Penelope

Yunanca, sadık olan anlamında…
Sadakat…
Kadında, bir mutlaka!

Homer’in Ilya destanı…
Odysseia’nin eşi, onunda ismi Penelope’ydi.

Yapma gülümmm, yapma papatyam…
Yapma…
Biliyorum, biliyor…
Hep yanımdasın, hep etrafımda…
Onca kadın sevdim, okşadım…
Kalbine, ruhuna ve bedenine dokundum, sahip oldum…
Bazen bir tüy kadar hafif…
Bazen aç bir kurt edasıyla sarıldım, sarmaladım, parçaladım, özümsedim, benimsedim…
Ben bildim, benden bildim…
Sayısını sen biliyorsun, benim bildiğim onca kadın arasında ilk göz ağrım…
Ortası, evladımın anası…
Ve sen gülüm, sen papatyam, sen…
Son göz ağrım!

Biliyorsun değil mi, biliyorsun…
Sözüm sözdür benim, ne dedim hep sana son göz ağrım, son kalacak olanım…
Ve yine sen biliyorsun halimi, ne yapsın hatunlar bundan böyle beni?
Elim ekmek bile tutmaz oldu, çok sevdim seni…
Aşk ile sevdim aşk, büyük, çok büyük ve tertemiz bir aşkla…
Biliyorsun değil mi?
Yapma gülümmm, yapma papatyam…
Yapma…
Ne sen beni unut ne ben seni…
Yaşadığımız, birbirimize yaşattığımız güzellikler anısına…
Ama bitsin artık, bitmeli!

Kedi gibi yedi canlı

Sanırım artık sadece bir canım kaldı!!!

Hayaldi…
Artık gerçekleşecek gibi…
Koy masaya, koy…
> Yirmi tane < kesme şeker…
Bir kesme şeker 3,5 ile 4 gram arası…
Koy masaya koy ve gör, anla!

Kadın bilmiyor, sadece tahmin ediyor Doktor…
“Kanındaki yağ, sekiz yüz üzeri olmalı …”
Üçüncü kez kan vermiştim, yeminle…
O kadar ağır ilaçlarmış ki, o denli etkili ve ağır…
Gerçi, üçüncüsünde kan değerlerim okunabildi…
Bu değerin neyi ifade ettiğinden haberim bile yok…
“Şimdi beş yüz”
Peki, normali nedir Doktor Hanım?
“Yüz!”

“SON KEZ deneyeceğim, SON! Vereceğim ilaç ile >>> her gün <<< vücudundan > yetmiş < gram şeker atmamız lazım, yoksa …”
20 tane kesme şeker aşağı yukarı yetmiş gram!

En başta Cumhuriyet Tarihi Kronolojisi…
Başlayıp tamamlayamadığım onca makale, bitirmeliyim, bitireceğim yeni bir şeye başlamadan!

Belki inanmayacaksınız bana, belki…
Ama yeminle doğru, gerçek…
Her doktor sorar:
“Sen neden yaşıyorsun, neden ölmedin”
“Sen nasıl şeker komasına düşmedin?”
Onca kaza, onca yüzde yüz ölümle sonuçlanması gereken olaylar…
Yedi candan altısını harcadım galiba…
Ben neden yaşıyorum hala?

Kedi gibi yedi canlı…
Sanırım artık sadece bir canım kaldı…
Hayaldi…
Gerçekleşecek gibi!

Not: kendinize, çoluk çocuğa, özellikle sağlığınıza değer verin…
Önem verin dostlar…
Giden geri gelmiyor bir daha!

Deliriyorum

Zaten zırdeliyim!
Doktorlara göre hastanede yatacak kadar ağır depresyondaymışım…
28 sene oldu eşimi, sarı pipimi kaybedeli. Bu süre zarfında hayatıma giren onca kadında…
Onu aradım…
Kokusunu, saç rengini. Yaşıyorum, buna yaşamak denirse…
Ağır depresyonda olan delirip hayatını noktalamaz mı?

Ben yapmam çünkü korkarım Allahtan, korkarım Onları tekrar görememekten!

Acizlerin, biçarelerin çıkış yoludur intihar…
İmansızların, Allahtan, hayattan umut kesenlerin, kadere – kısmete, nasibe inanmayanların…
Mücadeledir benim adım…
Ben, pes etmem!

Benim deliliğim farklı…
Tıpkı mensubu olduğum milletim gibi…
Kendini tüketen, yarınlarından umudunu kesen bir deliliktir bizim ki…
Hayatla, yaşam şartları, dost ve düşmanla mücadele edeceğine, içine kapanan…
Hayata, yaşama ve gerçeklere gözlerini yuman.

Önderin tepesi çabuk atar, kocaman çatlaklar…
Çatıda…
Koca koca delikler…
Ne yama ne sıva tutar.

Ne işim var benim buralarda?
Bana yabancı, özüme, sözüme, dinime, yetiştiğim kültüre, düşüncelerime…
Hayallerime yabancı diyarda…
Ne işim var benim buralarda?

Nedeni bellidir aslında…
Basiretsiz, beceriksiz yöneticiler…
Başınıza seçtiğiniz hırsızlar mesela…
Emanet ettiniz ülkeyi lakabı paytak olana…
Paytak Recep…
Hırsız Tayyip…
Vatan haini, pazarlamacı Erdoğan!

Recepten, Tayyip’e…
Al bir cepten koy ötekine…
Özü ve sözü Recepten Tayyip’e değişen…
Bir dediği diğerini tutmayan…
Veya K nokta K…
Benden Ona tavsiye, yürüyeceksen yürü…
Anadolu’ya, Anadolu’dan, Güneydoğu’ya…
Y – CHP’yi bilmem AMA…
Umut ver insanlara, istikbal vaat et, sorunlar yumağına…
Atatürk’ün ve arkadaşlarının kurmuş olduğu Cumhuriyet Halk Partisine yakışan bir tavırla…
Dertlere derman ol, insanlara, vatana ve millete şifa!

Not: biliyorum aslında, biliyorum, eminim…
Senden ne köy olur ne kasaba…
Deliriyorum mesela kimi baş yazara, iyi ki varsın K nokta K diyenlere…
Senden…
Ne köy olur ne kasaba AMA beterin beteri var dercesine…
Hırsızdan, yalancı ve dolandırıcıdan daha beter olamazsın diyorum kendime!

Kızılelma meselesi

O.ospu çocuğu, saman alevi…
Yanar döner, top…
Top ya top…
Hem öyle hem böyleee!

Menfaatleri doğrultusunda istediği gibi…
Hatırlı okuyucularım bilir beni…
Turan’a duruşumu…
Kan bağı, kafa tası…
Allah…
Kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış…
Allah…
Kardeşi kardeş yaratmış, karakterlerini ise apayrı…
Kardeş kardeşi bıçaklamış, dönmüş kucaklaşmış.

Ne ağabey var ne küçük kardeş…
Tarihin, tesadüfün, kader ve kısmetin bölüp, bölüştürdüğü, dağıttığı insanlar toplulukları…
Kan…
Aynı kan, karındaş, soydaş, “dildaş”…
Napolyon’a göre coğrafi konum milletlerin kaderini belirlermiş…
Sen beni, ben seni bileceğim…
Tutulacaksa bir işin ucundan sen bana, ben sana el, omuz vereceğiz…
Birbirimizi bilip, destekleyeceğiz…
Hans yiyeceğine, John yiyeceğine evlatlarımızın kursağına girsin diyeceğiz, el ele vereceğiz…
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa…
Onlarca, yüzlerce yıl ayrı yaşamanın getirdiği yabancılıkta var…
Hayalperest değil gerçekçi olmakta yarar var!

Alexander von Humbold

Birilerinin kulağına küpe olsun…
Şüphesiz, anlayan anlattığımı anlayacak da…
Anlaması gerekenler anlar mı orası şüpheli(!)

Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander Freiherr von Humbold,
Alman asillerinden, Prusyalı doğa bilimcisi, filozof, dilbilimci…
Özellikle Güney Amerika’daki araştırmaları ile tanınır. Tarihe…
Tabiattı çok hassas bir bütün olarak görmesiyle geçmiştir. Evet, denge…
Yaratanın, yarattığı çok hassas bir dengede!

En ufak değişikliklerin, dengesizliklerden büyük sonuçlara, olumsuzluklara gebe olabileceğini hepimiz yaşayarak görüyoruz mesela. Humbold, Güney Amerika’da Amazonas nehrini ve kollarını haritalarken günün birinde bir rahiple karşılaşır. Rahip izin isteyerek yanına yaklaşır ve sorar:

“Bir bilim adamı olduğunuzu duydum, büyük bir sorunumuz var, yardımcı olabilir misiniz?”
Humbold merak eder ve yardım edeceğini, yârdim etmeye çalacağını söyler. Ertesi sabah erkenden yola koyulmak üzere sözleşerek ayrılırlar. Sabahın köründe, sık Amazon ormanlarında yol alarak bir göl kenarına gelirler…

Rahip, eliyle kocaman bir “daire” çizerek der:
“Eskiden bu göl şuradan, şuraya, buradan burayaydı, kala kala bu kadarcık kaldı. Acaba bu gölün bir yerinde delik mi var ki bu su kayıp oluyor?”
Humbold, kısa bir duraksama süresinden sonra rahibe dönerek şu yanıtı verir:

“Rahip Efendi, gördüğünüz gibi göl kenarından önemli oranda ağaç ve bitki örtüsünü kesmişsiniz. Böylelikle bir iklim değişikliğine sebep olmuşsunuz, gölde delik melik yok, sebep sizlersiniz”

Not: Tabii okuduğum bu otantik, yani gerçekten yaşanmış olayı Almanca okumuştum, kafama göre Türkçeye tercüme ettim. Ancak anlattığımdan da anlaşılacağı gibi “basit” bir ağaç kesme olayının bile insan aklının, zekâsının alamayacağı sonuçları olabiliyor.
İnsanın…
Önce kendisine, karşısındakine, çevresine ve hatta ölmüşlerine, geçmişine, tarihine saygısı olmalı ki bu hassas denge bozulmasın. İnsan…
Birçok şeyi göremiyor, algılayamıyor, düşünemiyor!

Tel Afer

Arap’ın sol testisi…
Halk tabiri ile t.şağı…
Bush’un p.çi, Amerika Birleşik Devletlerinin uşağı…
Büyük Ortadoğu Projesinin eş, Atatürkçülüğü Katletme Partisine başkan…
Siyasal Islam’ın ve g.t kıllarının Cumhurbaşkanı…
Adım adım hedeflenen sonuca ulaşma yolunda(!)

Sözde…
Osmanlı varisi ya…
Sen Osman Gazinin, sen Fatih Sultan Mehmet’in, sen Kanuni Sultan Süleyman’ın…
Tuvalette sıçtığı b.k bile olamazsın…
Olsan olsan, o da belki…
Vahdettin t.şağından düşme bir soysuz olursun!

Vatanı – milleti sattın, ISID’i koca ülkeye komşu ettin…
Türkmen kardeşlerimizi satman garip karşılanmamalı, şunun şurasında ne kaldı referanduma?
Kabile şefini de edeceksin resmen komşu Türkiye Cumhuriyeti’ne…
Bakalım dediğin gibi Diyarbakır’ı Ortadoğu’nun yıldızı, Paris’i yapabilecek misin!?


Utanmaz…
Rezil, adi p.zevenk seni!

İnler, cinler, periler ve bilinmeyenler

İnsan…
Ve psikolojisi, hayvanlar alemi…
Allah…
Var mı yok mu?

İnançlar…
Iman, bilinenler, gözlemlenenler, tesadüfler…
Evet, illa tesadüfler…
Ve düşünerek var olduğu olası olanlar, zamanla ispatlananlar…
Tekzip veya tasdik edilenler…
İnsanoğlunun anlayamadığı, bilmediklerini bir türlü kendine – başkasına açıklama gayret(ler)i!

Cennet ve cehennem…
Korku ve mutluluk…
Batı medeniyeti, Hristiyan alemi…
Yahudiler…
Ve Müslümanlar, aradaki yüzlerce, binlerce yıllık gelişmişlik farkı.

Ve insan…
Hangi medeniyetin, hangi kültürün, hangi görgünün ve yetiştirilmenin ürünü olursa olsun…
Neticede sadece insan…
Çoğu zaman duyguları ve temel içgüdüleri tarafından yönlendirilen(!)

Şeytan…
İnsanoğlunun korkusu, bilinmeyene, tanınmayana karşı, anlamadığını, bilmediğini doğaüstü güçlere bağlayan tavrı…
Ahhh…
Ne yanılgı!

Din ve bilim, bilim ve din…
Birbirini soyutlayan değil birbirini tanımlayan ve tamamlayan, ilahi olanı insana, insan olanakları ve anlayışı çerçevesinde açıklayan bilim…
Ve din, bilinmeyeni, görünmeyeni, perde arkasını…
Varoluşun gizemini…
Ahlaki değerleri, toplumsal yaşamın kurallarını belirlemeye çalışan, yüreğe ve akla dokunan ilahi nefes, sana, bana ve ona hayat veren bizi alaca karanlıktan ışığa götüren rehber, bir pusula.

Bu sadece bir örnek…
Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmış olabilirdi. Amerika’da yaşandı…
Gerçek…
Amerika henüz bağımsızlığını kazanmamış İngilizler tarafından yönetiliyordu…
Olayın kahramanları, bir vali, dört kız, dağ başında bir köy ve ahalisi…
Olay o kadar gizemli, o kadar inanılmaz ki bırak valinin ilini, olay ta İngiltere’de duyuluyor ve vali kraliçe önünde hesap vermeye davet ediliyordu.

Sara değil…
Nöbet değil, hiçbir doktor, hiçbir ilim adamı…
Hiçbir papaz olayları açıklayamıyor, son çare olarak gelişmeleri doğaüstü güçlere bağlıyorlardı…
İnler, cinler, periler, şeytanlar basmıştı köyü…
İnsanlar sebepsiz, nedensiz ölüyor, sara nöbetine benzer çok ama çok şiddetli nöbetler geçiriyor…
Günlerce acı içeresinde kıvranıyorlardı…
Son tahlilde yoktu başka açıklaması, işin içinde şeytanın parmağı vardı…
Neler neler denemediler, insanları cayır cayır yaktılar…
Aralarından gözlerine kestirdiklerini, şeytan ile iş birliği yaptığını sandıklarını…
Akla hayale gelmeyecek işkencelerle öldürdüler…
Yok, yok, yok…
Ne yapsalar faydasızdı, sonunda vali kraliçe önünde hesap vermeye çağrıldı!

Batılı ile doğulu arasındaki bariz fark işte bu, olay unutulmadı, örtbas edilmedi…
Millet dedikodularla, hurafelerle vakit geçirmedi, bekledi, zamanı geldiğinde bilimi devreye soktu…
Bugün biliyoruz ki…
Bilim kanıtladı çünkü olaylarda ne şeytanın parmağı vardı ne inler, cinler ve periler…
Deliryumun nedeni “sadece” bir mantardı…
Çavdar mahmuzu…
Tahılgilleri saran bir mantar, insanlar bilmiyordu, yiyordu bilmeden(!)

Bilmediği için, anlamadığı için, bilimin yetersizliği ile geldi başa gelen…
(…)
Bilmem ne anlatmaya ne demeye çalıştığımı anladınız mi?

Gazeteci

Hürriyet, Aydınlık ve Sözcü…
Bizim gazete bayimizde satılan Türk gazeteleriydi…
Sanırım ilk biz başlattık buralarda, Hürriyeti protestoyu, Aydınlıkla bir alıp veremediğim yok…
Sadece…
Fazlaca Perinçek taraftarı, uçları sevmem, en güvenli…
Ortası, Sözcü kalmıştı…
Sözcünün de ruhuna Fatiha!

Gazetecide artık sadece Sözcü kaldı, gerisi satılmıyor herhalde…
Ne zamandan beri derim anama, almayalım artık…
Demin dedi, alma artık alma!

Ucunda ölüm mü var?
Atatürk ne demişti?
“Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum”

Görevinizi hatırlatmak bana düşmez ama…
Söz konusu vatan – millet olunca gerisi sadece teferruattır değerli Hanımlar, Beyler…
Saygıdeğer gazeteciler!