Birliği tarafından Türkiye’de bir demir çelik fabrikası, bir alüminyum fabrikası, bir hidroelektrik santrali, bir petrol rafinerisi, bir sülfirik asit fabrikası, bir lif levha fabrikası, bir cam fabrikası “anahtar teslimi” kurulacaktı.
Kredisini, teçhizatını, malzemesini Ruslar verecekti, Türk personeli Ruslar eğitecekti.

Hibe değildi.

Peki geri ödeme nasıl yapılacaktı?
Sebze, meyve, narenciyeyle!

Anlaşmada aynen şöyle yazıyordu: İş bu anlaşma çerçevesinde, Sovyet teşekküllerince sağlanacak kredi, teçhizat, malzeme, teknik hizmetler ve Türk personelin mesleki eğitim bedeli, narenciye, yaş sebze meyve, kuru üzüm, zeytin ve fındıkla ödenecektir. Geri ödeme bedeli olarak Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne ihraç edilecek malların fiyatları, dünya fiyatları esas alınarak tespit edilecektir.

İskenderun demir çelik kuruldu.
Domatesle ödedik.
Seydişehir alüminyum kuruldu.
Patlıcanla ödedik.
Aliağa rafinerisi kuruldu.
Biberle ödedik.
Oymapınar barajı kuruldu.
Portakalla ödedik.
Bandırma sülfirik asit fabrikası kuruldu.
Kabakla ödedik.
Artvin lif levha fabrikası kuruldu.
Mandalinayla ödedik.
Çayırova cam fabrikası kuruldu.
Zeytinle ödedik.

Türk sanayisinin omurgasını oluşturan bu hayati tesisler sayesinde, hem onbinlerce insanımız iş buldu, hem de milyarlarca dolarlık ithalattan kurtulduk, dışarıya bağımlılığımız azaltıldı.

Hem milletin cebinden tek kuruş harcamadan memleket kalkındırılmıştı, hem de Allah’ın bu topraklara bahşettiği tarım zenginliğimiz takas aracı olarak kullanılarak, çiftçimiz ihya edilmişti.

E şimdi bakıyoruz…

Dünya lideriyiz diyen arkadaşlar “devlet manavı” açıyor, karneyle sebze dağıtıyor.
Millet ucuza iki kilo domates alabilmek için saatlerce kuyruğa giriyor.

Fabrikaları rafinerileri barajları sattılar.
Ahali yiyecek patlıcan bulamıyor.

Taş üstüne taş koyanı iyi kötü görmüştük ama…
Taş üstünde taş bırakmayanı ilk defa görüyoruz.

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/yilmaz-ozdil/dunya-lideri-manavi-3521122/

Bağımsızlık Meydanı (Maidan Meydanı – Ukrayna)

Dün akşam çok ilginç bir program yayınlandı…
Bu okuyacaklarını LÜTFEN sadece Y-CHP’ye yorumlama.
Y-CHP ile AKP veya herhangi başka bir parti arasındaki YALIN fark…
Biat…
Yani, hepsine uygulayabilirsin(!)

Bir belediye başkanı…
Orta ölçekli bir yerleşim yerinin belediye başkanı. Milliyetçi…
Halkçı…
Bağımsızlık Meydanı gösterilerini hatırlayacak olursanız salt Rus – Ukrayna çekişmesi değildi…
Ülkeye hâkim olan rüşvet ve yolsuzluğa karış da bir başkaldırıydı…
Seçilen insan dürüst kişiliği ile bilinir…
>>> Seçilir seçilmez değişik kişi ve oluşumların rüşvet teklifleriyle karşılaşmış <<<
DIKKAT…
Tüm bunları Alman televizyonuna karşı açıklıyor, ne utanç verici…
Tabii teklifleri geri çevirmiş, ancak merak ettiği için “adamlara” sormuş…
“Benden önceki başkanlar bu rüşvetleri kabul ediyor muydu?”
“EVET” yanıtını almış!

Bilmem ne demek istediğimi anladınız mı?
Bilmem anladınız mı örneğin bir Meclis Başkanının neden belediye başkanı olmak için istifa ettiğini…
Neden…
Bir zamanlar Milletvekili olanların belediye başkanı olmak için yırtındığını?

Hep dediğim, hep yazdığımdır…
Kişiden topluma, toplumdan kişiye bir yargıya varabilirsin…
O halde…
Toplumsal bir düzelme istiyorsak; kişi olarak çok daha dikkatli olmalıyız!

Bir hırsızı, çete başını…
Hüküm giymiş bir suçluyu başına taç ettiğini unutma!

Akıl akıldan üstündür, MUTLAKA OKU. Hiç düşünmemiştim, hiç aklıma gelmedi, sözde DARBE MISALI

YA-PAR-LAR…
Güç namına, iktidar namına analarının amını bile satarlar!
x

Bu işin içinde bir iş var da…
16 Şubat 2019

Sevgili okurlarım, Türkiye’de ilk kez sebze kuyrukları oluştu. Hayat pahalılığı altında ezilen, inim inim inleyen gariban, fakir fukara vatandaşlarımız sabahın erken saatlerinde kuyruklara giriyor.
İktidar şimdilik meyve işine karışmıyor. Meyve çok ucuz ya, onların derdi sebze ile!
Zamları bindirdikçe bindirdiler. Zamlar binerken “Biz buna karışmayız. Serbest piyasa ekonomisinde olur böyle vakalar” diyorlardı!
Baktılar ki pabuç pahalı ve baktılar ki 31 Mart seçimlerinde vaziyet ayva, şimdi özellikle Ankara ve İstanbul’da tanzim satışlarını başlattılar.
Geri kalan 79 ildeki vatandaşlar bu fiyatlardan etkilenmediği (!) için oralarda bir adım atılmadı.
O 79 ilden bazıları nasıl olsa garanti, çantada keklik!.. Çankırı, Yozgat, Konya, Erzurum, say sayabildiğin kadar. Oralarda tanzim satışa falan gerek yok. Maksat İstanbul ve Ankara’yı yitirmemek!
Bir okurum dün kendi görüşlerini anlatan bir e-posta göndermiş. Kendisinden izin almadığım için ismini açıklamıyorum. Allah korusun, bir kamu görevlisi olabilir ve ertesi gün açığa alınır. Esnaf olabilir ve iş yeri kapatılır. İşte o mesaj:
★★★
“Selam Sayın Çölaşan, son günlerde bir tanzim satış furyası aldı başını gidiyor.
Ama ben ne dediysem bazılarına bir şeyleri anlatamadım. Anlamamak için çaba harcıyorlar.
Resme sadece karşıdan bakıp duruyorlar. Peki bu resim nasıl yapıldı, hiç sorgulayan yok. Medyamız zaten almış başını gidiyor, işi gücü yalakalık yapmak.
AKP genel başkanı tanzim satış diyeli bir hafta oldu, olmadı. Hemen ardından, nereden çıktığı belli olmayan tanzim satış arabaları, çadırları vesairesi anında devreye sokuldu.
Ne var ki bunları birilerine sipariş etseniz, hazırlanıp gelmesi en azından iki hafta sürer. Haydi araçlarınız vardı diyelim. Üzerindeki giydirme tabir edilen yazıları hazırlayıp yapıştırmanız bile en az bir hafta sürer.
Hepsini geçtik, bir kenara koyalım. Önce bu sebzeleri piyasalarda araştıracak ve satışları örgütleyecek ekipleri kurmanız lâzımdı. Üreticiye gidip fiyatları öğrenecek, pazarlamasını ve nakliyesini ayarlayacak, araştıracak falan derken alın size en az bir hafta daha.
Üretici ile anlaştınız onu da kabul ettik diyelim. Ürünün tarlada ve bu mevsimde serada yetişmesi lazım. Ha deyince olmuyor.
Bunlar sadece zaman açısından bakış açısı.
★★★
Gelelim işin parasal yönüne….
Üretici seralarında domatesin maliyeti 4.5 lira civarında. Buna vergileri ve nakliye maliyetini eklerseniz oldu size 7 lira. Komisyoncuyu saymıyorum, satış kârına girmiyorum bile.
Peki nasıl oluyor da bu ürünler 2-3 lira gibi bir fiyata satılıyor. Kayıp kaçak bedelini bilirsiniz. Köprüleri hatırlarsınız. Kullanmasak da parasını ödüyoruz. Bu durum da ona benziyor.
Domates, biber almasak da yine almış gibi oluyoruz o zaman. Eğer bu ürünler yerli ise aradaki fiyat farkını acaba kim karşılıyor?
AKP genel başkanı seçim döneminde afiş ve bayrak kullanılmayacağını söylemişti. İnsanın aklına afiş, bez, bayrak ve plastik yerine şimdi seçim yatırımı olarak domates, biber, patlıcan mı kullanılıyor gibi bir düşünce geliyor!
Bu mallar ithal edildi ise yerli üreticiyi bitirmiş olmuyor musunuz? Yakında yerli üretici serasındaki tüm ürünlerini çürüdüğü gerekçesiyle çöpe atacak demektir.
Geçen haftalarda ülkemize İran ve Azerbaycan üzerinden tırlar dolusu soğan ve sebze girişi oldu. Tanzim satış olayının ortaya çıktığı hafta hemen, anında geldi bu ürünler!
Bu acele ithalatı kim yaptı, nasıl yaptı, maliyeti neydi, hangi firmalar getirip satışa sundu?
Bunları acaba sorgulayan var mı? Kim sorguluyor?
Kim bilir, bunları araştırınca altından ne patatesler, soğanlar, ne patlıcanlar, ne acı biberler (!) çıkacaktır, çok merak ediyorum. Saygılarımla.”

Sevgili okurlarım iki gazeteci arkadaşımız, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu muhteşem bir kitap yazdılar:
“Metastaz.” (Kırmızı Kedi Yayınları.)
Baştan sona bir solukta okudum, önceki gece bitirdim.
Anlatılan olaylar 21. yüzyılda Türkiye’nin bir fotoğrafı… Ve tümü belgeli, yaşanmış olaylar.
FETÖ olayının, 15 Temmuz darbe girişiminin perde arkası…
Tarikatlar, cemaatler, FETÖ ve AKP iktidarıyla olan yakın ilişkileri…
Kendisini MİT görevlisi olarak tanıtıp dolandırıcılık yapan gazeteciler…
Bir yazıya ancak bu kadarını sığdırmak mümkün oluyor. Okuyunca göreceksiniz.
Kitap düne kadar 95 bin adet satmıştı. Hak ediyor.
İki Barış’ları, gazeteci arkadaşlarım Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nu içtenlikle kutluyorum, ellerine sağlık diyorum.

Gazeteci kitapları güzeldir, ilginçtir, kolay okunur. İşte bunun bir örneği daha… Gazeteci arkadaşımız Musa Ağacık’ın kitabı:
“Musa’dan Beri.” (Demirbaş Yayıncılık.)
Devrimci Musa geçmiş yıllarda Demirel, Özal, Çiller gibi siyasetçileri terleten bir gazeteci idi. Karşılarına çıkıp beklenmeyen sorular sorardı. O kadar ki çoğu siyasetçi onu görünce kaçmaya çalışırdı.
Bu kitapta Musa, yaşadıklarını ve başına gelenleri anlatıyor.
Okuyanları hem güldürüyor, hem düşündürüyor.
Karşısındaki infaz savcısıyla konuşurken savcı Musa’ya sürekli olarak “Sayın Ağca” diye hitap ediyor. (Abdi İpekçi’nin katili, sonra Papa’yı Roma’da vuran Mehmet Ali Ağca.)
Düzeltmeleri işe yaramıyor…
“Efendim benim soyadım Ağca değil Ağacık, lütfen düzeltiniz!”
Savcının dili alışmış Ağca demeye!
Çok hoş, sürükleyen bir gazeteci kitabı daha.
Ellerine sağlık Musa.

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/emin-colasan/bu-isin-icinde-bir-is-var-da-3547646/?utm_source=yazarlar&utm_campaign=diger_yazilar&utm_medium=diger

Kardeş ya kardeş. Hamurdan olsun, çamurdan olsun AMA illa kız olsun

Hep özenmişimdir bir erkek kardeşe…
Kadının her hali…
İster ana, kız kardeş, hatun, tanıdık, akraba…
“Bela”
Demek isterdim ama…
Yok öyle değil, o tombik elleriyle çok zayıfladı ya…
Yine de tombik tomik ellerle neler yapıyor bana(!)

Yeminle…
Organik sabundan tut, iksirler…
Kardeşim büyücü ya, yeminle büyücü…
Yeter ki güç, kuvvet bulayım…
Ayakta durayım.

Kesin…
Beni düşündüğünden değil…
Ayakta olayım, arkasında durayım…
Yok yok şaka, biliyorum, beni sevdiğinden, düşündüğünden yapıyor…
Yollamış yine bir şişe…
Sabahları içecekmişim bir bardak, bir Allah…
Bir O biliyor içinde nelerin olduğunu…
Allah verede insafa gelse, tükürüklü kahve…
İçiyorum ya…
Ya öyle ya böyle eşek cennetine yollamasa!